DANdadaDAN konserinden yeni geliyorum, konserin yarattığı stimülasyonun üstüne yeni şarkıları duymak beni büyük bir yanlıştan döndürüyor; kendi halimizde bir blog hazırladık, bir çok grup koyuyoruz ama hiç bir Türk grubuna yer vermemişiz. Gerçi, uyguladığım filtreleme sistemiyle, kaliteli bir müziğin yanında kaliteli bir tavır içindeki grupları diğerlerinden ayırdığımız vakit, elimizde neredeyse hiç bir şey kalmıyor yerli "piyasa"da. Amma ve lakin, DANdadaDAN tam da bu tanıma uyacak bir grup, Türkiye sınırları dahilinde son yıllarda çıkan en iyi albüme imza attıkları yetmezmiş gibi, alabildiğine doğal ve samimiler, bu yüzden de saygıyı ziyadesiyle hak ediyorlar.
Oturup müzikal açılımı analiz etmeye lüzum yok, fakat bir çok janrın bu kadar uyumlu bir şekilde karıştırılmış olmasını da es geçmemeli. Fusion jazz'dan post-rock'a, saf noise'dan 8bit tınılarına kadar uzanan bir janr skalasına yayılıyor DANdadaDAN'ın musikisi.
Bir synthesizer, beş telli bir bass, bir saksafon ve bir davul ile, buz gibi bir havada terleten, bedenler üstünde parmaklarımızla tempo tutmamıza sebep veren bir grup DANdadaDAN, pek yakında da çıkıyormuş yeni albümleri. İlk izlenimler, enstrümantal şarkıların daha ağırlıkta olacağı bir albümü işaret etmekte. 2008 güzel bir yıl olacağa benziyor.
Sanatçı: DANdadaDAN
Albüm: Sen Bana Birini Android
Şarkı Listesi:
1- Kuru Kuru
2- Zın Zın
3- Hayaletler
4- Tezkere
5- Kutbu Kuzey
6- Kız
7- Aydınlıklar
8- Kara Araba
9- Maskara
10- Cenaze
11- Kaltaklar
12- Yoğurtçubaşı Çıkmazı
DOWNLOAD.
20080224
DANdadaDAN - Sen Bana Birini Android
söyleyen; dream endless. at 02:26 9 mırıltı.
damgalar dandadadan, jazz, noise, post-rock, saxophone, synthesizer, third world first class, turkish
Nick Cave And The Bad Seeds - Dig, Lazarus, Dig!!!
Şunu söyleyebilirim, modern çağ ozanları arasında, en değer verdiğim isim Nick Cave. Warren Ellis ve Blixa Bargeld'in varlıkları da Nick Cave'in müzikal potansiyelini atmosferin dışına taşımaya yeten ögelerdi yıllar boyunca. Bu bağlamda Neubauten ve Dirty Three'yi de tartışmak manasız olacaktır. Bad Seeds'in kimliğine büyük katkısı olmuş Blixa'nın gruptaki ağırlığı tartışılmaz olsa da, ayrılışının ardından çıkan ilk albüm, Abottoir Blues/The Lyre Of Orpheus, en beğendiğim Nick Cave albümüydü, yakın zamanlarda çıkan The Assassination Of Jesse James soundtrack'indeki müzikalite de ortada. Dolayısıyla bu albüm için beklentilerimi yüksek tuttuğumu söyleyebilirim.
Şu aralar video'su malum kanallarda dönen, albümden çıkan ilk single Dig, Lazarus, Dig!!! 'i çok beğenmemiştim. Sebebi aslında, tamamen kişisel; Nick Cave'in iki yönlü bir müzikal anlayışı olduğunu söylemek mümkün ve ben bu iki yönlülük içinde taraf tutmaktan kendimi alamıyorum. Bu ikilikliği şöyle gruplamak mümkün; Babe, I'm On Fire ya da Supernaturally gibi "güneşli bir günde evden çıkmadan dinlenecek şarkılar" ve Into My Arms gibi, Henry Lee gibi "yağmurlu bir günde sevgiliyle uzanırken dinlenecek şarkılar". Şahsi zevkim ve muhakkak yaşanmışlıkların da etkisiyle ikinci seçeneği daha dolu ve kıymetli buluyorum. Dig, Lazarus, Dig!!! ise ilk dinleyişte Babe, I'm On Fire'ı andırıyor. Bu ateşli şarkıların albümdeki ağırlığı büyük, ve fakat, Hold On To Yourself ve Jesus Of The Moon gibi klasikleşeceği kesin ballad'lar bir nebze de olsa güce denge getiriyor.
Sonuç olarak, yakın zamanda bu albümün de Nick Cave klasikleri arasına gireceğine inanıyorum, her ne kadar bir Murder Ballads, bir Nocturama olamayacak olsa da, içinden bir Henry Lee, bir Straight To You çıkmamış olsa da. Ama sanırım bunun için ilk önce o bıyıkların gitmesi, Nick Cave'in PJ ile barışarak o korkunç birliktelikten oluşan supernovanın artıklarını bize yansıtması gerekiyor.
Sanatçı: Nick Cave And The Bad Seeds
Albüm: Dig, Lazarus, Dig!!!
Şarkı Listesi:
1- Dig, Lazarus, Dig!!!
2- Today's Lesson
3- Moonland
4- Night Of The Locus Eaters
5- Albert Goes West
6- We Call Upon The Author
7- Hold On To Yourself
8- Lie Down Here (And Be My Girl)
9- Jesus Of The Moon
10- Midnight Man
11- More News From Nowhere
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 01:49 1 mırıltı.
damgalar australian, blixa bargeld, nick cave and the bad seeds, warren ellis
20080223
Aurore Rien - Telesthesia
Sanatçı: Aurore Rien
Albüm: Telesthesia
Şarkı Listesi:
1- Hindsight 20/20
2- Hearts Murmur Under Halogen Lights
3- Breakaway Sydney
4- Sunsets, I Have Seen Too Many
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 03:35 0 mırıltı.
damgalar ambient, american, aurore rien, lyrics, post-rock
20080221
Aurore Rien - Sedative For The Celestial Blue
İmdi, bir kez daha hatırlatayım, vurgulayayım, söz konusu albüm bundan 9 yıl önce çıkmış bir albüm. Bu kadar "eski" olmasına rağmen, antika değerinde, olağanüstü bir müzikal kalite barındırıyor muhteviyatında. Ve fakat ne yazık ki, grubun ilk ve son albümü Sedative For The Celestial Blue. Dağılmadan önce çıkarmış oldukları bir EP daha var, dağıldıktan sonra ise grubun iki elemanı Lights Out Asia'yı kurdu.
Aurore Rien, özellikle iğne gibi sivri gitar melodileriyle ön plana çıkan bir grup. Albümde de bunu en yoğun hissedeceğimiz şarkılar Bounce The Satellites ve A Split Pinion Seraph; dinginliğiyle mat renkli rüyalarla dolu bir koma uykusuna sokan ama aynı zamanda sivriliğiyle de uykuya tam olarak girmemize izin vermeyen, uykuyla uyanıklık arasındaki o yerde, Araf'ta, kalmamıza sebebiyet veren bir atmosfer yaratıyorlar. Albümün kanımca en iyi şarkısı olan Will You Write Too? ise bu anlattıklarımın yanında, güftesiyle de ön plana çıkarak, "sözlü post-rock" fetişimi büyük ölçüde tatmin ediyor.
Böylesine değerli bir albüme imza atmış Aurore Rien'in ömrünün kısa olması üzücü olsa da, benzer hissiyatı bize öneren Lights Out Asia'nın varlığı bir o kadar sevindirici. Tez zamanda onu da ekleyeceğimin müjdesiyle, albümü huzurlarınıza sunayım.
Sanatçı: Aurore Rien
Albüm: Sedative For The Celestial Blue
Şarkı Listesi:
1- Deficit, Dyslexic
2- Bounce The Satellites
3- Will You Write Too?
4- A Split Pinion Seraph
5- Heavenly Hue Holiday
6- The Placebo Kiss
7- Between The View And You
8- Edith Is Beneath The Elevator
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 23:01 2 mırıltı.
damgalar ambient, american, aurore rien, lyrics, post-rock
20080220
Lümpen Ve Ötesi (Yahut; Deli Gibi Yaşamak İstiyorum.)
Bundan bir kaç yıl önce, Nejat Yavaşoğulları'nın gitarının üstüne yapıştırılmış bir Savaşa Hayır sticker'ından büyük rahatsızlık duyan ve bu yüzden sansüre başvuran Powerturk'ün, kurulduğu günden bu yana gündem dışı konularda takındığı yerlerde sürünen düzeysiz tavır ve siyasal gündemi yorumlarken taktığı faşizan gözlüklerle dikkat çekmiş Fox TV'de yayınlanan ödül töreninde, en iyi grup ödülünü Mor Ve Ötesi aldı. (Yeri gelmişken diğer adayları da sayayım: Hepsi, Gripin, Pinhani)
Tüm zamanların en iktidar yanlısı yönetimine sahip -ve hatta bir zamanlar Attila İlhan'ın boy (ve yol) gösterdiği TRT2'ye "Ermeniler Aslında Bizi Nasıl Doğradı" içerikli yayınlar yapan Kırmızı Hat programını angaje eden- TRT tarafından Eurovision'da ülkemizi temsil etmekle görevlendirilmiş bir grubun böylesine popüler bir ödüle kavuşması şaşırtıcı bir durum değil elbette. Şaşırtıcı olan, Amerika'nın kırmızı halı geleneğini üstüne geçirmeye çalışan ve Pazar Magazin gibi programlarda ne kadar pahalı kıyafetler giydiğini ve en son hangi zenginin cebine elini daldırdığını gösterme telaşında olan bir çoğunluğun oluşturduğu seyirci topluluğuna karşı yapılan konuşma: teşekkürler ve akla düşen bir "mesaj vermeliyim" kaygısı ve daha da komiği, bu protest tavrın aslında ne kadar apartılma olduğunu belli eden, alkışlara karşılık çıkan bir "yeaah!" nidası. (Merak edenler için konuşma metni şurada)
Mor Ve Ötesi'nden böyle bir protest tavır, samimi bir ideolojik duruş bekliyor değilim. Filhakika, bu tamamen kendi kendilerine biçtikleri bir kalıp. Kalıp diyorum çünkü bir konu hakkında bu kadar fazla söyleme sahip olan ve fakat söyledikleriyle eylemleri arasında ciddi bir uyuşmazlık gösteren gruplara daha önce de değinmişliğim malum. Sıkça kullanılan bir "fakir söylemi" vardır; "Amerikan kıyafetleri giyen solcu" yahut benzer bir "protest kolej çocuğu" fikri, ekseriyetle kıyafetlere ve okullara yönelik kıskançlıklarını dışsal mazeretlere meze eden kişiler tarafından kullanılırlar, Mor Ve Ötesi için de sıkça kullanılan içi boş eleştirilerdendir. Keza ideolojik tavrını da bu denli boş ve ad-hominem argümanlar üzerinden belirleyen bir çoğunluğun yaşayageldiği ülkemiz sınırlarında karşı cins ilgisi çekmenin yahut çevre edinmenin ideolojik bellekte oynadığı rol üniversite yıllarından bir kaç sene sonra ortaya çıkacak, etrafımızda cebi dolu ama şeref kesesi bomboş kişilerle kıyaslanmamıza, maazallah Sinan Çetin'le aynı kefeye konmamıza sebebiyet verecektir. Benzer eleştirilere meyledenlerin sonu da er ya da geç benzer bir sahneye göz kırpagelmiştir.
İşbu sebeple Mor Ve Ötesi'ni daha önce eleştirme gereği duymamış, belki de umursamamıştım. En nihayetinde her birey ve topluluk kendince bir fikir belirleme ve bu fikri paylaşma özgürlüğüne sahip; kaldı ki eleştirilerin büyük çoğunluğu da bir takım kişisel hasetlerden ötürü yukarıda saydığım ad-hominem saçmalamalara dönüşüyorsa aslında eleştirmek için elimde yeterli verinin de var olduğunu söylemem mümkün değil idi, düne kadar. Hangi kitleye, hangi amaçla yapıldığını açıklamış olduğum bir konuşma var, üzerinden bir daha geçme niyetinde değilim. Ama işin içtenliğiyle ilgili bazı ipuçları veren "noluyo eheh/yeah" tepkileri, sahte ve samimi olmayan bir duruşun gözümüze sokulmasıyla elde edilmeye çalışılan ilgi ve dolaylı yoldan satış/popülerite denkleminin bilinmeyenlerini azaltıyor.
Hangi okulda okundu, hangi kıyafetler giyildi hiç umrumda değil, ama Türkiye'de yaşanan "kimlik" tartışmalarının boyutuna baktığımızda karşılaştığımız korkutucu tabloda Mor Ve Ötesi'nin anlamsız bir şarkıya "mahallenin delisi" gömleği giydirmesinden daha önemli bir misyonu vardı, benim beklediğim. Ocak 2007'ten Şubat 2008'e kadar ateşli bir etnik kimlik tartışması yaşamış bir ülkede ikame ediyoruz. Konjönktür, Şubat 2008'den Mart 2009'a kadar da bir dinsel kimlik tartışması yaşayacağımızı gösteriyor. Kişisel ve toplumsal hezeyanlar sürecinde cinsel kimlik yaygaralarının ne ölçüde vuku bulduğuna hepimiz şahidiz; "Bursalı"ların çıkan isimlerini düzeltme amacıyla eşcinsel yürüyüşüne satırlarla daldığı hala zihinlerimizde. Belki de geçen sene Eurovision'u kazanan yarışmacının eşcinselliğini özgürce ifade etmesiyle gelen deli cesareti sonucu seçilmiş Mor Ve Ötesi'nin baskın cinsel kimliği de malum. Bundan daha da önemli olan bir şey var; sanat, spor gibi milletçe ehemmiyet verdiğimiz konularda ilk defa eşcinsel kimliği bilinen bir aktör tarafından temsil edilecek bu ülke insanlarının idrak yollarının açılması gerekliliği. O halde beklentim şuydu, toplumdaki tabuları yıkma amacıyla ne olduğu belirli mecralarda, ne olduğu belirsiz lümpence lakırdılar etmek yerine, Mor Ve Ötesi'nin cinsel kimlik tartışmasına bir açılım getirmesi. Boşunaymış.
Bir önceki yazımda, Adorno'nun bakış açısına değinmiştim, herhalde Adorno günümüz Türkiye'sinde yaşamış olsa, tüm bu curcunayı -benim de yapmış olduğum gibi- ticaretleşme süreciyle değerlendirirdi. Müziğin her halükarda ticari bir yönü olacağı fikrine ise hala karşı olduğum gerçeği değişmiyor elbette. Mor Ve Ötesi'nin -kanımca- kötü ve üstüne bol gelmiş anlamlarla desteklenmiş Deli şarkısının daha da güzeli var, oralarda bir yerlerde. Ticaretten, paradan hiç bahsetmeyen, kötü kayıtlı şarkılar yapan bir üniversite hocasının şarkısı: Bana Ne? ve Mor Ve Ötesi'nden daha yalın bir şekilde dile getiriyor: Deli gibi yaşamak istiyorum.
Dr Hüso, Ege Üniversitesi Makine Mühendisliği'nde öğretim görevlisi. "Yazıyor, Çiziyor, Boyuyor, Fotoğraflıyor, Çalgıyor, Söylüyor, Besteliyor" ve işin doğrusunu söylemek gerekirse hiç birini de sanatsal estetik açısından "güzel" bir biçimde yapmıyor. Ama derdimiz şu, yapılanların hepsinden daha içten bir duyguyla yapıyor ve her şeyi yapmaya çalışırken taşıdığı bu içsellik, yaptığı şeylerin sanatsal boyutunu kıyas kabul etmeyecek bir noktaya getiriyor. Tüm bunların altyapısının sağlanan eğitim imkanlarından çok, kişisel meziyetler ve kişisel gelişim olduğunu düşündüğüm vakit duyduğum saygı artıyor.
Daha önce bahsetmiş olduğum kataloglar sağolsun, 8bit platformunu bırak, 486'lardan bile bihaber bir neslin üstüne giymiş olduğu "Robot Kültürü"nü de Ben Robotum kadar içten anlatan başka bir şarkı var mı, bilmiyorum. Asimov'undan William Gibson'ına, Ridley Scott'ına el öptürecek bir durum işte. Sanırım adının Kraftwerk ya da Einstürzende Neubauten olmaması, kafasına Daft Punk kaskı takmaması, dalga geçmemiz için yeterli sebepler. Tabii ki biz de çocukluğumuzu tuğla kalınlığındaki Gameboy'larla, Amstrad ve Atari'lerle geçirmiş insanlar olarak; nereden bu hevese kapıldığı belli olan, Mario tshirt'lerini üstünden çıkarmayan, Accessorize mağazalarından eşek yükü paraya Space Invaders kolyesi alan ve internet sahifelerindeki gerekli bölgelere "8bit Rıza" yazan Intel indie'si, popüler magazin ürünü 8bit çocuklarıyla dalga geçebiliyoruz rahatça.
Varsın sorun dalga geçmek olsun, hakedene laf söylemekten çok düşküne saldırmayı görev bellemiş bir kültüre sahip olduğumuzdan, lümpenleri alkışlarken, ruhsal hastalıktan mustarip insanları tükürük yağmuruna tutabiliyoruz. Dr Hüso'yu da makine mühendisi diye tanımlamamızdan mütevellit, kendisini Ajdar Anık ile eşdeğer görüp boş he-he-he'lerle eğlence arayışında olanların varlığını göz ardı edemeyiz. Şu kertede, Ajdar Anık da bir ülke fenomenidir, şarkısıyla dansıyla değil, psikolojik sorunlar yaşadığı apaçık belli olan bir insanı, tekrarlıyorum İNSAN'ı, nasıl haber, rating ve dolaylı yoldan para kazanma aracı yapmamızla şekillenmiş bir vicdansızlık kantarı olması bakımından.
Kendi gücünü belli etmek isteyen herkes, kendinden güçsüze zulm etmiştir. İşte Ajdar Anık'ın ülkemizdeki işlevi budur. Girin bakın, youtube'un Ajdar'a edilen onlarca küfürle dolduğunu bu ama yorumları yapanların, hayatlarını internet cafe'lerde çürüten ve elle tutulur hiç bir özelliği olmayan zavallılardan ibaret olduğunu görürsünüz. Tanım koyacak akademi yetkiye ve bilgiye sahip olmasam da, amiyane tabirle "deli" olan bir insanla işte bu şekilde eğleniriz, işte zamanının anlamsız kihkoh cümlesi bu durumu tanımlamak için biçilmiş kaftandır; osuruğa gülenin osuruk kadar aklı yoktur.
Tüm bunları desteklemek benim için kolay, maalesef. Ajdar Anık'a teşhis koyamasam da, 20 yıldır paranoyid şizofreni teşhisiyle yaşayan teyzemin hayatından ufak parçalar, aslında herkesin deli kavramına bakış açısının ne olduğunu içime işlemiş yeterlilikte kanıtlar. Bunu anlamak için akrabalara gerek yok, küçükken bizi mahallenin delisine taş atmaya iten, büyüdüğümüzde bizimle iletişim kurmaya çalışan aynı delinin ensesine okkalı bir tokat aşketmemizle sağlamlaşan toplumsal bilincin ne olduğu ortada. Aslında Mor Ve Ötesi'nin gururla ve berbat bir samimiyetsizlikle içi boş biçimde övdüğü delilik kavramının "toplum sözlüğü"müzdeki açılımları belli. Yine aynı toplum sözlüğümüz ve -sözde- gelişmiş erdem duygularımızla, anca vefat ettikten sonra isminin önüne -sanki övercesine- "Deli" sıfatı eklenmiş Aysel Gürel örneğinde yaptığımız samimiyetsizliğin, vıcık vıcıklığın bilincinde olanlar da var.
Velhasıl, ülkemin her mahallesinde hala bir deli yaşıyor. Kendisine "akıllı olun, akıllı" bile denmiyor, genelde itilip kakılıyor. Ama daha da önemlisi, kendini akıllı zanneden zırdelilerin farkında olan, kendisine içi boş öğütler verme çabasındakilerin karşısına çıkacak en az bir akıllı, ülkemin en az bir mahallesinde olmasa da, bir yerlerde hala yaşıyor.
söyleyen; dream endless. at 18:39 2 mırıltı.
20080214
Ólafur Arnalds - Variations Of Static
Ólafur Arnalds, bir çok gözünü para bürümüş kadının onbin küsür dolarlık pırlanta yüzükler gibi "ufacık şey"ler üzerinden kocalarının ve sevgilerinin kendilerini ne kadar sevdiğini belirlediği bir günde ve hatta tam da benim bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde, Londra'da bir konser veriyor. Ufak çaplı bir turun ayağı olan bu konser esnasında da işte tam da burada yazdığım yeni ep'sindeki şarkıları çalıyor, muhtemelen de konserden sonra aynı ep'yi imzalayacaktır. Lakin işbu ep, henüz "tura özel" bir bir kapsamda ve dağıtılmıyor ama cevval ve illegal yayın anlayışımız sonucunda, nisan ayı gibi raflarda olacak bu ep'yi tanıtma şerefine nail oluyorum.
Balmorhea ile ilgili yazımda, çok başarılı bir ilk albümün tehlikeli durum yaratabilme potansiyeline değinmiş idim. Eulogy For Evolution ile 2007'nin en iyi albümlerinden birine imza atmış Ólafur Arnalds için de aynı durumun geçerli olduğunu iddia etmemiz mümkün ve fakat kendisi, tıpkı Balmorhea gibi, bu seneye de bir öncekinden hiç de geri kalmayacak bir imza atmaya kararlı gibi gözüküyor.
Variations Of Static, Ólafur Arnalds'ın yarattığı şaşırtıcı olgunluğun daha da gelişmiş olduğu sinyallerini vermekle kalmıyor, müzikal gelişimini de gözler önüne seriyor. Kanımca albümün en vurucu şarkısı Fok'da kullanılmış olan elektronik ögelerin Ólafur'un müziğine katkısı büyük. Ve fakat bu ögelerin hiç de abartılmadan ve sıkmadan kullanılmış olması, "acaba neo-classic-electronica trendine bir şehit daha mı veriyoruz" konulu paranoyamızı bastırıyor. Albümde bir şarkıya daha değinmek icab ediyor, o da Haust. Haust; Ólafur'un tüm parçalarına oranla yaylı ağırlığı üst düzeyde olan bir şarkı. Keman hocamın bana ilk söylediği sözü, aradan yıllar geçmesine rağmen kolaylıkla hatırlayabiliyorum; kalbe en yakın çalınan enstrüman kemandır ve oradan gelen ses kalbini titretir demişti bana. İşte tam da bu sözün sağlamasını yapıyor Haust bize; keman çalınırken çalanın kalbi ne kadar titremiştir emin olamam ama - kulaklıklarımdan bile kalbimi titretebildiyse ise bu şarkıyla- orta şiddette bir depremle sarsıldığını tahayyül edebiliyorum.
Sanatçı: Ólafur Arnalds
Albüm: Variations Of Static (Nisan/2008)
Şarkı Listesi:
1- Fok
2- Viğ Vorum Smá...
3- Haust
4- Lokağu Augunum
5- Himininn Er Ağ Hyrnja
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 23:32 4 mırıltı.
damgalar electronica, icelandic, ólafur arnalds, piano, strings
Ólafur Arnalds - Eulogy For Evolution
Bu hafta İzlanda haftası yapalım dedik, yazı yazdık, o oldu bu oldu, albüm ekleyemedik. Sözümüzü yutacak değiliz, en iyisi kaldığımız yerden devam etmek, varsın hafta intervalinin dışına çıkalım.
Ólafur Arnalds, 20 yaşında bir İzlandalı. Hani demiştik ya, elalemin 20 yaşındaki genci neler yapıyor, biz facebook'larda ömrümüzü kim eklemiş? aplikasyonlarıyla yerken diye; en güzel örneği budur. Yaşından beklenmeyecek bir sadelik, sanki aziz mertebesine ulaşmış dea piyanosuyla vahiy iletiyor bize.
İlk kutsal kitabının adı da Eulogy For Evolution, sahiden de o kutsal denize ulaşmamız için gerekli materyali barındırıyor muhteviyatında. Kendisinin yeni ep'si, Variations Of Static de tedavüle çıktı şu sıralar, ona geçmeden önce Eski Ahit'e göz atmalı ama.
Sanatçı: Ólafur Arnalds
Albüm: Eulogy For Evolution (Ekim/2007)
Şarkı Listesi:
1- 0040
2- 0048
3- 0952
4- 1440
5- 1953
6- 3055
7- 3326
8- 3704
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 19:29 0 mırıltı.
damgalar icelandic, ólafur arnalds, piano, strings
20080211
"We're Trapped In The Belly Of This Horrible Machine."
Haberler yeni; A Silver Mt Zion'ın yeni albümü nedeniyle Drowned In Sound'a röportaj veren Efrim, Godspeed You! Black Emperor'ın -resmen olmasa da- dağıldığını/bittiğini/yokolduğunu söyledi. Aynen çeviriyorum;
"Godspeed'in son Amerika turnesi, savaşın çıktığı zamana denk gelmişti. Her zaman yaptığımız şekilde, seyirciyle iletişm kurmamız bir hayli güç oldu. Normalde sahnede seyirciyle güncel olaylar üstüne konuşur ve duruşumuzu belli ederiz, ama bu seferki tek taraflı bir iletişimden fazlası değildi. Raf ömrümüzü tamamladığımıza inanıyorum ve artık Godspeed'in 'yapılmaması' gereken bir şey olduğunu düşünüyorum."
Bilmeyenler için şu detayı da es geçmeyelim, grup bu tur esnasında, El-Kaide mensubu oldukları şüphesiyle göz altına alınmış, ardından salıverilmişlerdi. Amerika'nın zenofobik durumu bir yana, Efrim grubu dağıtmalarındaki asıl sebebin Irak Savaşı olduğunu söylüyor yine aynı röportajda.
Godspeed You! Black Emperor ve Efrim benim için özel isimler, daha önce de belirtmiştim; yaptıkları sadece müzik değildi, tavrın müzikal olarak canlandırılmasıydı yaptıkları, bu yüzdendir ki bir çok grubu etkilemişler, belki de yepyeni bir janrın fundamental temellerini atmışlardı. Lakin bu son açıklamayla, things change demekten kendimi alamıyorum. Her zaman sesini yükseltmiş ve bu duruşu gururla taşımış bir grubun öncüsünün bu denli lümpence bir bahaneyle bir efsaneyi silmiş olması çok şaşırtıcı keza.
90'ların sonlarında vuku bulan savaşlar arasında; Kosova'da yirmi bin ölü ve beş bine yakın kayıp, Bosna'da ise yüz bine yakın ölü kaydedilmiş. Ocak 2008 verilerine göre, Irak'ta ölenlerin sayısı 1.266.000 (yazıyla yazalım: bir milyon ikiyüz altmışaltı bin) Bu durum karşısında, 5 yıl sonra eylemde bulunup, eylem modus operandi'si olarak da inaktiviteyi seçen Efrim'in, 90'ların sonlarında yaşanan ölümlere ve savaşlara sessiz kalmışken tepkisini Irak'la verdiğini mi düşünmeliyiz acaba. Kendini her zaman koyu bir anarşist olarak tanımlamışken Efrim Menuck, anarşizmin aslında eylemselliğe dayanan bir ideoloji olduğunu mu gözden kaçırıyor, beslenmiş olduğu kaostan mı kaçıyor, yoksa hepimizi salak mı sanıyor, bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, artık "tra-la-la" grubuyla yaptığı şarkılar varken, aktif bir ideolojik müzik topluluğuna gerek kalmadığını hissetmesi. İşin daha da üzücü yanı, bu hissiyatını bir başka grubun yeni albümünün "tanıtım"ında söylemiş olması.
Bu bize bir şeyi tekrar hatırlatıyor: müzik sadece müzik olamaz. Tüm sanat dallarına bakın, hiç biri müzik kadar kaba değildir. Çünkü görsel duyularımızda filtreleme seçeneği olsa da, işitsel filtreleme imkanımız yoktur, ve yapılan bir müzik biz istesek de istemesek de bize ulaşacaktır. Çok ama çok etkin bir ulaşım yolu ve yarattığı etkiden ötürü etkinliği giderek büyümeye yatkın. Bu etkinliği Adorno iki çerçevede değerlendirmiş; ritmik ya da hissi yatkınlık. Günümüzün mekanikleştiren şartlarında, insan ya mekanik hareketlerine uygun ritmlere ilgi gösteriyor, ya da azalan içselliğimizin ve insanlığımızın eksiklerini takviye duygularla kapatmak isteyip (tıpkı vitamin eksikliğini vitamin haplarıyla kapadığımız gibi) duygu yoğunluğu ihtiva eden şarkılara yöneliyor. Seçtikleri yollar farklı olsa da, iki grubun amacının da en nihayetinde aynı olduğunu iddia ediyor Adorno; insanların ihtiyaçlarını gidermek ve bu doğrultuda daha fazla satmak.
Sinan Çetin'in "Adorno salağın tekiymiş" diye bir sözü var. "Teoman Türkiye'nin ilk sanat yönetmenidir" ve "Şener Şen oyuncu değildir" gibi nispeten daha salakça olan diğer iddialarının yanında, Adorno'nun salaklığı biraz daha üzerinde düşünülesi bir konu olabilir. Bu denli yüksek bir paranoyanın, bizi nihilistik bir sanat trajedisine sürükleyeceği ortada, ama diğer yandan, samimiyetinebu kadar güvenmiş olduğumuz Efrim'in böylesine saçma bir bahaneyle bir efsaneyi silmiş olması ise paranoyalarımızı canlı tutuyor.
Bush efendinin Irak politikaları nedeniyle (!) yokolan bir grubun yanında, yine aynı nedenle (!) bu sefer tekrar doğan bir grup var; Rage Against The Machine. Ne de çok inanmıştık, 15 yaşımızda, dünyayı değiştireceklerine, ve komünizmin mutlak doğru, ideal yönetim biçimi olduğuna, ulaşılabilecek bir ütopyadan çok, Rage Against The Machine t-shirt'leri ve cd'leriyle mutlu mesut yaşayabileceğimiz bir yer olduğuna. Siyasal ve ekonomik konjonktür denen şeylerden habersizdik ve anlaşmalı oldukları Sony'nin silah yapımında kullanılan yan maddelerin üretiminde etkin rol oynadığına değinmiyorlardı şarkılarında. Velhasıl, "sistemin içine girip içinde patlayacağım" yalanlarıyla yutturulmuş Matrix'i de tadında bırakmamışlardı, RATM'i de tadında bırakacak gibi gözükmüyorlar.
En güzel şaka kısa olandır, demişler. Bu yüzden hala Syd Barrett dendiğinde gözlerimiz dolar, Cobain ismini duyduğumuz vakit içimiz burkulur ve lakin aradan 100 yıl geçse de hatırlanacaktır bu isimler, ama hangimiz hatırlıyor Zack De La Rocha'nın kim olduğunu, mesela Green Day'in vokalistinin adı nedir, bilen var mı? Efrim pek tatmin edici olmayan bir nedenle son vermiş olsa da, onun da ve GSY!BE'ın da ismini hatırlayacağız amma, yaptıklarına hürmeten. Belki Syd Barrett kadar değil ama, olsun.
Gerçi Syd Barrett'ı da hatırlamayanlar var, hatta daha kötüsü, müziğin yüz karası Sid Vicious'la karıştıran. Altay Öktem; andropoz sinyalleri almaya başlayınca yeraltı kültürüne göbekten giriş yapıp etraftan topladığı fanzinleri kitaplaştıran, yıllar yılı mizah dergisi Penguen'in sayfalarını berbat yazılarla süsleyen bir adamdır. Geçenlerde yazdığı bir yazıda Syd Barrett'ı Sex Pistols'a sokmuş, genç yaşında öldürmüştü kendisi. İşte bir kültürü sindire sindire almayınca böyle oluyor.
Bizim kültürümüz, kültürü sindirememe kültürüdür, ideolojiyi bir kıyafet olarak algılama kültürüdür, belki en fazla da yeraltı edebiyatçılarında rastlarız bunlara. Cezmi Ersöz ansiklopedilerce ağlamıştır, kaç kere gördüm o berbat giysili küçük kızlara asıldığını hatırlamıyorum. Ha keza Küçük İskender'in yazdığı kitapları toplasan benim 2007-2008 sezonu ısınma sorunum çözülür, ama hala 15 yaşında yazdığım kompozisyonlardan daha iyisini yazamaz.
Gidin piyasadaki dergilere bakın, varolan kültürleri presleyip, incecik dergi haline getirip, hap halinde satmaktan başka bir şey yapmaz çoğu. Müzik mi dedin, şu grubu öğren, bu konsere git. Sinema mı, bu film güzel, bu festivalde karşı cinsinle karşılaşırsın. Şu kıyafetler herkeste var, altına bu ayakkabıyı giymeyi unutma. Zamane insanının yaşadığı yalnızlık hissi, alıntı ve çalıntı, bol gelen kıyafetler gibi içine girdiğimiz kültür yanılgısıyla yokedilmeye çalışılıyor. İşte bu yüzden üniforma gibi tek tip giyinen insanlar görürüz konserlerde, film festivalleri işte bu yüzden çeşme başına dönüşüyor; belirli bir zümreye ait olmak gerekiyor ve bunun için yapacaklarımız, giyeceklerimiz, dinleyeceklerimiz ve izleyeceklerimiz malûm kataloglarda yazılı.
Geçen günlerden birinde, yazdığım blog'u tanımlamam gerekti bir muhabbet esnasında. Müzik blog'u desem, bu kadar yazdığım şeye yazık, "müzikal kültür blog'u" lafı çıktı ağzımdan. Üzerinde düşününce aklıma geldi, sahiden de şu mecrada yapmaya çalıştığım tek şey, insanların kültürlerine kum tanesi büyüklüğünde de olsa bir katkıda bulunmak. En azından bir şarkının yaratmış olduğu değişimi yaratabilirim diye umud ediyorum. Ve gideni bir şarkıyla uğurlarken, kıssanın da hissesini veriyorum: (Lift Your Skinny Fists) Like Antennas To Heaven.
Sevgiler.
söyleyen; dream endless. at 09:05 5 mırıltı.
20080208
Sigur Rós - Hvarf/Heim, İzlanda Haftası, Film Festivali ve Daha Bir Sürü Şey.
Malum, herkeste bir İzlanda çılgınlığı var son zamanlarda. Kime sorsam, İzlanda'da yaşamak isterdim, diyor. Sebep belli, Sigur Rós ve Björk, CNBCE ekranlarında izlenen Noi Albinoi'ler ve saire. "10 dolara her şey dahil" turizm stratejisiyle ziyaretçi çekip döviz zengini olma hayaliyle 50 yıl harcamış ülkemiz insanına garip geliyor tabii, iki sanatçıdan ötürü ülke değiştirme fikri.
Geçen yaz Sezen ziyaret etmiş idi İzlanda'yı, bir ton şeyler çekmiş, montajlamak adına kare kare inceleme fırsatım olmuştu. Dağ bayır çimen çok güzel diyen arkadaşlarımıza söyleyeyim, Karadeniz'e gidin, aynı dağ, aynı çimen, gerçi o zaman aklımıza gelen İsmail Türüt olacaktır, Sigur Rós değil, olsun. Garip adamlarmış bu İzlandalılar da, en az bizim Karadenizliler kadar. Şehir hayatları çok olmadığından, onbinlerce dolar harcayıp aldıkları cipleriyle köy meydanı kıvamındaki yerlerde dönüp duruyorlarmış bütün gün, bir nevi genç eğlencesiymiş. Biz olsak görmemiş deriz, İzlandalı yapınca "hoş" geliyor.
Nerden nereye geldik, konuya dönelim. Efendim bir "İzlandacı" kitlesi var demiştik, salt ülkemiz dahilinde de değil üstelik. Last.fm üzerinden icelandic tag'e bakayım dedim, Radiohead ve Mogwai'ın da icelandic diye tag'lenmesine ağlasam mı gülsem mi bilemedim. Madem öyle, İzlanda'dan çıkma tertemiz müzikleri paylaşayım istedim bu hafta, bir Icelandic blog'u var şurada, ben de boşlukları doldurabilirim.
Hazır !f İstanbul'a da geliyorken Heima, Sigur Rós ile başlayabiliriz bu seriye. Ve Sigur Rós hakkında edeceğim bir kaç kelam varken onları da etmeme vesile olsun, hazır uykumu almışken ve kedim bana saldırmıyorken ve hazır henüz kimse upload'ladığım albümleri rapidshare'e şikayet edip sildirmemişken.
Sigur Rós'un çoğumuz için özel bir yeri var, Metallica dinleyip metal tutkunu olmuşlar gibi, Sigur Rós ile düştüm bu sevdaya diyebilirim. Havasından ya da suyundan, İzlanda atmosferinden gelen ses daha da bir dolu oluyor işte. Yoğunluğa laf edecek değilim, ama samimiyetleriyle ilgili bazı soru işaretleri var zihnimde. Konu şu: Hopelandic zırvası çok da gerekli miydi, ya da şöyle soralım, fonetik olarak çok güzel bir anadile sahiplerken, Hopelandic'in daha çok ilgi çekmek için yaratıldığını söyleyebilir miyiz? Aynı şekilde, Jónsi'nin çello yayıyla gitar çalıyor olması benzer bir ilgi çekme mantığıyla harekete geçmiş olabilir mi?
Cevap vermesi zor sorular, tek bildiğim, çok ama çok daha fazla sevebilecek iken Sigur Rós'u, efendim balina sesiymiş, meleklerin konuşmasıymış gibi kılıf uydurulmaya çalışılan ve kanımca insanlar "biliyor musun aslında böyle yapıyormuş onlar!" diye konuşulsun diye zorlama bir biçimde oturtulmuş şeylerle kafamda işte bu soru işaretleri oluşmuş oluyor. EMI'ın da promosyon yazılarında özellikle bunun üzerinde durmuş olması da pseudo-entelektüellerin ağzına bir parmak bal çalmak gibi oluyor, o naif müziği için değil de, farklılığı yüzünden Sigur Rós dinleyen bir kitle oluşmuş oluyor böylece. Farklılık her zaman satıyor, biliyoruz amma, kendi olarak da çok farklı bir fenomenden bahsediyoruz. İşte, köylerin ülkesinden gelen, naif ve şirin bir köylü kızı gibi Sigur Rós ama saçlarını sarıya boyayıp makyaj havuzuna düştüğü zaman daha güzel gözükeceğine inanıyor. Yine de çok eleştiremiyorum, en nihayetinde ülkesinde bedava verdiği konserlerden sonra yayınlanmış bir albümü tanıtıyorum ve en nihayetinde ilk göz ağrılarımdan birini eleştiremiyorum istesem de. Varsın Hopelandic'e kılıf bulsunlar, varsın EMI pseudo-entelektüel kitleye yaranma adına tüm promosyon stratejisini bunun üzerine odaklasın.
Bunun yanında, Heima'nın !f İstanbul ziyaretine biraz daha değinmek icab ediyor. Bizim pseudo-entelektüellerimizin gözde mekanıdır bienaller, film festivalleri. Hiç değinesim yok buna, yıllardır kim bilir kaçıncı kez eleştiriyorum, ama bu kadar da olmaz dedirten olaylara şahit oldukça dilimi tutamıyorum. Karşı cins avcılığı için, statü rozeti niyetine sanatsal aktivite peşinde koşan ülkem insanı, müzikal muhteviyatın sanal dünyadaki bir numaralı ismi last.fm'de film festivali etkinliği yaratılmasını kaçırmamış. Winamp'i mute'a alıp top listener olma adına yapılan binlerce loop'un yanına, müzikal profillerde göze sokulmak istenen sinema festivalleri de dahil olmuş oldu. Karadeniz'in İzlanda'dan pek farkı yok demiştim ama İzlanda'dan 20 yaşındaki Ólafur Arnalds'lar, 17 yaşındaki Kjartan Hölm'ler çıkarken bizim 20'li yaşındaki gençlerimizin facebook'ta ömrünü çürütüyor olmasının nedeni belli oluyor böylece. Hepsine !f İstanbul'da hayırlı birer kısmet diliyorum. Lakin tüm bu eleştirilerimin üstüne nasıl Sigur Rós beğenimi çöpe atmıyorsam, festivali de boş geçecek değilim. İki konunun çakıştığı yerde, eleştirilerimden ötürü kavga etmek isteyen de, merhaba demek isteyen de, 23 Şubat'taki Heima gösteriminde bulabilir beni, sırtımda çello, yakamda gül olacak.
Sanatçı: Sigur Rós
Albüm: Hvarf/Heim (Kasım/2007)
Şarkı Listesi:
Hvarf
1- Salka
2- Hljólamind
3- Í Gær
4- Von
5- Hafsól
Heim
1- Samskeyti
2- Starálfur
3- Vaka
4- Ágætis Byrjun
5- Heysátan
6- Von
DOWNLOAD.
**Bu arada, Kristen'in katkılarıyla, Heima şurada.
söyleyen; dream endless. at 19:13 3 mırıltı.
damgalar icelandic, ólafur arnalds, post-rock, sigur rós
20080207
Immanu El - They'll Come, They Come
Yanlış anlaşılmasın, grubu çok da önemsemediğimden değil, değer vermediğimden de değil. Uykusuzluk, şu platformda paylaştığım bir albümün bizzat grubun kendisi tarafından engellenmiş olmasının yarattığı düşkırıklığı, açlık, kedinin cinselliğini özgürce yaşamak için çıkardığı sinir bozucu sesler ve saire, objektif ve tatmin edici bir yorum yapmamı engelleyeceği için hiç yorum yapmamayı tercih ediyorum, şimdilik.
Sanatçı: Immanu El
Albüm: They'll Come, They Come (Eylül/2007)
Şarkı Listesi:
1- Under Your Wings I'll Hide
2- Home
3- White Seraphs Wild
4- Astral Days
5- Panda
6- Kosmonaut
7- I Know You So Well...
8- ... in valleys
DOWNLOAD.
20080206
Balmorhea - Rivers Arms
Genelde başarılı bir ilk albüm, saman alevi gibidir. Grupla ilgili beklentinizi korkunç derecede arttıran ilk albümden sonra, eskisinden azıcık da olsa kötü bir yeni albüm çoğu grup için yolun sonu olabiliyor, vereceğimiz örnekler saymakla bitmez. Dolayısıyla Balmorhea'nın beklenen albümü için de endişeliydim, acaba ilk albümde hissettiklerimi tekrar hissedebilecek miyim, grup kendini tekrar ederek bayatlamayı mı tercih edecek, yoksa üstüne koymayı başarabilecek mi sorularının cevabını oldukça tatmin edici bir şekilde alıyorum. Rivers Arms, tüm endişelerimi bastırmayı başaran bir albüm. Öyle ki enstrümanlar değişmese de, şarkı strüktürleri aynı kalsa da, sound pek farklılık göstermese de, debut'lerindeki hisle çaldıklarını anlamak hiç de zor değil. İşte biraz tanındıktan sonra baştan savma bir albümle ününe ün katan grupları niçin eleştiriyorsam, hissiyatları ve içtenlikleri sapasağlam kalan Balmorhea'yı da aynı sebeple başımın tacı edebiliyorum. Tüm bu söylediklerimin en büyük dayanağı, hiç şüphesiz ki, ilk albümlerinde de yer alan Baleen Morning'i, üzerinde kim bilir ne kadar emek harcayarak çok daha harika bir hale getirip yeni albüme koymaları diyebilirim, 6-7 şarkıyla kotarılacak bir albümü dolu dolu 14 şarkıyla sunmaları, bir saat boyunca bir müzik ziyafeti vermelerini öne sürebilirim.
Gitar, piyano, çello ve keman ile ne kadar yoğun hissedebilirim? sorusunun cevabını, bu sefer çok daha düzgün ve çok daha şiirsel bir şekilde veriyor Balmorhea. Çok basit ama bir o kadar da dolu ve en önemlisi, sonuna kadar içten; işte tüm o irin ve sidik kokan grupların yanında, müziğin sadece duyu organımızla ilgili olmadığını hatırlatan bir albüm. Dinlerken burnumuza gelen çimen kokusu, sevgiliye dokunurken parmak uçlarımızda hissettiğimiz elektrik, gözümüze çarpan unutulmuş rüyalar, müziğin, iyi müziğin gücünü bir kez daha anımsatıyor hepimize. Öyle değerli bir albüm ki bu, times new roman'la yazılmış bold bir download yazısı yerine, ufak bir hediye paketiyle sunabilmeyi isterdim. Maalesef elimden gelen bu, yine de en içten duygularımla hediye ediyorum size, 2008'in tartışmasız -şimdilik- en iyi albümü; Rivers Arms.
Sanatçı: Balmorhea
Albüm: Rivers Arms (Şubat/2008)
Şarkı Listesi:
1- San Solomon
2- Lament
3- The Summer
4- The Winter
5- Greyish Tapering Ash
6- Baleen Morning
7- Barefoot Pilgrims
8- Context
9- Process
10- Divisadero
11- Limmat
12- Theme No. 1
13- Wind And Sea
14- San Solomon (Reprise)
DOWNLOAD
söyleyen; dream endless. at 00:20 1 mırıltı.
damgalar american, balmorhea, neo-classic, piano, strings
20080204
iLiKETRAiNS - Progress-Reform
Progress-Reform ile ilgili bir iki kelâm edeyim; bu mini-albümün, iLiKETRAiNS'in patlamasındaki rolü tartışılamaz. Her ne kadar ben albümdeki 7 şarkının 7'sini de birbirine benzetiyor olsam da -müziği aynı, vokali aynı şekilde olan tüm bu şarkıların meydana getirdiği- albümün 2006'nın en iyilerinden olduğu konusunda bir çok müzik otoritesiyle (her kimlerse) hemfikirim.
Antarktika yarışı esnasında mürettabatı ile birlikte açlıktan ve soğuktan telef olan Kaptan Scott'un hikayesinin anlatıldığı Terra Nova'nın yanı sıra, geçen ay aramızdan ayrılan satranç efsanesi Bobby Fischer'e ithaf edilmiş Rook House For Bobby albümün en çok göze batan parçaları, ki şaşırtmayacak şekilde klipler de bu parçalara çekilmiş, stop-motion'ın balı ağzımıza bir kez daha çalınmış idi.
Elegies To Lessons Learnt ile kıyasladığımızda daha çiğ ve daha tekdüze olsa da, barındırdığı samimiyetin çok daha yüksek olduğu inancındayım. İşte bu yüzden, iLiKETRAiNS'in bir 5-6 yıl sonra unutulmayacak tek albümü bu olur kehânetinde bulunuyorum.
Sanatçı: iLiKETRAiNS
Albüm: Progress-Reform (2006)
Şarkı Listesi:
1- Terra Nova
2- No Military Report
3- A Rook House For Bobby
4- Citizen
5- The Accident
6- Stainless Steel
7- The Beeching Report
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 12:28 2 mırıltı.
damgalar english, iliketrains, leeds, post-rock
20080201
It Takes Emotion, It Takes Dedication. It Takes A Death.
Cobain beynini patlatalı henüz 3 yıl olmuş; okulda poğaça yemek için aldığım harçlıklardan biriktirdiğim parayı ilk kez bir albüm için harcıyorum: In Utero. Bilmem kaç kere döndü o kaset, odama taşıdığım 70'lerden kalma kocaman teybin içinde. Müzikle gerçek anlamda böyle tanışıyorum, henüz dünyayı ve hatta kendi bedenini bile tanıyamamış bir çocuk olarak "müzikal anlayış" duvarıma ilk tuğlayı koyuyorum böylece. Tuğla tuğla diktikten sonra o duvarı, üstünü birbirinden farklı renklerle boyuyorum, kendimi ve dünyayı tanıdıkça, sonra bütün boyalardan ve tüm renklerden sıkılıp bembeyaz yapıyorum duvarı, üstüne koca harflerle tek bir kelime yazıyorum: SAMİMİYET.
İşte bu kelime, müziğe -ve hatta kümülatif anlamda Sanat'a- olan bakış açımın tek filtresi. Samimi olan benim için iyidir, ve her zaman saygıyı haketmektedir. Peki müzikal samimiyeti nasıl anlayabiliriz, tek soruluk final sınavımız bu. Benim için "risk nedir?" saçma sorusuna o ütopik "risk budur." cevabı vermek kadar kolay bunu söylemek; samimiyet budur. Bir şarkıyı dinlediğin anda, 30 saniyede anlayabilirsin sanatçının hangi duyguyla o şarkıyı yazdığını, hangi duyguyla söylediğini, çünkü samimiyet çok çabuk form değiştiren bir tavırdır ve yapanın gözünde göremiyorsan bile sesinde hissetmek, enstrümanını çalan elinde algılamak korkunç derecede kolaydır.
Eminem soruyor; "Eğer istediğin her şeyi, tek bir ana hapsetme şansına sahip olsaydın; onu korur muydun, yoksa gitmesine izin verir miydin?" Faust bu soruyu yanlış (ya da doğru?) yorumladığı için kazandığı (kaybettiği) her şeyi kaybetmişti (geri kazanmıştı). Peki hangisi daha onurluca, Cobain'in her şeye sahipken yaptığı gibi beynini açmak mı, yoksa elimizdekiyle yetinmeyip müziğin pezevenklerinin sundukları uğruna bacaklarımızı açmak mı?
İşte müziğimizin yeni fahişesi post-rock, son 5 yılda defalarca becerilmiş indie'nin yakın dostu. 15 yaşındaki bakireleri arar gibi "the next-bigthing" arayan müzikal endüstrinin pezevenkleri tarafından keşfedildi, 15 yaşındaki bakire çocuklara 10 dolara peşkeş çekiliyor. Kim ne kadar isteyerek bacaklarını açıyor, kim iğreniyor, kim sahne orgy'lerinde en çok becerilen oluyor, tablo açık. Çok uzun zamandır bu janrın öncüsü olmuş isimler var elimizde; Explosions In The Sky, Mogwai, Sigur Rós, Godspeed You! Black Emperor. Last.fm chart'ları bu "4 büyük"ün yanına yeni bir ismin dahil olduğunu gösteriyor bize; 65daysofstatic, post-rock'ın lolita fahişesi.
Çoğu grup gibi başlıyor 65daysofstatic'in hikayesi. Bir kaç kişi ortaya atılan bir fikirle bir grup kuruyor, bodrum katlarında ya da ucuz stüdyolarda yapılan kayıtlardan sonra bir kaç şarkı belirleniyor. Sonra Sheffield'ın, Leeds'in, Manchester'ın o ufacık barlarında, 30-40 kişiye verilen konserler. Çok güzel bir dinamizm getiriyorlar ardından müziğe, The Fall Of Math ile. Retreat! Retreat! dinlediği anda kalbimden vurulmayana insan denmiyor, o kadar etkili, o kadar yoğun ki. One Time For All Time ile, kalbimize çakılan çivi kazığa dönüşüyor ve grup üyeleri yaptıklarının farkına yavaş yavaş varıyor. İşte o an seçimlerini yapıyorlar; elindekiyle yetinme, durma, devam et. Ve aralanıyor bacakları yavaş yavaş; The Destruction Of Small Ideas çıkıyor. Yine aynı "hype" şarkılar belki, ama enstrümanlardan anlıyorsun samimiyetin kaybolduğunu, o berbat tonlu davulları yazan her kimse, hissediyorsun kayıt esnasında "boşver uğraşma, nasıl olsa satıyor ve satacak" dediğini. Şimdi The Cure'le dünyayı turluyor 65daysofstatic, pek yakında bir halta benzemeyen pop dergilerinde görmek mümkün özellikle de bu turdan sonra.
Ama konum 65daysofstatic değil. Sadece grup üzerine, ekşi sözlük'te yaptığım bir tartışmadan sonra ortaya çıktı diyebilirim bu yazının anahatları. Çizmek istediğim portre daha farklı, ve hiç şüphesiz ki bu portrenin tam ortasında duruyor 65daysofstatic. Amacım müzikteki fahişeliği anlatmak. Çünkü bu işten para yiyen pezevenkler oradalar ve biz samimi olmayan bir şeyi tekrarlamaya devam ettikçe, onlar para kazanmaya devam ediyorlar; büyük organizatörler, cd satışlarından kazandığı parayı günde 1 dolara çalışan işçilere veren plak şirketi sahipleri ama çok daha acısı, müzikal endüstrinin sadık köpeği olan müzik medyası.
Türkiye'de üç tane müzik dergisi gönlümde ebedî bir yere sahiptir: Roll, Lull ve Non-Serviam. Kendi paralarıyla bir şey yapmaya çalışan insanların gönülleriyle yaptığı dergilerdi bunlar. Kendi kapaklarındaki sanatçıları, ülkenin en büyük karteli Doğan Grubu'nun beslediği Blue Jean'in kapaklarında da görebilirdiniz. Ama bir tanesinin sayfalarında gördüğünüz samimiyeti, diğerinin "Yakışıklı Mıyım/Değil Miyim" anketlerinden arda kalan sayfalara koyduğu röportajlarda bulamazdınız. Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor, artık The Rolling Stone'umuz var ve daha da önemlisi, renkli katalog görünümünden kopamayan, Bant. Eskiden ortaokul sıralarında Blue Jean okuyup derse soktuğu walkman'inde N'Sync dinleyenlerin izdüşümünde şimdi The Rolling Stone okuyup iPod'unda CocoRosie dinleyenler var. Müziği bir statü göstergesi olarak algılayan neslin yetişmesi asla durmayacak, her adımda buna daha çok inanıyoruz. Artık insanlar Efrim'in Lull'ın sapsarı ve kalitesiz sayfalarında yayınlanan röportajını değil, ambalajı çok güzel ama içi bayat yazıların dolu olduğu sayfaları okuyorlar, işte sana Pitchfork Media, işte The Wire. Muhteviyat azaldıkça görsellik şahlanıyor. Bu endüstrinin ürünlerine baktığınız zaman da kafalarının bomboş ama üstlerinin rengarenk olduğunu görmek de işte bu yüzden şaşırtıcı olmaz.
Kimseden Cobain'in, Efrim'in, Eminem'in yaptıklarını yapmasını beklemiyoruz. Birileri daha fazla para kazanmak zorunda, birileri bu para kazananların üstünden daha fazla statü sahibi olmak için çabalamak zorunda. Ama ey okuyucu, oku. Senin yaradılışını canlandıran musikinin adıyla oku. İşte burada, beş kuruş para ya da bir dirhem statü kaygısında olmadan, anlatıyorum. Yeni para kazanma aracı haline gelmiş "post-rock" ne ola?
Mogwai kurucusu Dominic Aitchison, bir röportajında şöyle buyuruyor, kendisine "post-rock" dendiği vakit:
"Salakça bir terim, hiç bir anlam içermiyor. Bir çok grup post-rock olarak etiketleniyor ama Tortoise gibi gruplarla kıyasladığınız zaman aslında ortak hiç bir yan bulamadığınızı görüyorsunuz. Dolayısıyla bütünüyle muallak bir terim. Medyanın tanzim yapmak için kullandığı bir kolaya kaçmanın sonucu. Eğer ki bildiğiniz anlamda rock'n'roll değilse, öyleyse post-rock'tır. Madem hüzünlü o zaman buna post-rock diyelim. Salakça."
Her kelimesine katılıyorum. Ama kavramlar kendi kendilerini kavramlıyorlar. Söylentiyle ve yanlış algılamayla dahi ortaya çıkmış olsa da, bir süre sonra normatif bir özellik kazanıveriyor ve ortaya "gerçek" bir şey çıkmış oluyor. Her ne kadar bunun kavramsal içeriğini reddetsek de, algısal anlamda kendimizce bir tanım yapmamız bile geçerli bir neden haline geliyor. Bu sakat bir durum, pür neo-classic yapmış bir grubu bile salakça "post-rock" olarak etiketlememize sebep olabiliyor. Lakin bu janr benim için janrlar-ötesi bir durumu çağrıştırıyor, tıpkı klasik müzik gibi, neyin ne olduğu dinlediğin ilk anda kafana çarpıveriyor ve bunun geçerli tek nedeni, yazımın başında da belirtmiş olduğum o hisle örtüşüyor. Nasıl ki sesteki samimiyeti, enstrümandaki hissi algılıyabiliyor isek, yapılan müzikteki tavrın, kafamızda şekillenmiş olan "post-rock şablonu" ile uyuşup uyuşmadığını ölçebiliyoruz. Bu yüzden benim için bu janrı tanımlayan özellikler, avant-garde bir duruşun yanına konmuş drone'lar, ambient öğeleri, klasik kreşendo dur-kalklarından çıkıp tek bir belirleyene, samimiyet eksenine oturuyor.
İşte tüm bu çarpanlar ışığında, kimin neyi ne için yaptığı o kadar net ortaya çıkıyor ki. Limbo Pillow'da 15. yazımı yazıyorum, 15 yazı boyunca yapmaya çalıştığım tek şey, duyguyu ve bağlılığı gösteren grupların hissiyatını diğerleriyle paylaşmak oldu. Tüm bu albümleri buraya koyarken, bu yazıları 0 ve 1'lerden yoğurup anlam yaratmaya çalışırken, tek isteğim; müziği müzik olarak algılayan ve kulağındaki seçici geçirgenliğe güvenen insanlara yardım etmek, çoğalmak. Gün geldiğinde ve para kazanma çabasındakiler farklı kıtaları kirletmeye başladığında, ürünlerin ambalajı değiştiğinde ve içlerindeki beyin çürümeye başladığında, biz paramparça ya da apaydın bir beyinle burada ya da zihinlerde olacağız. Manifestomdur.
Sevgiler.
söyleyen; dream endless. at 03:44 6 mırıltı.