20090218

Kashiwa Daisuke - 5 Dec.






















Mühim olanın bir albümün bir kaç satırlık bir link'ini paylaşmak olmadığını, onun yerine hususi hisler ihtiva eden ve bu sebeple de kişiyi farklı farklı düşüncelere gark eden müzikler hakkında kelam etmenin esas olduğunu, ilk günden beri şiar eyledim kendime. Bu sayfalarda, bu ilkenin dışına çıkmış tek bir yazı vardır -hangisi olduğu malûm-, şu anki yazıdan sonra ise bu sayı hakkında bir konsensüs oluşmayabilir.

Evet, Kashiwa Daisuke'nin yeni albümünü beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Ama düşündüğümüz vakit, oluşan düşkırıklığının ve dahi hiddetin de bir düşünce tufanı yarattığını söyleyebiliriz. Bu düşünce ve/ya duygu karmaşası vücuduma sirayet ettiğinde hep aynı semptomlarla karşılaşırım; gözümün önünde imgeler ve kelimeler uçuşur, birbirinden kopuk kara parçaları gibidir bunlar, karmaşanın hitam bulmasını, sükûnet içinde bir bütün oluşturmayı beklerler. Sahiden de, örneğin Balmorhea yazısında bir göl kenarından bahsediyorsam, bir göl kenarı oluşur zihnimde Balmorhea dinlerken, sonra o imgenin hemen ardından bir şimşek çakıp fırtına kopar, müzikteki hazin huzuru böyle algılarım işte. Nahoş durumlarda da bir benzeri yaşanır elbet, düşkırılığı ya da hiddet sinir uçlarıma doğru ilerledikçe yine aynı imgeler ve kelimeler belirir zihnimde. İşte 5 Dec. de bu tip imgelerin müsebbibiydi; ucuz Alman dj'ler, ucuz Alman pornosu, ucuz cinsellik kokan new-age elektronik diskolar, IDM denen salak janr, dansın ne kadar salakça bir eylem olduğu.

Hiddetlendirmişti beni 5 Dec., çok uzunca bir süredir bu albümü bekliyordum ve son iki haftadır düpedüz gün sayıyordum işte. Oysa ortaya çıkan "son ürün", alelade bir elektronik albümüydü. Alışık olduğumuz dahice bestekârlığı, büyük bir incelikle kullandığı klasik müzik tınıları gitmiş, yerine yavan bir müzik gelmişti. Böyle düşünmüştüm, böyle hissetmiştim. En nihayetinde Kashiwa Daisuke, bundan evvelki albümleriyle, ne yaptığını ve ne yapmaya çalıştığını belli etmişti. Bugünün elektronik müziğini, aydınlanma devrinin klasik müziğiyle ve bir aydınlanma devri bestekârı inceleğiyle icra ediyordu Daisuke, hani bugün değil de o dönemde yaşasaydı, belki de Amadeus yerine o mihenk taşı kabul edilecekti. Tüm bu durum içinde elbette albümün yarattığı düşkırıklığı büyüyordu.

Ne var ki, düşkırıklığıma engel olamasam da, hiddetime gem vurmaya muvaffak oldum. Albümü tekrar tekrar dinlediğim vakit, evet eskisi kadar harikulade olmasa da, vasatı aşan bir yapıyı haiz olduğu kanaatine vardım. Galiba bunun altında, Requiem ve About Moonlight gibi iki parçanın rolü büyük.

Ve fakat, konu şarkılardan açılmış iken, albüme dahil olmayan -onun yerine bir toplama albümde kendine yer bulan- bir Daisuke şarkısından söz etmek icab eder. En nihayetinde, henüz bir kaç ay önce yayınlanan bu şarkı, Daisuke'nin özünden vazgeçmediğini, olsa olsa albüm özelinde bir değişime gittiğini belli ediyor. Coto, albüm niteliğinde bir şarkı desek yeridir.

Sözün özü, bir bütün olarak beklentileri tam anlamıyla karşılamıyor olsa da, yer yer oldukça doyurucu tadlar ihtiva edebilen bir albüm 5 Dec. Kötü'den vasat'a doğru yer alan yorumum bir gün iyi'nin durağına uğrar mı bilemem, ama 5 Dec.'in bir Program Music I olmayacağı da aşikar.


Sanatçı: Kashiwa Daisuke
Albüm: 5 Dec.

Şarkı listesi:
1- Red Moon
2- Requiem
3- Bogus Music
4- Taurus Prelude
5- Black Lie, White Lie
6- Silver Moon
7- Broken Device
8- About Moonlight
9- Aqua Regia
10- Beautiful Sunday

DOWNLOAD.

20090216

Minimal Acoustic Band - Proyect 2006






















Oryantalizm diyince, Venedikteki Viyanadaki saray yavrusu evlerini, onca servetini bırakıp yerkürenin doğu tarafına koşan Marko Polo'lar, Joseph von Hammer'ler geliyor aklımıza. Peki, doğunun tam da içindeyken doğuya yönelmeye çalışana, bu beyhûde çaba içinde yön bulmak için olduğu yerde dönüp durana ne demeli? Bir türlü doğulu olduğumuzu kabul edemedik, Avrupa Birliği gibi üst-politik bir duruma değinmemeye ihtimam ederek söylüyorum, nedense kendimizi Avrupalı görmek gibi bir takıntı sahibiyiz. Tanzimat devrinden bu yana atamadık içimizdeki bu anlayışı, bize göre biz batılıyız, Avrupalıyız ve İstanbul'un doğusuna Sorbonne mezunu sapsarı saçlı mavi gözlü antropologmuşuz gibi yaklaşıyoruz. Kendini münevverden sayan lümpenlerimiz için çok daha acıklı bir hal almıştır bu durum, doğuya yönelişi bir erdem olarak gölen Türk entelektüeli, bilhassa "Türk solu" diye adlandırageldiğimiz topluluk, bu yönelişi öylesine yanlış anlamıştır ki, Türk solu ya kasket-bağlama-Alevi türküsü, ya da Vosvos-sitar-Hare Krishna üçlemelerine mahkûm kalmıştır. Dolayısıyla bu cenahlardan sürekli olarak yeni bir moda türetilir. Hatırlarsanız bir ara tütsü pek modaydı, ardından yoga esti gürledi, Aborjinlere katılmak için evden kaçan şaşıbeşin hikayesini de hatırlatmak isterim.

Efendim işte bu Aborjinlerin geleneksel müzik aleti didgeridoo'ya, Sepultura zamanlarından beri hususi bir sevgi beslerim. Meselenin oryantalist ve/ya düşünsel tarafından ziyade salt müzikal kısmına odaklandığımızda, hakikaten de farklı bir tınıya sahip olan ve bu özelliğiyle de kulakları kendine bağlayan bir yapısı var didgeridoo'nun. Minimal Acoustic Band'in öne çıkan iki enstrümanından biri de bu didgeridoo. Diğeri ise, sanki bir kontrast oluştururcasına, didgeridoo'nun kadim tarihine karşıt, ikibinli yıllarda yaratılmış, hang davulu nâm, vurmalı bir çalgı. İsviçre'de üretilen bu hang davulunun tınısı, diğer vurmalı çalgılara nazaran çok daha farklı. Sanki bir ritm enstrümanından ziyade, bir klavyeli enstrümandan çıkarmış gibi; kaldı ki bu pek de büyük bir yanılgı olmaz. Zira neredeyse tüm vurmalı çalgıların aksine, hang davulunda tüm notalar mevcut.

Minimal Acoustic Band, bu iki zıt zamana ve iki zıt zemine ait olan ve fakat birbirine çok yakışan (çok isterdiniz buraya "Tıpkı İstanbul gibi..." yazmamı biliyorum, Tuna Kiremitçi okuyun) bu iki çalgıyı birleştirirken, üzerine bir de dijital bir melodi eklemliyor. Ortaya çıkan sonuç, aşağı yukarı şöyle;



Tabii ki bu sokak gösterilerini izlediğimiz vakit aklımıza, üstünde Şile bezi dikişsiz gömlek sırtında sitar dolaşan, saçında rastasıyla "ilginçlikler adamı" geliyor ama durum bu kadar sığ değil. Minimal Acoustic Band, pek çok çalgıyı ilgiye mazhar bir şekilde kullanan ve bunu yaparken de günümüzün dijital titreşimlerinden de yararlanan bir grup diyebiliriz. Fatih Kısaparmak-Babazula arasına sıkışmış oryantalist bir dimağ için zihin açıcı görevi üstlenebilir Minimal Acoustic Band, yahut söz konusu çalgıların üstadlarıyla tanış olmanıza uzanacak yolda eğimi yumuşak bir aperatif olabilir.


Sanatçı: Minimal Acoustic Band
Albüm: Proyect 2006

Şarkı listesi:
1- Ake Bono
2- One Way
3- Somni
4- Cokoa
5- Cokoa Mix
6- Sahara

DOWNLOAD.

20090206

Mono - Hymn To The Immortal Wind





















Henüz dün Mono'dan söz açılmışken, gruba karşı mesafeli olduğumu söylemiştim tam olarak. Neden bilmem, Mono'yu heyecanla dinleyen, dinlerken de tarif olunamaz duygulara gark olan biri değilim. Sanırım bunda, yapageldikleri müziğin, artık çok daha farklı bir sınıra yayılmasına rağmen Mono'nun hala kendi sınırlarında kapalı kalmasının payı büyük. Her halükarda, Hymn To The Immortal Wind'in yolunu gözlediğimi, sabırsızca beklediğimi söylemem doğru olmaz. Gel gör ki, grubun tam da onuncu yılında çıkan bu albümle ilgili duyarsızlığım, son kertede benim kaybımmış; bunu anlamış bulunuyorum.

Grubu ve albümü değerlendirirken bazı sinir merkezlerine değinmemiz gerekiyor. Evvela, Mono'nun bu "post-rock" tanımı içindeki ağırlığı aşikar. Bana göre bu durum, bir çok grup için önemli birer dezavantaj olma özelliği taşıyor. Zira, ilgili/ilgisiz herkese ulaşabilme kapasitesine sahip bu gruplar, büyük bir beklentinin sorumluluğuyla yüzyüzeler. Öyle sanıyorum ki, Mono'dan uzunca bir süredir etkilenmemiş olmamın altında da bu sebep yatıyor; Under The Pipal Tree ve One Step More And You Die gibi iki albümden sonra, You Are There'de daha farklı, daha görkemli bir şeyin beklentisi içine girmiş olmam ve düşkırıklığına uğramam doğal. Aynı şekilde, bu beklentinin haklılığı ya da haksızlığından çok, hesap defterindeki dolar cinsinden başarısı da önem taşıdığından, herkese hitab etme zarureti ortaya çıkıyor. Bu noktada hem beklentileri karşılayacak derecede "yeni", hem alışkanlıkları devam ettirecek kadar "eski", hem de "satabilecek" düzeyde bir şey üretmek, gerçekten de zor bir şey.

Tüm bu müzikal tanımlardan sorumlu kişi, genelde albüm prodüktörleri oluyor. Mono'nun son iki albümünün prodüktörlüğünü yapmış olan kişi, aslında pek aşina olduğumuz bir isim; Steve Albini. En basit hatırlatmasıyla, Nirvana'nın prodüktörü, Shellac'ın beyni. İlginçtir ki, Mono'nun hoşuma gitmeyen albümlerinin altında imzası olan bu isim, bu kez tam da damak tadıma uygun bir Mono çıkarmış karşıma.

Hymn To The Immortal World, alıştığımız Mono müziğinden çok farklı olmasa da, post-rock dozajı azaltılmış, yaylıları ve klasik havasıyla çok daha ön plana çıkan bir albüm olmuş diyebiliriz. Öyle ki, albümü dinlediğim süre zarfında, daha çok bir soundtrack albümü dinliyormuş hissiyatına kapıldım. Klasik bir Japon dramasının baskın hüznünü taşıyan şarkılar var bu albümde. İşte şu çello-keman paslaşmasında, sakura ağacının altında iki sevgili veda ediyor birbirine diyoruz örneğin. Bu noktadan hareketle, soundtrack'e oturup bir film yazmak bile imkanlar dahilinde görülebilir; durgun başlayan, giderek daha da hazin bir hal alan, ortalara doğru en az dört beş ana karakterin öldüğü ve en az beş altı vedanın yaşandığı, sonlarında da yine aynı derecede hazin ama öfkeli -belki intikam temelli- bir hesaplaşmanın ya da bir savaşın yaşandığı bir film.

Evet belki heyecanla, gün sayarak beklemiyordum Mono'yu, ama sundukları, müziği ve hayal ettirdikleri ile, uzun bir aradan sonra bu kadar yoğun bir heyecana yol açtıklarını itiraf etmem gerekiyor. Hymn To The Immortal Wind, adına ve zamanına yakışır bir albüm olma özelliğini taşıyor; onuncu yıla yakışan ve belki de on yılın en kıymetli albümü.


Sanatçı: Mono
Albüm: Hymn To The Immortal Wind

Şarkı listesi:
1- Ashes In The Snow
2- Burial At Sea
3- Silent Flight, Sleeping Dawn
4- Pure As Snow (Trails Of The Winter Storm)
5- Follow The Map
6- Everlasting Night
7- The Battle To Heaven

DOWNLOAD.

20090204

Balmorhea - All Is Wild, All Is Silent




















Bursa'da, ufak ölçekli bir ilçede ikamet ediyorum. İlçe sakinlerinin nereden baksan yüzde doksanı öğrenci olduğu için, bayramlarda ve yahut tatillerde evler bomboş olur. Zifiri bir karanlık ve zemheri bir soğuk çöker sokaklara, sokak lambaları bile yanmaz, mutlak bir sükûnet hakimdir havaya. Hal böyle olunca, düşünecek şeyi varsa insanın ya da yazacak, o şey katmerlenerek artıverir. Son zamanlarda artmakta olan yazı hacminin sebebi de buydu. Şimdi işin edebi boyutundan, musiki boyutuna doğru geçelim yavaş yavaş, hazır böyle bir sükûnet söz konusuyken, layık olan müziğe bir aks-i sadâ eklemlensin.

Geçtiğimiz yıl tam da bu zamanlar kaleme almıştım, Balmorhea'nın Rivers Arms albümü hakkındaki naçizane fikirlerimi. Sözün özünde dediğim şu idi; ilk albümleri ile gözlerimizi kamaştıran bir kıvılcım çakmış olan Balmorhea, yeni albümleriyle de eskiye bel bağlamadan, değişmekten ve farklılaşmaktan, ileri adım atmaktan korkmadan o kıvılcımı korumayı başarmış, gözümde müziğin Prometheus'u olmuşlardı. Velhasıl, o gün söylediğim şey doğru olmuş, yıl içinde Rivers Arms'ın ihtiva ettiği kıymeti ve doygunluğu haiz olan pek az albüm yayınlanmıştı. Zaten önemli önemsiz, ilgili ilgisiz pek çok kişi de Rivers Arms'ın ve elbette Balmorhea'nın bu başarısını 2008 listelerinde taçlandırdılar.

Aradan geçen bir seneden sonra, araya ufak bir tur ep'si de sıkıştıran Balmorhea, yeni albümleri All Is Wild, All Is Silent ile arz-ı endâm ediyor mart ayında. Ne var ki albümün pek kısa zaman evvel müzik tutkunlarının örümcek ağına düşmüş olmasından mütevellit, büyük bir heyecana kapılmış olmamız tabiî.

Geçen sene, yazının özüne yerleştirdiğimiz fikri şimdi tekrar ele alıp, cümleyi yeniden kuralım: İlk çıkan başarılı albümlerden sonra çıkan ikinci ve daha başarılı albümlerin ardılı albümlerde de en az denk bir kıymet seviyesi mevcutsa, diyebiliriz ki söz konusu albümlerin yaratıcısı artık rüşdünü ispat etmiş, kimliğini ortaya koymuştur. Zira Balmorhea, hiç bir şekilde kendini tekrar etmeden, ezberlere sırtını dayamadan, arz/talep dengelerini umursamadan, apayrı bir muhteviyat barındıran ama aynı zamanda ürkütücü bir tanıdıklık hissiyatı da ihtiva eden bir albüm daha sunuyor bize.

Gel gör ki, grubun iklimi, hakim hava durumu bu albümle büyük bir değişiklik içine girmiş desek yeridir. Huzur yayan o güneşli havanın yerinde şimdi koyu bulutlar var. Balmorhea, biraz daha post-rock'a yakın bir müzikal kimliğe bürünüyor All Is Wild, All Is Silent ile, gerek davul tonları gerekse yaylı kullanımıyla. Yaylılar, bu albümün en temel özelliğini oluşturuyorlar; kapkara bulutları gökyüzüne yayan rüzgarlar bu yaylardan çıkıyor işte. En nihayetinde farklı bir mevsimde, ama aynı dünyadayız. Balmorhea hiç sekteye uğramadan koruyor bu özelliğini, inatla.

En nihayetinde, All Is Wild, All Is Silent'ın tıpkı öncülünün olduğu gibi, 2009'un en iyi albümlerinden biri olacağı, şimdiden aşikar. Balmorhea, o sönmeyen ateş elinde, hiç durmadan, hiç yorulmadan koşuyor; arkasında müthiş bir iz, kubbede bir is ve hepsinin yanında hoş bir sadâ bırakıyor. Gururla takdimimdir.


Sanatçı: Balmorhea
Albüm: All Is Wild, All Is Silent

Şarkı listesi:
1- Settler
2- March 4 1831
3- Harm And Boon
4- Elegy
5- Remembrance
6- Coahuila
7- Night In The Draw
8- Truth
9- November 1 1832



DOWNLOAD.