20091208

009




















Thrice to thine and thrice to mine; and thrice again, to make up nine.



Saatleri ayarlama enstitülerimiz yok ama zamanı insan eli değmiş bir mefhum olmaktan çıkaran bazı dayanak noktalarımız, zamanın kural kitabı olarak kullandığımız bir takım şeyler var. Mesela hiç şaşmayan intervallerle elektromanyetik enerji yayan gökcisimlerini ya da silisyum atomunun düzenli titreşimlerini zamanı tanımlamak için kullanıyoruz. Pulsar B1937+21'in etrafında altı yüz kırk iki defa dönmesini (yani altı yüz kırk iki gününü) "1 saniye" olarak tanımlamışız örneğin. O 1 saniye üzerinden dakikalara, saatlere, haftalara anlam yüklerken inançlarımızdan, kültürel birikimimizden, korkularımızdan, genetiğimizden faydalanıyoruz. Bu farklılıklar neticesinde ortaya çıkan durum şu: Hicrî takvime göre 1430, Rumî takvime göre 1425, Miladî takvime göre 2009, Çin takvimine göre Öküz yılındayız.

Takvimdeki bu değişikliklere göre çeşitli süsler, ritüeller, kutlamalar ortaya çıkıyor, tatiller oluşuyor. Alışveriş merkezlerinin camlarına beyaz köpükle "Hoşgeldin 2010!" yazılıyor, kırmızı külotlar yok satıyor, alkol almak için bir bahane daha ortaya çıkıyor, Pulsar B1937+21'e göre ayarlanmamış saatler ile geri sayım yapıldıktan sonra insanlar birbirine sarılıyor ve o anda ne yapılıyorsa bütün yılın öyle geçirileceği inancıyla umutlar tazeleniyor, o umutlar yerini artık çok değişik bir insan olma kararına bırakıyor ve ertesi gün soluk tenli, kokusu bile olmayan, boş bir sayfa kadar yorgunluk ve açlık yaratan yeni bir gün oluyor, o gün sonra devlet tarafından tatil ilan ediliyor ve evde yatıp gazete okuyup mükellef kahvaltılar etmemize izin veriliyor, kahvaltı esnasında çoğunlukla bir gece önce ne kadar çok içildiği söyleniyor ve aynı ritüelin bir dahaki yıl tekrarlanması gerekliliği üzerine bir kaç kelam ediliyor.

Benim 009 adını verdiğim yıl ise bir kaç gün sonra bitiyor. Ay'a göre düzenlenmiş ve 9 aya bölünmüş takvimimin son yaprağını kopardığımda çeşitli ritüeller ve süsler eşliğinde bazı kutlamalar yapacak ve ardından esaslı bir tatilin tadını çıkaracağım. Zira son üç dolunaydır pulsar döngülerinin ve silisyum titreşimlerinin büyük bir kısmını ders çalışmakla, french press temizlemekle, sevgilimle birlikte kitap yazmakla, burun silmekle, müzik dinleyememek ve oyun oynayamamakla harcadım. Nihayetinde "No one does more, or gets away with more than Jack"'teki Jack'ten "All work and no play makes Jack a dull boy"daki Jack'e terfi etmiş bulundum. Önümüzdeki günleri C-RPG'lerde çapkınlık yaparak, çok ama çok müzik dinleyerek, bisiklete binmeye çalışarak ve kurabiye yiyerek geçireceğim. Kurabiyeleri siz pişirmeyeceksiniz, müzikleri siz bestelemeyeceksiniz, bisikletin selesinden siz tutmayacaksınız, peki ben bunları niye anlatıyorum?

Bir kaç ay ve hatta neredeyse 2009 yılı boyunca devam etmiş olan tembellik, işgüzarlık sonucu çeşitli meraklı soruları da beraberinde getiren kuraklık, Miladî takvim 2010 yılını gösterdiği zaman giderilmiş olacak. Gelenekselleşmiş en kötüler ve en iyiler listesinin yanı sıra ocak ayında siz okuyucuları neler bekliyor bir göz atalım:

-Pirelli 2010 Takvimi
-Murat Bardakçı ve Pelin Batu'yla Argumentum ad Nauseam Köşesi
-Erotik fotoğraflı röportajlar
-Her yazıdan önce epigraf ve her yazıdan sonra "Ne zaman adam oluruz?" notu
-Sürpriz hediyeler.

Hangi saati ya da hangi takvimi esas alıyorsanız, yılınız ne zaman bitiyorsa, hangi ritüeli ve süsü kullanarak kutlama yapacaksanız, her nerede yaşatılıyor ya da unutuluyorsanız, hepinizin "yıl" tanımı mutluluktan anladığınız neyse onunla geçsin.

20091105

Blueneck - The Fallen Host






















Tercih edilenin, istenenin, beklenenin ne olduğunu düşündüğümüzde ortak bir paydayla karşılaşıyoruz; her daim zoru tercih ediyor, zoru istiyor, zoru bekliyoruz. Diken olmasaydı gülün bir önemi kalmazdı, uğruna gözyaşı dökmediğimiz hangi aşkın bir değeri var ve en mühim zaferler en çok kanın aktığı savaşlarda kazanılmıyor mu. Acının, ağrının, sızının içinde fevkalade bir gerçeklik var,sentetik bir çiçekten ya da zorlama bir ilişkiden, göstermelik bir savaştan daha doğru, daha canlı bir gerçeklik; hayat, ölüm olduğu için hayat. Aksi sıkıcı, boğucu, kocaman bir mahlukun ördüğü gri bir örümcek ağı. İçinize bakın, size yaşadığınızı hissettirecek duyguların arasında mutlaka bir acı bulacaksınız, artık hayatta olmayan biri ya da zamanı geçmiş ve asla geri gelmeyeceğini bildiğiniz bir anı ya da sizi hiddetlendirmiş bir sözcük. Durmuş kalbi canlandıran bir elektrik yükü gibi hepsi.

Bu kadar zaman yazmadıktan sonra, ilk yazdığım paragrafın acıya övgü olması birden fazla çağrışım yaratabilir. Bir zindanda işkenceye uğramış ve eninde sonunda kendimi kandırmayı başararak bir acı müptelasısı olmuş olabilirim yahut bol deri kıyafetli, bol çivili bir BDSM seansından yeni çıkmış olabilirim. Onun yerine, huzurun içinde rahatsızlığın gizli olduğunu kavradığımı ve bu şekilde huzurun daha farklı bir anlama kavuştuğunu keşfettiğimi söyleyebilirim.

Blueneck, rahatsızlığın müdahil olduğu huzursuzluğu müzikal düzlemde sergilemeye muvaffak olmuş bir örnek. Bundan üç yıl evvel çıkarmış oldukları Scars Of The Midwest albümünde tamamiyle kendilerine münhasır bir müzikal kubbe inşa etmişlerdi. Bu kubbe son derece yumuşak hatlara sahip olsa da ve müthiş bir huzuru temsil etse de, kaotik bir çok rengi içinde barındırıyordu. Scars Of The Midwest, alternatif metal müziğin kirli dokusunun bulaştığı ve fakat yumuşak ambient tınılar tarafından zemini oluşturulmuş bir albümdü ki bu denli zıtlıklarla inşa edilmiş her şey gibi tercih sebebiydi şahsım açısından. Gel gör ki, zıtlıklara yahut zorluklara herhangi bir önem atfedilmeyen, ilaç dolabından ilaç seçer gibi müziğin seçildiği bir dünyada Blueneck inşa ettiği o görkemli kubbenin altına çok az kişi sığdırabildi.

Yeni albüm, The Fallen Host ile bu kubbe çok daha görkemli, çok daha büyük, çok daha fazla renk barındıran bir şekle bürünüyor. Evvela Blueneck’in bu albümde yaylılara büyük bir rol biçtiğini söylemek gerek. Huzur veren bu zeminin genişlemesine rağmen, grubun rahatsız edici, can yakıcı, kirliği kimliği daha müphem olsa da yerli yerinde duruyor. Öte yandan, bu albümün post-rock diye adlandırdığımız müziğin belli ögeleri ihtiva ettiğini de söyleyebiliriz. Scars Of The Midwest’te baskın müzikal ton ambient iken, The Fallen Host post-rock yol haritalarından faydalanıyor. Her halükarda, Blueneck’in insanı şaşırtacak, tepki kararlarını sınayacak zıtlıklardan vazgeçmediği aşikar. Dingin bir piyanonun ya da adagio bir yaylının yumuşattığı ruha distortion bass riff’leri et döveceğiyle vurarak, insanın içindeki gizli acı noktalarını birleştirerek karanlık bir şekil ortaya çıkarabiliyor ve tam da bu yüzden Blueneck bir tercih sebebi, istenen, beklenen bir müziğin öznesi olabiliyor. Tüm bu acı içinde huzur verebilmek yahut bu huzura eşlik edebilecek sivri bir yaşam sinyalini kulaklar aracılığıyla beyne, ruha göndermek her grubun harcı değil. Nehir kenarında uzanmış gökyüzünü seyrederken kankırmızı bir bulut gördünüz, yavuklunuzun dudaklarını öperken ısırarak kanattınız, aşk şiiri yazarken kaleminizi elinize batırdınız Blueneck dinlerken, yaşadığınızı anladınız


Sanatçı: Blueneck
Albüm: The Fallen Host

Şarkı listesi:
1- Depart From Me, You Who Are Cursed
2- Seven
3- Low
4- The Guest
5- Children Of Amon
6- Weaving Spiders Come Not Here
7- Lilitu
8- Revelations
9- Lilitu (edit)

DOWNLOAD.

20090917

Exxasens - Beyond The Universe






















Evvelce de söylemiştim; benim ibadetim hissetmek. Hepimizin zaman zaman yaşadığı o ani ve batın his patlamalarına tepkisiz kalamayışımın nedeni bu. Duştayken, ayakkabılarımı bağlıyorken, henüz uyanmışken, otobüs beklerken bir anda vahiy gibi içime damlayan şeylerin üzerine gidiyor, kurcalıyorum büyük bir zevk ve merakla. Burada okuduğunuz yazıların veya okumadığınız masalların hepsi böyle çıkıyor. Bir karıncanın adımları ya da alt geçitler hakkında ipe sapa gelmez tespitlerde bulunan birinin sözleriyle açılan algı kapılardan kafamı uzattığımda gördüklerimden müteşekkil aslında her şey. Ne var ki, bazen o kapılar açılmıyor yahut açılsa da içerisini zifiri bir karanlık doldurmuş oluyor, bir şey görmek mümkün olmuyor. Bu tip durumlarda da kapının haritadaki yerini işaretliyor, ileriki bir vakitte tekrar ziyaret etmek üzere olduğu gibi bırakıyorum.

Henüz bir kaç gün önce, ayakkabılarımın bağcıklarını hizaya sokmaya çalışırken, gezegenleri ve yıldızları yiyen, karadeliklerde saklanan bir dev düştü aklıma; gezegenlerin milyar yıllık hayatlarının ihtiva ettiği en ufak şeyi -tozu, toprağı, anıyı, sesi, parmak izlerini- her çiğneyişinde tadan, yıldızların alevlerini dilinde gezdiren bu devin kapısından içeri kafamı uzattığımda, sanki inine göz atıyormuş gibi, karadelik karanlığında bir boyutla karşılaşınca, kapının yerini işaretledim ve uzaklaştım.

Exxasens'in uzunca bir zamandır beklediğim ikinci albümünü, Beyond The Universe'ü, tamamen dinlerken yaşadığım o vecd halinin sonunda, algımın ışıkları açıldığında, kendimi o kapının içinde, gezegenleri çiğneyip yıldızları yutan devle karşı karşıya buldum. Bu söylediklerim, yaşadığım hissi tarif etme ya da teşbihte bulunma gibi gerçekle bağlarını koparmış deneyimlerden muaf, daha çok içimdeki med-cezirin sebeplerini tahlil etme niteliği taşıyor. Bu durum herkes için geçerli olmayacaktır elbette, kimisi için çok kötü bir müzik ya da müzik olarak bile adlandırılamayacak bir gürültü silsilesi olabilir Exxasens'in yarattığı. Ama benim sinir uçlarımda mühürlenmiş olan his tam olarak böyle ve artık ne zaman Exxasens dinleyecek olsam, o devin içimdeki kıpırtısını hissediyor olmamın sebebi de tam olarak bu.

Polaris albümüyle esîrin üzerine bina edilmiş bir konsept kurgulayan Exxasens'in yıldızları, gezegenleri, karadelikleri bu albümüyle de çağrıştırması çok doğal. Albümün başlangıç şarkısı Red In Sky'ın sonundaki Sovyetler Birliği milli marşıyla başlayan albümün Copernicus ve Apollo 11'e ithaf edilmiş Spiders On The Moon gibi şarkılarla devam etmesi, benim gözlerimde Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan uzay yarışının, esîrde boğulmuş kahramanlarını canlandırıyor.

Exxasens'in tek kişiden ibaret bir proje olduğuna inanmak daha da zorlaşıyor Beyond The Universe ile. Bu kadar kusursuz bir incelikle düşünülmüş ve inşa edilmiş ayrıntılar, birbirlerinin üzerinde salınan soundscape'ler, boşluk doldurmaktan ziyade bir bütünü tamamlamak için çalındığı aşikar olan riff'ler ve tüm bunların üzerine yazılabilecek tartışmasız en uygun ritmler ile, Beyond The Universe için şunu söyleyebilirim: Hiç bir şekilde tansiyonu düşmeyen, bir an için insanı kulakları sıkmayan, gediği veya boşu olmayan bir albüm.

Bir önceki albüm Polaris'ten anımsayacağımız üç şarkı var Beyond The Universe'te. Bunlardan ilki, Standstill cover'ı olan ¿Por Que Me Llamas A Esta Horas? ki, Polaris'te Mira Mama ismiyle yer almıştı bu şarkı. Mira Mama'nın Polaris için taşıdığı o farklı ama hususi hava, ¿Por Que Me Llamas A Esta Horas?'ta daha ileri bir boyuta taşınıyor, daha hafiflemiş ve fakat daha çok soundscape'i içinde barındıran haliyle. Diğer şarkılar Polaris ve Spiders On The Moon da, daha önceki nüvelerini taşıyor olsalar da neredeyse yeni birer şarkı olarak görülmeyi hak edecek denli yeni bir çok ayrıntıyı ihtiva ediyor.

Uzun sayılacak bir süredir ruhumu doyurmaktan uzak bir çok albümle haşır neşir oldum. Eylül ayıyla birlikte bir patlama olacağını az çok tahmin ediyordum ki The Black Heart Procession, iLiKETRAiNS, Nadja gibi isimlerin yeni albümleriyle teşrif ettiği, gezegenimizi örten atmosferin de bu duruma elinden geldiğince arka çıktığı şu zamanlarda Exxasens'in albümü ruhu doyuran bir albüm olmakla kalmıyor, tahayyül ettiğim o devin içimde yaşadığına inanmama yetecek bir şekilde, sanki bir gezegenmiş de her dinleyişte o gezegenin üzerinde yaşamış sayısız insanın sayısız duygusunu hücrelerime zerk ediyormuş gibi hissetmeme sebep veriyor. Büyük konuşmayı pek sevmem ama bu sefer prensiplerimi biraz zorlamamda sakınca yok; Beyond The Universe arşivimin en kıymetlisi, ufak evrenimin Canis Majoris'i olmaya namzet.


Sanatçı: Exxasens
Albüm: Beyond The Universe

Şarkı listesi:
1- Sky In Red
2- Signals From The Outer Space
3- Lost In Space
4- ¿Por Que Me Llamas A Esta Horas?
5- Polaris
6- Stars In The Desert
7- Gray
8- Absolute Infinite
9- A Singular Deploy
10- Copernicus
11- Spiders On The Moon
12- Boolean
13- Stellar

DOWNLOAD.

20090915

Batman Yazıtları.
























İlk gittiğim film, Michael Keaton'ın başrolde oynadığı Batman'di. Her ne kadar Joker'in tebessümüyle gönül bahçemizin güllerini suladığı sahnelerde babam korkmamam için gözlerimi kapamış olsa da -Teenage Mutant Ninja Turtles'ta Splinter da aynı durumdan mustarip olacaktı- ve bu uzun yıllar süren bir jokerphobia yaratmış olsa da, sinema salonundan çıktıktan sonra hissettiklerimin boyutu gerçek anlamda boyumdan büyüktü. Bu hislerin rehberliğiyle filmin soundtrack albümünü binbir göz yaşı şantajıyla satın aldırmış ve albümdeki Batdance'e de yürekten vurulmuştum. El kadar sabinin "Betmeynn" diye şarkı söylemesi her nedense ev ahalisini yabancı dile ve müziğe yatkınlığımın filizlenen bir çiçeği olarak algılanmış bu yüzden Batman takıntım çeşitli oyuncaklarla beslenerek olur olmadık yerde Batdance'in dilime tek uygun bölümünü söylemeye devam etmem konusunda teşvik edilmiştim. Tabii bu teşvikin sonucu, sadece Batman nam kurgu karakterine değil, şarkıyı söyleyen ve The Prince, The Symbol, The Love Symbol #2, Christopher, Gemini, The Artist Formerly Known As Prince gibi namlarla anılan kurgusallığa çok yakın olsa da ne yazık ki gerçek olan karaktere de yakınlaştırmıştı beni. Kişinin ilk müzik idolünün The Prince olması vahim sonuçlara gebe bir tecrübe ama bu tecrübeye bilahare değiniriz.

Bu şekilde doğmuş, bu şekilde teşvik edilmiş Batman sevgim, ilkgençliğimde daha da büyüdü. Çizgiromanları her daim sevdim ama ne Superman ve Spider Man, ne de Zagor, Mister No gibi kahramanlardı ilgimi çeken; kahramanlık eksenli çizgiromanlar arasında favorilerim Spawn ve Batman'di ki, diğer telaffuz ettiğim isimlere nazaran bu neşriyatın bulunması çok daha güçtü. Zira Türkiye'de, çok eskilerden beri oturmuş bir çizgiroman kültürü var olmasına rağmen bu kültürün temelini Zagor, Mister No, Dylan Dog, Tommiks gibi fumetti'ler oluşturmuştu. Şahsi kanaatim, fumetti'lerin süpergüç paradigmasına kıyasla daha gerçekçi ögeler ihtiva etmelerinin bu seçimin esasında büyük rol oynadığı yönünde. Hal böyle olunca her yerde bulunabilecek fumetti'lere kıyasla Spawn ya da Batman gibi çizgiromanların piyasada dört yapraklı yonca yaygınlığında olması normaldi. Aslında bu şekilde geçmiş zaman mastarıyla konuşmamak gerekiyor çünkü durum günümüzde de farklı değil; Türkiye sathında çizgiromana ulaşabileceğimiz yer sayısı bir elin parmaklarını geçmediği gibi bu mekanlardaki neşriyatın da yabancı dilde olması okul dönemindeki okurları olumsuz etkiliyor. Yine de NTV Yayınları'nın son zamanlardaki çizgiroman atağıyla bu çemberi kırabilecek güçte olduğuna inanıyorum, inanmak istiyorum. Zira o binbir güçlükle ve yüksek maliyetle ulaştığım Batman'lerin, Spawn'ların, The Sandman'lerin sadece edebi değil hayati anlamda da kattıklarını ölçmeye kalksam yeterli büyüklükte kefe bulamam.

Baktığım zaman -nasıl ki Türk milletinin DC Comics ya da Marvel yerine fumetti'yi tercih etmesinin nedenleri varsa- benim de Superman'i, Spider Man'i görmezden gelip Spawn'u ve Batman'i tercih etmemin nedenleri olduğunu daha net görüyorum. Ayrımın en esas noktası, Clark Kent ve Superman arasındaki yahut Peter Parker ve Spider Man arasındaki o süperego/alter-ego çatışmasının Batman ve Bruce Wayne özelinde hiç bir şekilde geçerli olmaması. Bruce Wayne ne ise, Batman de o. Ne Clark'ın Lois Lane gibi güç manyağı ikiyüzlü bir kadının peşinden koşmasını görürsünüz ne de Peter gibi Jonah Jameson kalantoru karşısında süklüm püklüm olmasını. Bruce Wayne olsaydı Lois Lane'i "Gözlüğümüz var diye bana köpek çekerken elin süperine neden iş oluyorsun" diye bir güzel kovalar, Jonah "Bu fotoğraf olmamış Bruce" dese objektifi ağzına monte ederdi; Lois'in, Jonah'ın, May Parker'ın yarattığı günlük sıkıntıları elin kötü adamı üzerinden çıkarayım bir güzel rahatlayayım mantığı değil, salt adalet ve salt iyilik ışığında ilerleyegelmiştir Batman. Bunu yaparken de gözümden lazer çıkartayım ama çakıl taşı karşısında dut yemiş bülbüle döneyim gibi bir yolu yordamı da yoktur. Dayağını da yer, kurşunu da yer ama "Yemek buldun koş, Kriptonit gördün kaç" gibi korkulardan ziyade, dayağın da kurşunun da üzerine gitmekten imtina etmez Batman.

Batman'i sevmemin bir nedeni daha var ki, o da Batman'in hiç bir zaman stabil bir karakter olmaması. Devamlı değişen, farklı farklı şekillerde karşımıza çıkan bir kahraman Batman. Neşriyattaki farklı eraların yanı sıra, sinema perdesinde ya da animasyonlarda da farklı farklı bir çok şekilde Batman çıktı karşımıza. Örneğin ben en çok James Robinson Batman'lerini okumayı severim, perde karşısındaki favori Batman filmim Batman Begins olsa da favori Batman'im Michael Keaton. George Clooney'nin Batman'i canlandırdığı Batman & Robin'den ikrah etmem ya da Nolan'ın yönettiği Batman serisindeki futuristik Batman kostümlerine bir türlü alışamamış olmam da, karakterin kendi içindeki fraksiyonlarını benim nezdimde geçerli kılıyor. Dolayısıyla ben tek bir karakter olarak değil, daha çok algıya açık ve bu yüzden daha zor bir karakter olarak görüyorum Batman'i. Tornadan çıkma stereotipik süperkahraman mantığından ayrı bir kahraman olması, Batman'i benim gözümde ayrı bir noktaya taşıyor.

Tüm bunların hele müzik konseptli bir blog'da yer almasının nedenini sorabilirsiniz, bayram değil seyran değil Dark Knight seni neden öptü sorusunun cevabı da merak edilecektir tabii ki. Batman aşkımın aniden alevlenmesinin sebebi, yeni çıkan Batman oyunu, Batman: Arkham Asylum.

Biliyorsunuz, daha evvel de söylemiştim, en az müzik kadar zevk aldığım bir şey oyun oynamak. Eh, bu oyun Batman gibi ruhumun en dip noktasına yerleşmiş bir karakter üzerine bina ediliyorsa bu şekilde açılıp saçılmam da doğal. Bundan hareketle daha da ileri gidip bir Batman: Arkham Asylum yazısı yazmam da kaçınılmaz. Nihayetinde, yaşamının büyük bir kısmını oyun dergisi okuyarak geçirmiş biriyim. Bu zamanlarda en büyük hayalimdi oyun dergisinde yazar olmak, en güzel oyunları ilk defa oynayan, akla hayale gelmeyecek güçlü bilgisayarlara sahip insanlar olarak görürdüm oyun dergisi yazarlarını. Eğlenerek para kazanıyorlardı ve bunu yapan azınlık arasında olmaları da onları dünyanın en mutlu insanı yapıyor olmalıydı. Tabii ki bayraktarımız GameShow'du ve GameShow'un kapatılmış olmasıyla rüyadan uyanma hali baskın geldi. Yine de içimde bir uktedir oyun yazısı yazmak, o yüzden ucundan da olsa Batman: Arkham Asylum ile ilgili ufak bir bölüm de sıkıştırabilirim bu yazının içine.

Evvela şunu söyleyeyim, ben oyunların ekseriyetine sanat eseri inceliğiyle yaklaşıyorum. Bu bir çokları için anlaması zor bir tanım farkındayım ama nasıl ki Ayasofya'nın kubbesine bakınca, Wagner dinleyince ya da edası kusursuz bir şiir okuyunca içimizde bir yangın kopuyorsa, ben de Sanitarium oynadığımda, Planescape: Torment oynadığımda, Bioshock oynadığımda aynı yangını hissediyorum. Batman: Arkham Asylum da bu oyunlardan biri, bir sanat eseri. Tüm Batman sevgimden bağımsız söylüyorum bunu.

Eidos'un Tomb Raider ile yarattığı oyun türüne geri dönüyoruz Arkham Asylum ile. Zifiri karanlık bir atmosfer taşıyan Arkham'da geçiyor oyunun tamamı; Joker'in Arkham'ı fetih planı ve kendi ordusunu yaratma hayali üzerine sıralanan bir hikaye örgüsü var oyunda. Elbette oyunun Arkham'da geçiyor olmasının en önemli artısı, Batman hikayesinde yer alan neredeyse tüm karakterlerin, özellikle de kötü adamların, oyuna bir şekilde dahil olması. Elbette Joker'in orkestra şefliğini üstlendiği bu kakofonik koroda Harley Quinn'den Scarecrow'a, hatta Clayman'e uzanan bir çok kötü adam var.

Joker'in üzerinde bilahare durmak gerekiyor. Zira Batman The Dark Knight ile Heath Ledger olağanüstü bir Joker çıkarmıştı karşımıza. Evet, Batman serisine dahil olmuş hiç bir kötü adam sırf kötülük olsun diye kötülük yapan, bir Lex Luthor ya da Dr. Octopus yüzeyselliğinde kaostan haz alan karakterler değil, trajik bir hayat hikayesinin arka planını oluşturduğu intikam ya da rahatlama tercihleriyle ön plana çıkan karakterlerdi. Fakat Ledger'ın Joker'i, bu derinliği deri altından damarlara ilerleterek bir fenomen ortaya çıkardı; kötülük yapmaya çalışan ve kötülükten, kaostan zevk alan bir karakter değildi o. Aksine, insanların içindeki kötülüğü onlara kanıtlamaya ve insanların o kötülüklerini kucaklamaları gerektiğine inanan bir anti-kahramandı. Yaptıklarının manevi birer dayanağı vardı ve bir dava güdüyordu.

Maalesef Arkham Asylum'daki Joker, Ledger'ın yarattığı Joker'e gerek maddi gerek manevi anlamda uzak bir Joker. Yine de Joker'in ortalama halinin bile olağanüstü bir derinlik barındırdığını düşünürsek, oyunu fazlasıyla eğlenceli kıldığını söyleyebiliriz yarattığı kaosun. Bunun yanı sıra, Harley Quinn'e duyduğum deruni aşkın bu oyunla daha da ileriye gittiğini söyleyebilirim. Hali hazırda bayıldığım bir karakter olan Harley'nin bu sefer sadece soytarı kıyafetiyle değil, hemşire etekli soytarı kıyafetiyle ortaya çıkmasının bu ilerlemeyle alakasını söylemek istemiyorum. Fakat ben, oyunun en iyisinin Scarecrow olduğunu ve Scarecrow'un dahil olduğu bölümlerin oyunun şahikası olduğunu düşünüyorum. Ben hayatımda hiç bir oyunda bu kadar yüksek bir gerilimin, bu kadar yoğun bir duygusallığın bu denli iyi bir şekilde yansıtıldığına şahit olmadım. Eğer Arkham Asylum bir Mona Lisa ise, Scarecrow'un dahil olduğu bölümler Mona Lisa'nın gözleri. En az Undying kadar baş döndürücü, Mc Gee's Alice kadar psikosomatik bir hal alıyor Scarecrow'un baş rol oynadığı kısımlar.

Ne yazık ki oyunun kötü yanları da var. Evvela Batman'in korkunç kaslı görünümü bence oyunun en büyük falsosu. Zira Bruce Wayne kaslı olsa da hiç bir zaman günde 15 yumurta içip hayatının yarısını fitness salonlarında geçiren adamlar kadar kaslı olmayan, bu açığını da batsuit ile kapatan bir karakterken, büklüm büklüm katlı omuzları ve Roberto Carlos'tan kalın bacak kasları fazlasıyla karikatürize, itici. Bir zamanlar Show Tv'de de yayınlanmış Adam West'in başrolde oynadığı Batman dizisindeki yengeç koşuşunu bu oyunda da görmek animasyondan iki puan kırmamıza sebep oluyor. Fakat her haliyle, muhakkak oynanması, keşfedilmesi gereken bir oyun Batman: Arkham Asylum.

İşbu yazıyla Batman hakkındaki tüm içsel dinamiğimi bir şekilde dışarıya taşırırken, blog'un şahsi yapısına uygun olması hasebiyle, Batman'in anatemasını oluşturduğu bir müzikal ürüne de yer vermek isterim yazıya nihai noktayı koymazdan evvel: Onca Batman müziği arasında, Batman'e en uygun müzik olduğunu düşündüğüm, Danny Elfman'ın Batman Returns için bestelediği Batman Returns Suite.

20090906

RamaZam Muadili İstihzalardan Muaf Haberler.
















Eylül ayı nihayet teşrif ettiler, beklenen bir çok albüm ise kapıyı tıklatmadan önce son bir kez üstlerini başlarını düzeltiyor. Bu demektir ki, bu sayfalarda bir kabarıklık gözlemlenecek kısa bir zaman içerisinde. Med-cezirin bu med halinden evvel kısa bir bülten yapayım isterim, geleneğin devamı niyetine.

- Exxasens'in yeni albümü Beyond The Universe tamamlanmış. Albüm şu an için ön-alım faslında, dağıtımların bir kaç hafta içinde gerçekleşmesi bekleniyormuş. Beyond The Universe dahilindeki dört şarkıyı buradan etüd edebiliyoruz. Polaris'ten Mira Mama'ya vurulmuş olanları hoş bir sürpriz bekliyor. Bunun yanında, Stars In The Desert'ın son bir kaç aydır dinlemeye vakıf olduğum en güzel şarkı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

- Pelican'ın yeni albümü What We All Come To Need, ekim ayı sonlarına doğru yayınlanmış olacak. Albümde Sunn O)))'dan Greg Anderson ve Isis'den Aaron Turner gibi konuk müzisyenler yer alacak. En son Pelican kaydına da ismini veren Ephemeral'ın yanı sıra grubun MySpace'inde yayınladığı son şarkı da albümle ilgili beklentileri yükseltiyor. Aaron'ın bu işteki payı nedir bilemem ama Strung Up From The Sky'daki Isis havası oldukça yoğun. Şarkıyı buradan çekebilirsiniz.

- Russian Circles da yeni albümü Geneva'yı ekim sonuna yetiştirmeye çalışıyor. Albümden sızan ilk parça Malko, grubun Enter'dan bari arttırdığı math-rock dozunun altın vuruşu. Bu kaosun albüm içinde bir bütünselliğe kavuşup kavuşamayacağı yönündeki merakımızı gidermek için albümün tamamını dinlemek gerekiyor.

- Yndi Halda'nın yeni albüm kayıtları bir iki hafta içinde bitecek imiş. Yoğurtçu yoğurdum ekşi demez ama Yndi Halda gibi beste konusunda bulutlar üstünde yirmi bin fersah irtifada bulunan bir grubun, yeni albümün şu ana kadar yaptıkları en iyi bestelerden müteşekkil olduğunu söylemesi insanı umutlandırıyor. 2006'dan bu yana sessiz kalan ve sadece dört şarkıyla kendine münhasır bir yer kazanan Yndi Halda için bir kaç ay daha sabretmek gerekebilir.

- Immanu El, Moen nam yeni albümünü kasım ayında yayınlayacak. MySpace üzerinden yayınlanan şarkılara bakılırsa, Moen huzura kaçacak.

- Ve şimdi magazin. Kıvanç Tatlıtup laboratuvarda kanser araştırması yaparken yüksek oranda uranyum ışımasına maruz kaldığı için ağzı burnu yanmış, Arap Bacı'ya benzemiş. Bunun üzerine, ilim irfan aşığı genç kızlarımız da kendilerini radyolojiye vermiş. Ülke olarak çağ atlamamıza sebep olan bu ilgiden sonra dünya dışı yaratıkların ülkemizi ziyaret etmesi ve hepimize altın plaket vermesi bekleniyor.

- Süreyya Karabulut delirdi! Şok şok şok! Kafası kesilen kızından sonra ekran karşısında güldürmeçli hareketler yapan Süreyya Karabulut hakkında detaylı haberlerimizi "VayAllah'ın delisi!" haber bantıyla birlikte vereceğiz. Hepsi, el kadar sabileri Türk-Kürt meselesi üzerine birbirine kırdırırken "Hahahah bakın büyümüş de küçülmüş veletler." manalı bıyık-altı tebessümleri atmamızdan sonra.

[Fade in- Sofya'da Dans]

Yeni güldürmeçlerle tekrar birlikte olmak ümidiyle; hisleri paylaşmak için. Mutlu akşamlar.
[Fade out- Sofya'da Dans]

20090828

Sentenced - The Cold White Light






















Dünyanın bir ucunda, bilmediğiniz bir adresteki neye benzediğini bilmediğiniz bir evde, bilmediğiniz bir masanın karşısında, nasıl gözüktüğünü nasıl koktuğunu nasıl tebessüm ettiğini bilmediğiniz bir adamın bazen bildiğiniz bazen bilmediğiniz müzikler hakkında yazdığı yazılara bilmediğiniz anıları, bilmediğiniz duyguları yedirdiğini gördünüz bu internet sitesinde. Tüm bu anonimite içinde, sanmıyorum ki sizi bunlara okumaya yönelten şeyler merak duygusundan peydahlanmıştı. Öyle zannediyorum ki, insanın kendisine benzeyeni bulma dürtüsüydü bu; bir ihtimal sizinkilere yakın bir şey benim içimde oluşmuştur ya da sizinkine benzer bir duyguyu tatmışımdır herhangi bir şarkıyı yahut albümü dinlerken ve siz de kendinizi benim aynamdan görmek istemişsinizdir. Ama bazen, o aynayı kendime dahi tutamıyorum.

Güzel gruplar, güzel şarkılar, güzel albümler vardır evet. Ama hiç bir kusuru olmayan, hiç teklemeyen, hiç bir şekilde akıcılığının önünde engel bulunmayan albümler vardır ki, onların yeri her daim ayrı olagelmiştir. Ben, bu albümlerle ilgili yazma girişimlerimin hepsinde kendime ayna tutmaya muvaffak olamadığımı fark ettim. Bunun sebebi, söz konusu albümlerin anıların ya da duyguların ötesinde oldukları, hayatımın içine kalıcı bir şekilde dahil olmaları ve farklı anılar ya da farklı duyguları tetiklemeleri. Yanisi, albümlerin kendilerinin birer anıya, duyguya evrilmeleri.

Aynı durumu, The Cold White Light için de yaşıyorum. Ruhumu ya da hafızamı kurcaladığımda, The Cold White Light ile ilintili onlarca farklı şey ortaya çıkıyor, tam anlamıyla bir temaşayla karşı karşıya kalıyorum. Hangi birini anlatabilirim, hangi biri, bir diğerinden daha fazla anlatılmaya layıktır? En iyisi, hepsini olduğu gibi bırakmak ve Sentenced'dan bahsedilecek ise adetimin dışına çıkıp derine inmemek gerekiyor. Yine de, The Cold White Light'ın şahsım için taşıdığı anlamın zerresini içimden çıkarabilirsem mutluluk duyacağım.

Çoğu kişi aslında Sentenced'ın alamet-i farikasını Frozen ya da Crimson olarak düşünür. Bencileyin, Sentenced bu söz konusu albümlerle devamlı irtifa kazanmış olmasına rağmen, The Cold White Light'ta varabileceği en yüksek noktaya vakıf olmuştur. Ki bunu salt müzikal sebeplerle değerlendirmemek gerekir. Sentenced, hali hazırda müzikleri kadar ve hatta kanımca müziklerinden çok sözleriyle, bahsettikleriyle dinleyiciyi nefessiz bırakmaya muvaffak olmuştu. Fakat The Cold White Light, istisnasız her şarkısında ölümü mihrakına alıyordu. Ve Poe'nun kendine sorduğu soru ve bulduğu yanıt, aynı zamanda The Cold White Light'ın neden diğer Sentenced albümlerine kıyasla daha nadide olduğu bilmecesini çözüyordu: "Tüm melankoli konuları içinde, insanın tüm evrensel anlayışına göre en melankolik olan hangisiydi? Cevap açıktı: Ölüm. Peki bu melankoli konularının en şiirsel olduğu hali neydi? Elbette güzelliğin ölümle müttefik olduğu hali." Albümün bu dünyadan göçüp gitmiş bir eski sevgiliye adanması kuşkusuz ki bu edimi daha gerçekçi kılıyordu.

Ama sadece ölümldeğil, pişmanlık ve suçluluğun personalaşması üzerine yazılmış Guilt And Regret ya da "tek" olma hissiyatı üzerine bina edilmiş, müzik tarihinin kanımca en lezzetli aşk balladlarından olan You Are The One gibi birden fazla konuya dokunan bir hava hakimdi The Cold White Light'a. Bu şarkılar içinde, Aika Multaa Muistot'u ayrı bir yere koymak gerekir; ismi "Hatıraları Gömecek Zaman" manasına gelen bu şarkı, normalde zamanla birlikte elekten geçtikçe arda kalan güzel hatıraları değil, kötü hatıraları ihtiva edip güzel hatıraları unutmak üzerine yazılmıştır ki, sanıyorum bir şarkının daha güzel bir tetiği olamaz. Lakin, sadece sözlerdeki doygunluk ya da grubun müzikal hakimiyeti değil, videolar da bu albümün sivriliğini arttırmıştır. Albümle birlikte gelen Killing Me Killing You videosunun yanı sıra, No One There için hazırlanan video da ölümün ve güzelliğin içiçe geçtiği bir başka fazı yansıtıyordu;



Şubat ayında evinde ölü bulunan Miika Tenkula'nın bu albümden hemen sonra kendini içkiye vurduğu, grubun bu albümden sonra dağılmaya karar verdiği düşünülürse, albümün manevi değeri gözümüzde büyüyor elbette. Sentenced, The Funeral Album ile tabutun kapağını son kez açıp jübile yapmışsa da, The Cold White Light grubun yapabileceğinin en fazlasıydı. Ölümün eleğinden geçtikten sonra muteber olan geriye zerre büyüklüğünde bir şey bırakabilmek idiyse eğer, benim eleğimde Sentenced The Cold White Light'ı bırakmıştı.


Sanatçı: Sentenced
Albüm: The Cold White Light

Şarkı listesi:
1- Konevitsan Kirkonkellot
2- Cross My Heart And Hope To Die
3- Brief Is The Light
4- Neverlasting
5- Aika Multaa Muistot
6- Excuse Me While I Kill Myself
7- Blood & Tears
8- You Are The One
9- Guilt And Regret
10- The Luxury Of A Grave
11- No One There

DOWNLOAD.

20090823

İbne Basın, Bunu Da Yazın.

















Yalanlar birer karadeliktir; en ufağı bile zamanla tüm evreni içine çekecek, her şeyi hiçliğe çevirecek kadar güçlüdür. Binayı yıkmak için çekilen tek bir tuğladır yalan, okyanusu boşaltan tek bir deliktir. İnsanı öldüren tek bir kağıt kesiğidir. Ve yalanın daha da kötü, daha da karanlık bir fazı var ki, o da insanın kendisine yalan söylemesidir, kendisini kandırmasıdır.

Ünlü düşünür Gregor Haus'un da dediği gibi, herkes yalan söyler. Bunda bilinmedik, beklenmedik bir şey yok. Şahsi menfaatler onurunuzun üzerinde olabilir, menfi kaybı değil manevi kaybı göze alabilirsiniz. Ama insanın kendisine yalan söylemesi, akıl alır bir şey değil. Aksi halini, yani insanın kendisine karşı dürüst olmasını, samimiyet ile tanımlıyoruz.

Tam da bu zamanlarda, samimiyetin dibe vurduğu bir dönemdeyiz; samimiyetsizliğin ayı ve güneşi aynı hizaya geldiği için etraf şimdi daha karanlık. 10 yıldır sürekli yaşamakta olduğumuz ve her 17 ağustos tarihinde tecelli eden deprem samimiyetsizliğini bu sene ramazan samimiyetsizliği takip etti. Üstelik, her yıl daha da bir artıyor yaşadığımız samimiyetsizliğin dozajı; bağışıklık kazandıkça daha fazlasını talep ediyor ve daha fazla müptela oluyoruz buna.

Daha önce de yazmıştım, altı aydır her haber bülteninde, her gazete sayfasında tanık olduğumuz korkunç bir cinayet var. Ve ne yazık ki bu cinayetin katili, maktulünün akrabaları birer figür haline geldiler, biz ise cinayeti bir trajedya ya da acıklı bir film olarak izliyoruz. Katilin yakalanmasını vicdanımız için istiyor değiliz; bir Türk filmi gibi şekillenmiş zengin oğlan-fakir kız aşkını, bir gerilim filmi gibi işlenmiş bir cinayeti, bir polisiyle film gibi planlanmış kaçışı takip etmekten başka bir şey yapmıyoruz ve katilin yakalanması adalete olan inancımızı ya da toplumsal vicdanımızı değil, sadece "mutlu son" istencimizi doyuracak. Zira adaletin vuku bulmasını umursamadığımızı, devlete duyulan güvenin doğruluğunu sorgulamadığımızı ispatlayacak Uğur Kaymaz gibi onlarca örnek var. Gel gör ki, bu yaşanan filmin "gerçekçiliği" ve yönetmenin interaktiviteyi işin içine katmasıyla birlikte, yüzlerce farklı internet mecrasında bu senaryoya dahil olan ve zorunlu duyarlılığını gösterip kendine yalan söyleyen on binlerce insan sayabiliriz.

En sonunda meselenin gelip dayandığı nokta bu duyarsızlık. Ama bu, üç tane berbat film yönetince televizyona çıkıp toplumsal tespit yapma hakkını kazanan cahil yönetmenin cümle içinde kullandığı duyarsızlık değil, hissizlik değil. Suratına atılan tokadı hissetmemek ayrı bir şey olabilir ama bu tokadı görmezden gelmenin adı samimiyetsizliktir, insanın kendisine yalan söylemesidir. Ve bu kadar görmezden gelinen tokadın ardından, herkesin üzerinde "görmezden gelinemeyecek bir tokat" olarak ortak kanaate vardığı tokada zoraki bir ah etmek bugün verilen tüm tepkilerimizin özeti.

Tam on yıldır "kutladığımız" 17 ağustos tarihi üzerine verilen tepkiler de aynı tezgahtan çıkma. Bu depremden bir buçuk yıl önce Adana'da yaşanan deprem üzerine yapılan haberler bir kaç gün sürmüş, ardından bir diğer zoraki duyarlılık gündemine, Kerim Tekin'in vefatına geçilmişti. Tam 210 kişinin öldüğü bu depremin etkisi, 210 tane fanı olmayan bir şarkıcının efsaneleştirilme sürecinden daha az ilgi görmüş olacak ki aradan geçen bu kadar yıldan sonra ölüm yıldönümünde tek bir şarkıyla her televizyon kanalında anılan bu rahmetli şarkıcımızın yanında 210 kişinin esamesi okunmamaktadır. Halbuki bu 210 kişinin kolları vücutlarından ayrılmış, kafatasları duvarların altında çatlayarak kulaklarından beyin parçaları akmış, apartman demirleri henüz bir kaç saat evvel yedikleri lezzetli yemeklerin öğütüldüğü midelerini delerek bu yemeklerin etrafa saçılmasına sebebiyet vermişti.

Bunların aynısı 17 ağustos tarihinde de yaşandı. Asla gerçeğe kavuşamayacak bir umutla kurtarılmayı bekleyen Metin en sonunda oynatabildiği tek yer olan başını sağa sola vura vura kendini öldürdü. Satın almak için onca borcun altına girip uğruna aç kalmayı göze aldığı duvardan duvara dolap Nihal'in üzerine düşerek bütün kemiklerini kırdı, Nihal belki dakikalarca yaşadığı acıyı hissetti, birazdan öleceğini biliyordu ve bir türlü ölemedikçe yaşadığı acı katmerleniyordu. Yıkılan apartmanın altındaki fırın sabaha ekmek yetiştirme telaşıyla alev alev yanıyordu ve artık ekmek tepsilerini değil enkazı ısıtmaya başlamıştı ki Ali bu kor gibi enkazın üzerinde kızararak öldü, tavanın üzerinde pişen bir sucuk gibi. Yanyana yatan Tolga ve Lale kim bilir hangi düşün içindeydiler kiriş tam boyunlarının üzerine düşüp kafalarını gövdelerinden ayırdıklarında.

Bunları bilseydiniz, her 17 ağustosta "İstanbul depreme hazır mı?" sorusuyla ilgilenir miydiniz? Her 17 ağustosta ağlatılmak için ekrana çıkarılan ve zifiri karanlık dehlizlerde cehennemin ta kendisini yaşayan insanlara "Peki neler hissettiniz?" diye sorabilir miydiniz? Tüm bunların birer film olduğu, birer masal gibi anlatıldığı ve bir filme ya da masala verilen ah tepkisi kadar ve sadece bu kadar bir tepkiye müstahak oldukları gerçeğini kabul edebilir miydiniz?

Baudrillard eğer bugün yaşasaydı twitter'ına "BeNi BiR TeK SeN aNLaDıN, SeNDe YaLNıŞ aNLaDıN!" yazardı, çünkü Körfez Savaşı'nın hiç var olmadığını, televizyonda gördüğümüz şeylerin bir filmden ibaret olduğunu söylediğinde herkes onu komplo teorisyeni bir manyak olarak görmüştü. Halbuki o, orada savaşan askerlerin, kopan kolların, patlayan kafaların, parçalanan topukların değil ekranda kayan izli mermilerin savaşın yüzünü yansıttığını ve bnun olsa olsa bir film olabileceğini anlatmaya çalışıyordu. Ve ama hayır, bu medyanın suçu değildi, Baudrillard'ın yanlışı buydu. Bu, sessiz yığınların suçuydu. Çünkü sessiz yığınlar, tokatı görmezden gelmediklerinde yaşayacakları acının farkındaydılar, bunu kaldıramazlardı, dayanamazlardı ve dayanmayacakları için rahatlarını bozmaları gerekirdi.

Eğer bugün Münevver Karabulut'un başının kesilirken neler hissettiğini, o suratın kana bulandığında nasıl bir hale geldiğini düşünürsek vicdanımızı twitter'a yapılan yorumlarla rahata kavuşturamazdık. Eğer bugün 17 ağustosta hayatını kaybetmiş onbinlerce insanın zamanında sevdiklerini sarmalayan kopmuş kollarını, öpmeye doyulamayacak alınlarının parçalanmasını, altın sarısı saçlarının kana bulanmasını düşünürsek Facebook'taki bir status update'le bunun ağırlığının altından kalkamazdık. Gidip sorumluların yakasına yapışmamız, ses tellerimiz kopana kadar bağırmamız, etrafı tarumar etmemiz gerekirdi. Ya da hiç bir şey değiştireyeceğimizi düşünüp sessizce hüngür hüngür ağlardık. Ama hepsi samimi olurdu, kendimize yalan söylemezdik, yapmak zorunda olduğumuz bir şeyi yaparmış gibi, bir angaryayı yerine getirirmiş gibi, bulaşık yıkarmış gibi üzülmezdik, üzülür görünmezdik.

Üstelik bu görünürlüğün, bu duyarlılık maskesinin çok da çabuk çöpe atılmayacağı bir zamandayız. Ramazanla birlikte o maske suratımızda yatıya kalıyor. Reklamlarda güleryüzle iftar yapan bir aile görüyoruz, şirin evine konuk olduğumuz Hatice Hanım bu akşam işten gelen kocasına hazırladığı iftarlığı gösteriyor bize, yumuşak sesli bir mütedeyyin dürüst olmanın ehemmiyeti üzerine bir mesel anlatıyor. Ve o güleryüzle iftar yapan aile beş aydır kirasını ödeyemiyor, muhtemelen bu sene ısınmak için bin dereden su getirecekler. Hatice Hanım, komşusu Figen'in aldığı yeni koltuklar üzerinden iftardan sonra eşine sünepe herif diyecek. Yumuşak sesli mütedeyyin amca reklam arasında sudan bir sebeple kameraman asistanın annesine sinkaf edecek. Ve bu ülkede bir gecede 41 kişi öldürülüyor, her yıl yüzlerce masum kıza tecavüz ediliyor, işe girerken sigortadan muaf olmak zorunda olduğunu aksi takdirde işe kabul edilmeyeceğini söyleyen patronlar bir aydan sonra köpek gibi çalışan işçisine tek kuruş vermeden kapıyı gösterdikten sonra köpeğine premium mamalar alıyor ama nedense bu ay içinde bir rüya ülkesindeyiz, hepimiz huzur içinde yaşıyoruz, huzura kavuşmak isteyen müminler oruçlu ağızlarını her açtıklarında misk-i amber kokusu yayılıyor etrafa, her kelimeleri öylesine arı, öylesine temiz ki.

Biz tam da böyle kendimizi kandırmaya, kendimize yalan söylemeye, bu karadelikte kaybolmaya devam ediyoruz. Tam da böyle konuşurken susuyoruz, duyarken duymazdan geliyoruz. Tam da böyle yalan söylüyoruz.

20090809

Hildur Gudnadóttir - Without Sinking






















Hayatımda ilk kez "seni seviyorum" cümlesini telaffuz ettiğimde dokuz yaşındaydım. Nedense bu, kendine "büyükler" diyen diğer insanlar için gülünç bir şeydi, amcaya pipi gösterme ritüeli yahut "bizim oğlan çok güzel Süleyman Demirel taklidi yapar" minvalinde bir durumdan fazlası değildi. Büyükler nâm güruhun oy birliğiyle aldığı karara göre, dokuz yaşındaki bir çocuğun sevmesi namümkündü, herhangi bir gerekçesi yoktu bu kararın, temyiz yolu da kapalıydı.

Gel gör ki, dokuz yaşında olmasına rağmen hayatının yarısından fazlasını tek başına geçiren, evde neredeyse tek başına yaşayan, yemek yapıp bulaşık yıkayabilen, yani kendi kendine yeten bir çocuktum. Eh, o yaşta elinizde keman gibi manen ağır bir enstrümanın yükü altındayken ve İntizar'dan Nasıl Geçti Habersiz'den nemalanmışken ve hayatını yalnız idame ettiriyorken, bir çocuğun duygularıyla yüzleşmeye başlaması, sevgiyi keşfetmesi çok da anormal bir durum gibi gelmiyor bana. Aradan geçen onca yıl sonra, o günkü duygularımı tarttığım vakit, hakikaten de yaşadığım hissin sevgi ya da aşk diye adlandırılmasında hiç bir sorun görmüyorum. Hayatı boyunca cinsel dürtüleri ya da zoraki birliktelikleri aşk, sevgi diye adlandıran bir Büyükler mercii için bunun ayırdına varmanın imkansızlığı da ortada.

İlk kez "seni seviyorum" dediğimde karşılık aldığımı hatırlıyorum. Sevmenin ve sevilmenin bu tip bir yaşta tecrübe edilmesi, yaşadığım -sadece duygusal değil- tüm insani ilişkilerde bana çok büyük faydası dokunmuş, olgunluk kazandırmış bir artıydı. Eğer ki sahilde el ele yürüyüp birlikte Ataol Behramoğlu okumak, derste devamlı olarak gözgöze olup tebessüm alışverişinde bulunmanın adı ilişkiyse, yaşadığımızın adı ilişkiydi ve o ilişkinin bana esas olarak kattığı şey, erken yaştaki ilişki olgunluğu değil, "seni seviyorum" deme adabıydı.

Dokuz yaşın getirdiği nasıl bir duygu ve düşünce birlikteliği, "seni seviyorum" demeyi ağacın dallarını budamaya, söylenmesi elzem olan ve fakat sık yapıldığında da ağacı çıplaklaştıracak bir istiare yaratabilir, bugün bile anlayamadığım bir şey bu fakat söyleyenini sevmeme ve söylediğini unutmamama şaşmamak lazım. Bu istiarenin kafamda yarattığı imtinalı kullanım zorunluluğundan hareketle olsa gerek, her daim duygusal yoğunluğun ulaşılabilecek en uç noktada olduğu anlarda çıktı ağzımdan bu mühim cümle. Ve fark ettim ki, cinsel haz ile yaşanan boşalmaya benzer bir durum hakim oluyor insan metabolizmasına; içinde yükseldiğini hissettiğin duygular, kimyanı etkiler hale geliyor, bir şekilde bu içsel devinimi dışa yansıtma zorunluluğu taşıyorsun. Magmanın kabarıp patlaması gibi bir şey bu ve ağlarken akıttığımız gözyaşları, gülerken attığımız kahkaha, canımız yandığında dilimizden süzülen ahûvahtan farksız. Yani meselenin en basit boyutunda, canı yanan bir adamın ses telleri vasıtasıyla bu hissi yaşaması ya da üzgün birinin gözyaşı bezeleri harekete geçiyorsa, tüm bunların hiç bir açıklaması yoksa, tüm bunlar hiç bir açıklamayı taşımadıkları için saçma sapanlarsa ve bir o kadar da korkunç ölçüde doğallarsa, sevginin vücudu titrettiği, kimyamızı bozduğu o anlarda "seni seviyorum" demek de o kadar doğaldı.

Şimdi ben buraya nereden ve neden geldim? Neden seni seviyorum demeyi, Macaulay Culkin'in başrolünde oynadığı çocuklar için bir romantik-komedi filminden hallice olan ilk aşk hikayem üzerinden anlattım?

Şu yüzden; bazen, bazı müziklerle tanış olduğumda, içimde "seni seviyorum" deme zarureti yaşadığım o anlardaki gibi bir kimyasal reaksiyon oluşuyor, içimde evvela hissedilir bir boşluk peydahlanıyor, sonra yavaş yavaş o boşluk doluyor, dolduktan sonra taşmaya başlıyor ve hücrelere, damarlara, sinir uçlarına, tüm vücuda sirayet ediyor. O andan itibaren yaşanan durum neticesinde bir şey yapma zorunluluğu hasıl oluyor, tıpkı "seni seviyorum" diyip anlık bir boşalma yaşamak gibi, ağlamanın verdiği ya da acı çekerken vah etmenin getirdiği o rahatlama gibi. İstemsiz bir şekilde elimle masaya vurarak bir patlama sesi yaratmayı bekliyorum, kalbim karadelik gibi içeri burkulmaya başlarken de bir şeyler demek istiyorum.

Hildur Gudnadóttir'i ilk dinlediğimde işte tam da bu anlattığım ruh halini yaşadım -teşekkür ederim Bora-. Çellist Gudnadóttir'in kendi bestelerinden müteşekkil ve enstrüman namına sadece yaylıların yer aldığı Without Sinking albümü, Gudnadóttir'in kendi adıyla çıkardığı ilk albüm olmasına rağmen, bir kaç notayla ilk bakışta insanı kalbinden vurmayı, kimyasını bozmayı beceriyor. Elbette çellonun kendine özgü tınısı ve ihtiva ettiği müzikal ağırlık, aklımıza Esmerine'i getiriyor. Ne var ki, Esmerine bestelerinden daha melodik ve daha sakin, daha duyguları hedefleyen bir yapısı var Gudnadóttir şarkılarının.

İsminden kolayca anlayabileceğimiz üzere İzlanda menşeili olan hanımefendinin daha evvelden içlerinde múm, Pan-Sonic gibi grupların da yer aldığı bir çok kişiyle ortak çalışmaları mevcut. Elbette aklımıza bir Ólafur Arnalds denkleşmesi geliyor, ama Gudnadóttir'in tek başına yaptıkları da kıymeti ziyadesiyle hak ediyor.

İzlanda'nın kendini ve birbirlerini tekrar eden gruplara yaptığı ev sahipliğinin ardından farklı bir yapıya bürünmesi ve bu yapının bir öncekinden daha sade ama daha nadide olması sevindirici bir durum. Uzun zamandır, göbek bağı birlikte kesilmiş gibi duran İzlanda menşeili gruplar yorucu olmaya başlamıştı, bu yeni dalganın yarattığı değişim ve yeniden yapılanma bizim "abi İzlanda çok güzel yaaaa"cılara da ulaşır mı, en büyük merakım bu.


Sanatçı: Hildur Gudnadóttir
Albüm: Without Sinking

Şarkı listesi:
1- Elevation
2- Overcast
3- Erupting Lİght
4- Circular
5- Ascent
6- Opaque
7- Aether
8- Whiten
9- Into Warmer Air
10- Unviled

DOWNLOAD.

20090805

MØN - MØN






















Hiç çok yakınınızda bomba patladı mı? Ya da bir anda her şeyin yerle bir olduğuna şahit oldunuz mu? Böyle anlarda sanki zamanın durduğunu hissedersiniz; sanki yaşam, his, ışık, ses, koku o patlama anında öylesine yükseğe çıkmıştır ki, ardından her şeyin varlığı önemsiz bir hale bürünür. Bomboş bir sessizlik, ışıksızlık, hissizlik, tam anlamıyla bir hiçlik hakim olur havaya ve takriben bir saniye süren bu zifiri boşluğun ardından infilakın etkileri ortaya çıkar; insanlar inler, toz parçaları havada uçuşur, ışık gözleri delen bir yapıya bürünür, koku çekilmez hale gelir.

Benim herhangi bir konu hakkında kalem oynatma sürecim de buna benziyor. Bir haber okuduğumda, bir fotoğraf gördüğümde, bir film izlediğimde, bir şarkı dinlediğimde, yolda bir berduşun feri sönmüş gözleriyle karşılaştığımda, minibüste giderken bulutlar nazar-ı dikkatimi celb ettiğinde bu infilakı yaşıyorum ben. Öyle gürültülü, öyle kuvvetli bir infilak ki bu, ardından kendimi toparlayamıyorum. Organlarım, hücrelerim, duygularım, fikirlerim karman çorman oluyor. Bir sükûnet hakim oluyor içime. Ardından ise hepsi birlikte hücum etmeye başlıyor, yerli yerine oturmaya çalışıyor. Dağılan her şey bir harfe, bir kelimeye dönüşüyor ve Tetris-vari bir sırayla diziliyor. Yazıların tümünün oluşma hikayesi budur.

Ve lakin, bazen bu durum geçerliliğini kaybedebiliyor. Ekseriyetle yastığa kafamı gömdüğüm anlarda hücum eden anılardan, düşüncelerden, yorumlardan müteşekkil kelime sıraları, her ne kadar o ana göre kusursuz bir yapı taşıyor olsalar da, üşengeçlikten midir yoksa uykunun hükmünün daha fazla olmasından mıdır bilinmez, bir sonraki zamana erteleniyor. Erteleniyor da, o dizilen şeylerin düzeni bir daha arandığında tamamen bozulmuş, yok olmuş oluyor. Dağılmış bir inci kolyenin parçalarını toplamanın getirdiği o bunaltıcı baskının da zihne sirayet etmesiyle iş iyice karmaşık bir hale geliyor. Tabii bu infilakın peşi sıra yazılmayan bir yazının, söylenmeyen sözün hükmü olmadığından, sonradan üzerine eğilmek, incileri toplayıp tekrar bir sıraya dizmek işin masumiyetini, doğallığını bozuyor. Böylesi istemediğim, samimi bulmadığım, zorlama bir şey. Zorlama şeyleri sevmiyorum, saf bulmuyorum. Bu şekilde silinip gitmiş kaç tane hazır yazı, hazır masal, hazır mektup vardı, inanın bilmiyorum.

Bu silinip giden yazılardan bir tanesi de MØN'a aitti. Uzunca bir zamandır arşivimin ve müzik çalarımın gediklilerinden olan MØN için bir yazı kurguladığımı hatta albümlerini Rapidshare'e yüklediğimi hatırlıyorum. Fakat hatırlamadığım bir nedenden ötürü yazının hava olup uçması, su olup akmasıyla birlikte yazının varlığını ete kemiğe büründürmek, yaşamış olduğum acı-tatlı bir olayın vesilesiyle bugüne kısmet imiş.

Genellikle enstrümana ağırlık veren müziklerle haşır neşir olmanın en kötü yanı sanırım bu; akla takılan bir şarkıyı, ufak bir melodiyi hatırlamak için hiç bir somut verinin mevcut olmaması. Dolayısıyla ufak bir melodinin peşinden gözü kapalı bir şekilde koşma zorunluluğu. Haddinden fazla müzik dinleyen ve zihninin haddinden fazla bir kısmını bu tip şeylere ayıran biri olarak, çok sık karşılaştığım bir durum bu. Neyse ki peşinden koşarken de, hafızamı kendime kanıtlama hırsıyla yanıp tutuştuğum, acı ihtiva eden bir oyun olarak algılıyorum bunu. Ama zihnime böyle paslı inşaat çivisi gibi saplanan melodilerin peşinden koşup yakaladığımda ve o çiviyi yerinden söküp çıkardığımda, çivinin pasından olsa gerek, o infilak anı tekrar yaşanabiliyor. Şimdi olduğu gibi.

MØN, Fransız bir grup. Fransızlar, post-rock denegelen janr konusunda ketumlar. Az ama tesiri kuvvetli gruplar çıkıyor Fransa coğrafyasından, M83 gibi, Dont Look Back gibi. MØN da en az bu saydığım gruplar kadar ehemmiyetli ve yarattığı infilak da en az bu gruplar kadar kuvvetli.

Yedi kişiden müteşekkil MØN, kendini bir gruptan ziyade bir orkestra olarak nitelendiriyor. Yaylıların oynadığı rol bakımından da, sahiden orkestral bir hava taşıdıkları söylenebilir. Herhangi bir dile bağlı kalmayan ama bunu da yaparken Hopelandic gibi zırvaların sâyesine saklanmayan sakin bir vokale, sert ve sivri yaylılar eşlik ediyor. Grubun şarkılarının alışılageldik dur-kalklı post-rock şemasından çok farklı bir yerde olduğunu söylemek gerek bu tanımın üzerine, zira bilhassa yaylıların melodik yapısıyla insanın içine usulca sokulmayı ve en doğru yerde infilak ederek en fazla hasarı vermeyi beceriyorlar.

Maalesef kendi adını taşıyan bu albümlerini 2006 yılında yayınlamış olmasına rağmen uzunca bir süre sessiz kalmış bir grup MØN. Ve fakat, internet sitelerinde söylediklerine göre, yazın tamamını stüdyoda geçirmeye ve yeni bir albüm ortaya çıkarmaya kararlılar. Her halükarda, işbu albüm de kendi başına bir çok boyutu, bir çok cevheri ihtiva eden bir yapıya sahip. Öyle ki, hiç beklenmedik bir anda kafaya bir çivi gibi saplanabiliyor. Benim kendi kafamdan taze çıkardığım bu çiviyi size sunuyorum, meraklısı için yeterli büyüklük ve sivrilikte olan bu çiviye gözünüz gibi bakacağınıza, yeri geldiğinde de gözünüze saplayacağınıza inancım tam.


Sanatçı: MØN
Albüm: MØN

Şarkı listesi:
1- Ni
2- Try
3- Fimm
4- C.
5- Shannon
6- SMZ
7- Ti

DOWNLOAD.

Rafet El Roman - Sorma Neden



Rafet El Roman'ın ilk albümü Gençliğin Gözyaşları'nın klip parçalarından biriydi Sorma Neden. Gençliğin Gözyaşları benim için anlam ihtiva eden bir albüm. Rafet El Roman albümünün ihtiva ettiği anlam mı olabilirmiş diye sorabilirsiniz, Yecüc ve Mecüc boyutlarındayken ilk sevgiliden alınan ilk hediye bu albüm ise fazlasıyla olabiliyor. Bir de bu şarkıyı çalmaktan korkunç bir haz almam da ayrı bir boyutudur işin ama pek girmek istemiyorum ona, girince çıkamıyorum zira.

Rivayete göre, tam da klipteki hikayeye benzer bir durum yaşayan, eşini kaybeden bir arkadaşı için yazmış şarkıyı Rafet El Roman. O dönemlerde Türk popüler müziği klip yönetmenlerine sirayet etmiş "Arkadaş Ölme Klibi" furyasının pek de tepeden inme bir şey olmadığını söyleyebiliyoruz o yüzden bu klip için. Lakin bu Arkadaş Ölme Klibi furyasının tavan yaptığı Ayna-Gittiğin Yağmurla Gel klibine ve kel ağabeyimizin haset ve inkarla dolu mimik ve jestlerine dikkat çekmeden de edemeyeceğim. Rafet El Roman klibine ve şarkısına ait anıların kıvılcımlanmasının müsebbibi de bu Ayna klibidir zaten.

Bu klibin sepia tonunun yanı sıra kasket ve bisiklet detayları bir dönem tüm aşk fotoğraflarını bu üç ayağa oturtmuştu. Klipte oynayan ağabeyin yakışıklılığı, kızlar için bir standart olduğu gibi, şurayı da işaret edeyim burayı da işaret edeyim tavrı beni çok fena germişti zamanında. Yine de, klip tarihimizin en başarılı kliplerindendir Sorma Neden, Türk popüler müziğinin nadide örneklerinden biri olduğu gibi.

Son olarak bu klipteki arkadaşlığın hayranı olduğumu da söylemem lazım. Arkadaşlık denen mefhumu "sana kadın mı yok, bırak onu geri dönerse senindir dönmezse aslında senin olmamıştır!!!!" klişeleriyle değerlendiren bir toplum zihnini aydınlatmalı bu klip. En kötü anında, seni bu kadar iyi anlayan, anladığı için tek kelime etmeyen ama elini omzuna atıp sadece susan arkadaş, en iyi arkadaştır. Bu klip de onun kulu ve elçisidir.

20090801

Jesu - Infinity




















Yaz aylarının müzikal açıdan ne kadar kurak geçtiği malum. İnsanı heyecanlandıran, duygularını kabartan albümlerin zaten nadir bulunan cevherler olduğu gerçeğini zaten kabullendik, bilhassa yaz aylarında bu nedretin dozu daha da artıyor, çölde su bulmuş gibi seviniyoruz. Lakin duyurular neticesinde beklemek, insanın sabrını yumuşatıyor. Heyecan ve duygu vaad eden albümlerin, temmuz-ağustos gibi çıkacağını biliyor ve bu gerçekten hareketle müzikal susuzluğumuza gem vurmaya çalışıyorduk. Bunun yanı sıra, hayal dünyasını yıkabilme kudreti taşıyor beklentiler. Vasatla yetinmek, sevmeye çalışmak, zorla sevmek gibi duyguların en mekruh tadını beraberinde getiriyor bu beklenti denen illet.

Bu sebeple ben, albümleri hastanın sabahı beklediği gibi beklemeyi sevmiyorum. Eğer içimdeki "albüm çıkıyormuş" heyecanını, dinlediklerimin bana vermesi gereken heyecanla karıştırırsam duygularım karman çorman olur, hiç bir tad alamam.

Jesu'nun duyurulan yeni albümü için de heyecanlanmamaya imtina ettim, gurbet yolu gözler gibi albüm yolu gözlememeye, şu kadar şarkı olacakmış kapak buna benzeyecekmiş gibi dekoltelere bakmamaya çalıştım. Ve fakat bazı albümlerin özel olma potansiyeli taşıdığı ruhumuzca mühürlenmiş bir gerçektir, Jesu'nun herhangi bir albümü üstünde de bu mühür a priori bulunmaktadır.

Bu tip albümler tanıtılırken, genelde kadim zamanlarda, albüm eleştirmenleri ekseriyetle "Albümü aldım, eve geldim ve kaset çalara takıp dinlemeye başladım" diye bir girizgâh kullanırlardı. Ben ise ecnebinin "pleasure-delayer" dediği cinstenim, mesafeyi alabildiğince arttırmaya, dayanılamayacak o noktaya gelmeye çalışırım. Bu yüzden az evvel bahsettiğim mührü taşıyan albümleri dinlemeden önce demlenmelerini beklerim, albümün ön-kritiğini, dedikodusunu yaparım. Bugün de albüm hakkındaki Mega Magazin programında, "tek şarkılık albüm mü olurmuş, dinlenmiyor öyle adamı kitliyor, bir bölümü seversin bir bölümü sevmezsin onun avına mı düşeceksin trackbar'da" gibi haberlerle konunun üzerine eğildim. Albümü olabildiğince kötüledim, rezil-i rüsva ettim, beklentilerimi zemin kata indirdim.

Albümün başlangıcında yaklaşık üç dakika süren ve yer yer Erol Köse prodüksiyonu izleri taşıyan civcivli bölüm neticesinde, dedikodularımın gerçeğe dönüştüğü gibi bir hisse kapılmış olsam da, albümün içine düşmem çok da uzun sürmedi. Bu tek şarkıdan oluşan albüm, Justin Broadrick'in evvelce söylediği gibi sahiden de Jesu'nun en 'organik' albümü olma özelliği taşıyor.

Şarkı yapısı itibariyle alışkın olduğumuz Jesu tadından farklı değil, fakat yirminci dakikanın ortalarına kadar sadece "çok iyi" olan şarkı, bundan sonra kopuveriyor. Albümün bu dakikasından sonuna kadar olan bölümü, Justin Broadrick'in magnum opus'u olarak kabul ediyorum ben naçizane. Bu oldukça subjektif bir yorum tabii ama ben hayatımda bu kadar yoğun, bu kadar zifirî çok az şey dinledim ve var olan tüm olumsuz şartlara rağmen bu saymış olduğum özelliklerin benliğime bu kadar doğrudan sirayet etmiş olması, bu albümün beni tam kalbimden vurduğunun delaletidir. O kadar zamandan sonra, insanın kulaklarının değil ruhunun pasının silinmesi işte tam da böyle bir şeymiş.


Sanatçı: Jesu
Albüm: Infinity

Şarkı listesi:
1- Infinity
DOWNLOAD.

20090730

Müzik Oynamak II: Jets'N'Guns



















Her insanın şahsına mahsus alaka duyduğu, yapmaktan zevk aldığı şeyler var. Ben bu blog'da, alaka duyduğum iki şeye, müziğe (mousa, yani ilham'a dair) ve politiğe (polis, yani şehire dair) önem veriyor, hepimizin kullanımına açık müzikal ya da politik kavramlara, kendi sesimden bir yorum katıyorum. Ve fakat, en az müzik ya da politika kadar alaka duyduğum bir başka şey var ki, bu pek de genellenebilir bir şey olmadığından -en azından buranın- paylaşım sınırları dahilinde olmuyor. Oyun oynamak, belki de hayatta en fazla haz alarak yaptığım faaliyet.

Küçüklükten beri, oyun oynamaya bayılırken kaybetmekten de nefret ederim. Tabii ki bu biraz beylik bir laf, kaybetmeyi kimsenin seveceğini zannetmiyorum. Ama benim nezdimde meselenin boyutu, kaybedilen şeyin ehemmiyetinden çıkıp salt kaybetmiş olmaya dayandığından, tamamen kişiselleşmiş bir meseleye bürünüyor. Hal böyle olunca, herhangi bir mağlubiyeti kabullenememe durumundan, Pyrrhus'un zaferine ya da Tarık bin Ziyad'ın gemileri yakmasına ya da Hasan Şaş'ın reklam panolarını tekmelemesine uzanan bir durum hasıl oluyor. Sözün özü, oyun oynarken Mr. Hyde gizlendiği yerden çıkıp benliğimi devralıyor.

Bu hususa dair aklımda kalan ilk hatıra kırıntısı, anaokulunda yağ satarım bal satarım oynarken ebe durumuna düşen ve bir türlü kimseyi yakalayamayan bendenizin, en sonunda yakalayamadığı çocukların kafasına tahta blok ile vurmak suretiyle hepsini hareket edemeyecek hale getirmesi ve hepsini ebelemesi üzerine kurulu bir vakaya ait. Eh, hal böyle olunca "seri katil mi yetişiyor" travması yaşayan anaokulu öğretmeninin tavsiyesiyle, küçük yaşlarda bir bilgisayara sahip oldum ki tek başıma oynayayım, zararım bir tek bana olsun. Bilgisayarla tanışmam bu şekilde başladı. Her ne kadar amatör futbol oynadığım dönemlerde bana çalım atan bir başka oyuncunun diz kapağına tekme atmak, basketbol oynadığımda blok kaçırıp surata şamar aşk etmek gibi çirkefliklerin altında imzam olsa da, bilgisayarımın hayatıma siratet etmiş olmasıyla eğlenceyi pek de başka yerlerde aramadım.

Bu, bir çok kişi tarafınca garip karşılanıyor. Efendim civcivli temaşalı bilgisayar oyunlarıyla eğlenmek hiç de akıllıca değilmiş, bir insan nasıl sadece parmaklarını oynatarak eğlenebilirmiş bu çok salakçaymış gibi, yirmi seneyi aşkın bilgisayar oyunculuğu tecrübemde defaatle yüzyüze geldiğim ve ikrah ettiğim yorumlar mevcut. O açıdan düşünecek olursak, ben de dans etmenin haddinden fazla salakça olduğunu düşünüyor, bir insanın dans ederek nasıl eğlenebiliyor olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Benim bu yorumuma binaen, dünyadaki milyonlarca insan "Evet dans etmek çok salakça imiş, ne yapıyoruz lan biz, kolumuzu belimizi oynatıp eğlenilir mi!" diye bir aydınlanmaya gark olmuyor.

Dolayısıyla kim ne derse desin, ne kadar gereksiz ya da salakça bulursa bulsun, ben oyun oynamadan ulvî bir haz alıyorum. Ben bu meseleye, gizlenmiş bir dürtü gözüyle bakıyorum. Zira birlikte oyun oynadığım insanları daha iyi tanıyorum; hırslarını, cesaretlerini, sadakatlerini, kararlılıklarını tartabiliyorum. Normlara uygun sosyal iletişim yöntemlerinin yanı sıra, oyun oynamanın da bir çeşit iletişim yolu olduğunu düşünüyorum bu yüzden. Yıllardır en yakın dostumla neredeyse tüm oyunları birlikte oynuyor olmamız, sadece oyun içinde değil günlük hayatımızla ilgili herhangi farklı bir konudaki uyumumuzu arttıran bir şey misalen. Ha keza insanın sevdiği kişiyle film izlemek ya da müzik dinlemek gibi faaliyetleri paylaşmasının yanında oyun oynama hazzını paylaşması da farklı bir tecrübe imkanı tanıyor (7-0, 12-0 gibi skorlara gebeyse oyun, tecrübe agresif bir hale bürünüyor tabii).

Hal böyle olunca, yani hem oyun oynamaya özel bir anlam yükleyip hem de galip olma arzusu baskın bir hal alınca, oyun oynarken değişmek, hırslanmak, oyun haricindeki her şeyi umursamaz bir ruh haline bürünmek de doğal. O yüzden, oyun oynarken mezarından Platon çıksa "Canım gel iki lafın belini kıralım, çay da kattım zaten." dese, Marilyn Monroe gelip boynuma sarılsa, kusra bakmayın canlarım derim.

Oyun tutkusu böylesine bir hale bürünmüşken ve bir şekilde oyunların içine bir diğer tutkum olan müzik de entegre olmuşken, aldığım haz tarifi imkansız bir hal alıyor. Aynı zamanda, işin müzikal yön taşımasından mütevellit, buraya taşımam ve bunları yazmam için de bir vesile oluyor. Fena mı?

Jets'N'Guns da müziğin ve oynamanın hazzını bir araya getirebilen bir oyun. Atari salonlarından aşina olduğumuz Shoot-em Up tarzında, yani iki boyutlu bir düzlemde soldan sağa hareket etmekte olan bir uzay gemisinin, karşıdan gelen diğer mahlukata ateş açması, roket fırlatması, beddua etmesi üzerine kurulu. Günümüz oyun endüstrisinin daha güçlü bilgisayar= daha pahalı hardware stratejisine hizmet eden bilmem kaç milyon poligonlu modeller barındıran ama bir halta benzemeyen yüzlerce oyun ürettiği düşünülürse, internete girebilen her bilgisayarın rahatlıkla oynayabileceği bir Shoot-em Up üretmek cesaret isteyen bir şey.

Amma ve lakin, oyunun böyle basit bir forma sahip olması ihtiva ettiği emeğin boyutunu basitleştirmiyor. Filhakika, gerek barındırdığı yüksek mizah ögeleriyle gerek oynanışa dahil olan teferruatla, oyunun üzerine ciddi manada emek harcandığı aşikar. Hatta ve hatta, bir kaç sene evvel çıkmış bu oyunun şu an sizinle paylaştığım yeniden düzenlenmiş gold versiyonunda, onlarca farklı yeni bölüm, onlarca farklı gönderme var ki, çeşitli uzay mahlukatının kullandığı uzay gemilerine silahlarımızla ölüm kusarken galaksi otostopçularını toplayabiliyor ya da Vamp 666 gezegeninde çalışmakta olan güzeller güzeli kimyager hanımefendilerin uzay araçlarına sarkıntılık eden maço uzaylıları pataklayabiliyoruz.

Jets'N'Guns'ın bu yönünün yanında, müziklerinden de bahsetmek gerekiyor. Machinae Supremacy ismine eminim bir çoğunuz aşinadır. Bilmeyenler için bir tanım yapmak icab ederse, eski atarilerdeki sid çipleri vasıtasıyla ortaya çıkan oyun müziklerinden esinlenen bir metal grubu Machinae Supremacy. Elbette yaptıkları müzikte sid elementlerini eser miktarda kullanıyorlar. Bir zamanlar bizim ülkemizde de moda olan ve teke dışkısı gibi yaygınlaşan "Atari genciyim, nickimde mutlaka robotlara gönderme var." saçmalığına vesile olan 'Rastgele Gameboy tuşlarına basmaca müziği' adını verdiğim janrdan daha farklı Machinae Supremacy'nin müziği. Agresif, hırslı, gözü kara, ironik ve fazlasıyla eğlenceli.

Jets'N'Guns'ın tüm müzikleri Machinae Supremacy tarafından icra edilmiş olunca, haliyle yaşanan hazzı buraya taşımak elzem oluyor. Bu vesileyle, Machinae Supremacy'nin oyun için yapmış oldukları müziklerle birlikte, ilk defa bir oyunu da sizlere sunuyorum. Hani şu sıcakta dışarı çıkıp sıkış tıkış bir yerde dans etmek gibi bir faaliyetle iştigal edeceğinize, sosis kamyonuna benzeyen geminizle uzaylı vurmayı tercih edersiniz belki diye.

Jets'N'Guns Gold Edition
Machinae Supremacy - Jets'N'Guns

20090728

The American Dollar- Ambient One





















Bu blog'da paylaştığım müzikal muhteviyatın lalettayin şeyler olmadıklarını, hususi bir anlam taşıdıklarını daha evvel defaatle söyledim. Evet; şarkıların, albümlerin yahut müzisyenlerin tamamı hususi ama bazılarının ehemmiyeti daha fazla, bazıları daha hususi, bazıları daha kıymetli. Blog muhteviyatının duygusal manası ile ilgili, daha önce kimselere söylememiş olduğum bir durum var; mevzu bahis daha hususi, daha kıymetli, daha mühim bazı şarkıları arşivlerimden çıkarıp burada sizlerle paylaşırken, elimde bulunan kopyaları kullanmak yerine yeni bir şarkı yahut albüm download edip onu paylaşıyorum. Bu tavırla belki de söz konusu şeyin hususiyetini bir nebze de olsa saklamaya çalışıyorum, bilemiyorum. Zira elle tutup gözle göremeyeceğin ve en temel noktada 0 ve 1'lerden müteşekkil olan bir şeyin hususiyeti ne olabilir diye düşünmeme engel olacak bazı takıntılarım var. O 0 ve 1'lerden müteşekkil kodlara entegre olmuş bir oluşturma tarihçesinden söz edebiliriz somut anlamda, ben ayriyeten o kodlara sinmiş bir tarih kokusu olduğunu da düşünüyorum. Bu, çok değerli mücevheratları bir kutuda saklarken, saklananların imitasyonlarını kullanmak gibi bir şey.

Meseleyi bu cihetiyle değerlendirmenin sebebi, geçen günlerde yıllardır bir türlü yenemediğim shift+delete alışkanlığıma, kategorize edilmemiş şarkıları kurban etmiş olmam. Ukalalık olmasın, tatmin edici bir albüm arşivim var, onun yanı sıra çeşitli zamanlarda çeşitli şekillerde elde edilmiş şarkıları sakladığım daha hususi bir klasör de mevcut ki bu klasörde 1999 yılında çekilmiş ve çeşitli kopyalama araçları vasıtasıyla günümüze kadar gelmiş şarkılar bile mevcut idi. Bu tip durumlarda, şarkıların kimliğine sirayet etmiş bir görmüş geçirmişlik olduğunu düşündüğümden, shift+delete'e kurban giden bu şarkıları tekrar çekmemin mümkünatıyla dolamayacak bir boşluk oluştuğunu iddia edebilirim içimde.

Aynı boşluğu remix ya da bootleg albümlerinde de yaşıyorum. Elbette bunların da kendine has dokuları ve getirdikleri var, ama ehemmiyeti üst seviyede olan bir şarkının başka bir kaydını dinlemek sanki sevdiğin kadına çok benzeyen bir başka kadına sarılmak, dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe sırf sana benziyor diye usulca sokulup merhaba demek gibi geliyor. Her ne kadar farklı dokular ihtiva ediyor olsalar da, her ne kadar bu dokular zaman zaman heyecan uyandıracak denli vasıflı olsalar da, her daim belirli bir mesafeyle, soğuk bir ifadeyle karşıladığım albümler bu remix albümler.

Lakin, son dönemlerde bu genel tavrıma mugayır iki albümden bahsedebilirim. Birincisi, evvelce değindiğim Balmorhea'nın remix albümüydü. Helios, Machinefabriek, Jacazsek, Eluvium gibi isimlerce yeniden yorumlanan All Is Wild, All Is Silent şarkılarından müteşekkil bu albümün haberi beni ziyadesiyle heyecanlandırmıştı, yaşadığım heyecanı da birden fazla defa paylaştım. Albüm dahilindeki bazı şarkıların Muxtape'de yayınlanmasının üzerine, heyecanımı boşa çıkarmayan bir albümün ortaya çıktığını söyleyebilirim. Ve lakin, canım bugün Remembrance ya da Truth dinlemeyi arzu etse, arzumu söz konusu remix'ler ile değil, ilk dinlediğim, ilk vurulduğum, içimdeki arzunun kıvılcımı ilk çeken Balmorhea şarkılar ile tatmin ederim.

Lakin, remix albümlere olan mesafeme mugayır olduğu kadar, arzumu tatmin etmek hususunda da muvaffak olan bir albüm var ki, o da işbu yazının öznesidir.

The American Dollar külliyatını, olduğundan daha sakin, daha zarif bir biçimde yeniden işleyen bir albüm Ambient One. Adıyla müsemma olacak şekilde, şarkılardaki ambient hükmü daha fazla. The American Dollar'ın alamet-i mümeyyizesi ve hassa-i farikası olan sakin ambient tınılarına yarenlik eden o elektronik katmanlar çok daha az ve çok daha yumuşaklar bu albümde.

Üzerinde durulası bir diğer husus ise, albümde yer alan şarkıların birden fazla parçaya bölünmüş olması. Yani, şarkıların içinde farklılık ihtiva eden, melodilerin evrimleşmek suretiyle şarkıları ileriye taşıdığı bölümler, başlı başına yeni "track"ler olarak yer almış bu albümde. Misalen, Signaling Through The Flames; piyano girizgâhıyla, şarkının ana yapısını oluşturan ve gözümün önüne hep turkuaz bir gökyüzündeki uçan kuşları getiren bölümüyle ve finaliyle üç parçaya bölünmüş olarak yer alıyor albümde.

İşin ilginç boyutu şu ki, The American Dollar bu parçaları oluşturur yahut şarkıları parçalar iken öyle ihtimamlı davranmış ki, değil bir şarkının tüm parçalarını bir bütün halinde dinlemek, albümün tamamını tek bir uzun şarkı gibi dinlemek mümkün olduğu gibi her bir parçayı münferit şarkılar gibi dinlemek de mümkün. Bu cihetiyle, üzerine harcanan düşünce ve emeğin olduğu kadar, şarkıların çok da büyük bir oranda değişmediği ama yaşanan değişimin de zarif ve sakin pırıltılar barındırdığı bir albümden söz edebilirim.

Geçen sene, tam da bu zamanlar yazdığım A Memory Stream yazısında şöyle demişim:
"Korkunç bir deha barındırıyor muhteviyatında The American Dollar şarkıları, daha da mühimi, bu deha sadece bir kaç parçada ortaya çıkan patlamalar şeklinde de göstermiyor kendini; her şarkıda eser miktarda bulunuyor bu deha ve hatta bir kıyaslamaya gittiğimiz vakit, sadece şarkılarla değil, albümlerle de sınırlı olmadığını görüyoruz bu parıltının. Zira A Memory Stream'de de basit, ama ince, ama yoğun, ama çok komplike şarkılar, tayfın renklerini oluşturuyor."

Ambient One albümü, bir önceki yazının barındırdığı görüşleri çok daha yoğun bir hale getiriyor. Benim nezdimde, The American Dollar'ın müzikal dehası ve zarafeti, hususiyeti mühürlenmiştir. Şu dakikadan sonra, MTV Müzik Ödülleri'nde parlak taytla sahne alıp Jay-Z ile birlikte müzik yapmadıkları takdirde, mücevherlerim arasındaki nadide yerini almış bir gruptur The American Dollar, dağılsalar bile derin bir iç çekişin ardından hücum eden özlemle anılacak, ufak bir tebessümle birlikte ufak bir sızı da canlandıracak bir gruptur.


Sanatçı: The American Dollar
Albüm: Ambient One

Şarkı listesi:
1 / 4- Starscapes
5- Bump
6- Lights Dim
7 / 8- D.E.A.
9- We're Hitting Everything
10 / 11- Rudiments Of A Spiritual Life
12 / 14- Signaling Through The Flames
15 / 17- The Slow Wait (Part 1)
18 / 19- The Slow Wait (Part 2)
20 / 21- Anything You Synthesize
22 / 23- Time
24 / 25- Transcendence
26- Signaling Through The Flames (Film Edit)
27- Time (Film Edit)
28-Intro
29- Chase

DOWNLOAD.

20090727

limbo pillow. // .wolliq odmil

























Limbo Pillow, bundan bir buçuk sene evvel başlamış ve salt kişisel dürtülerle, kişisel arzularla şekillenmiş, kendi halinde, ufacık bir düşünce ürünüydü. Aradan geçen onca zaman sonrasında, bu tamamen kişisel dinamiklerle varolmuş şeyin, beklediğimden daha geniş çaplı ve daha mühim bir şeye dönüşmüş olması beni hala şaşırtan bir şey. Hayır, meseleyi şu kadar kişiye sirayet etme cihetinden değerlendirmiyorum. Beni şaşırtan şey, çok ama çok basit bir dürtüden meydana gelen bu yapının, benim için taşıdığı anlam.

Bu bağlamda, Limbo Pillow'u -kendimi keşfetmekte, yapabileceklerimi görmemde oynadığı rolden ötürü- nispeten steril ve izole bir halde tutma arzumdan doğan yeni bir site var; uzunca bir süredir kapalı tuttuğum Wolliq Odmil'de müzik ve müzikle ilintili kültürel, sosyal, toplumsal meselelerin haricinde, çok da büyük ehemmiyet arz etmeyen ve fakat kimin ilgisini çekeceği de belli olmayan şeyler ile yeni bir fasıla geçmiş olunacak, bir bağlamda Limbo Pillow'un aksi, değili, olmayanı olacak. Bir buçuk yıl evvel ani bir düşünceyle oluşuveren lalettayin bir sitenin, zamanla "desktop publishing" denegelen bir yapıya bürünmesi ve bu yönde dürtülere yol açarken aynı zamanda çeşitli iplerin uçlarıyla düğümlesinin rolü büyük elbette bu mitoz bölünmede.

Bundan hareketle, uzunca bir süredir kullanageldiğim görünümü elden geçirmiş olduğumu da fark etmişsinizdir. Şeklen ve manen süregelen benzerliklerin yanında, meselenin alışkanlık boyutu da farklı bir tartışmanın konusu olabilir.

Bu husustaki yorumlara ve eleştirilere ihtiyaç duyduğumdan, düşündüklerinizi çekinmeden dile getirmenizi rica edeceğim.

20090722

Olay! Olay! Olay! Dream Endless'ın Hiç Bir Yerde Görmediğiniz Fotoğrafı!

















Ekran sizsiniz ve televizyon sizi izliyor.
-Jean Baudrillard

Ben televizyon izlemiyorum yea, aptal kutusu.
-Burçin Sevecen


Biliyorsunuz, bir kaç ay evvel İstanbuldaki evlerinden kaçan iki genç kız, İzmir sokaklarında gezerken yakalanmış, İzmir emniyet teşkilatı mevzu bahis kızları bir güzel paket edip İstanbul Emniyet Müdürü vazifesine atanmış eski müdürleri Hüseyin Çapkın'a hoşgeldin hediyesi olarak kargolamıştı. 14 yaşındaki bu kızları kargodan teslim alan ailesi, paketin sağlam olup olmadığını kontrol amacıyla Adli Tıp Kurumu'na gitmiş, paketle ilgili yeterli güvenceye sahip olmalarının ardından da kızların "sağlıklarının" yerinde olduklarını detaylı bir incelemeden sonucu öğrendikleri için ne kadar bahtiyar olduklarını belirtmekten de geri kalmamışlardı.

Mesele televizyon kanallarının ilgisini çekmeyi başardı, en nihayetinde Türkiye'de her gün evden kaçan, kaybolan, sokakta yaşamaya başlayan, madde bağımlısı olup toplumun defekti haline gelen diğerleri üzerine konuşmak anlamsızdı. Ama emo akımıyla ilintili olan iki kızın evden kaçması, yeni bir cadı avının başlangıcı olabilecekti, haber bültenlerini doldurmak için yepyeni bir fasarya ortaya çıkmıştı. Talih kuşunun başlarına yuva yaptığının bilincinde olan televizyon kanalları bu durumu değerlendirmekten geri durmadılar. Emocular nasıl giyinir, ne yerler, ne içerler gibi detaylı araştırmaların yanı sıra, çeşitli sokak röportajlarıyla demos'un da nabzını tutulmuş, olay tüm boyutlarıyla irdelendikten sonra mevzu bahis kızlara da "O saç şekline ne denir? Neden emo? En çok hangi müziği seversin?" gibi teferruatlı sualler yöneltilmişti. Aşağıda evden kaçan bir kızın fotoğrafı nasıl çekilmeli türünden bir habercilik dersi görüyorsunuz;
























Tabii ki 14 yaşındaki bir kızın durumun ayırdında olmasını ve buna göre konuşup hareket etmesini bekleyemeyiz. Ama söylediklerini bir şekilde tasniflediğimiz vakit, ortaya çıkan tablo mühim ve vahim. Hanım kızımız, 13 yaşındayken emo olmaya karar verdiğini çünkü erkeklerin emo kızlara daha çok ilgi gösterdiğini söylüyor. İşin vehametini ve ehemmiyetini bu şekilde ortaya çıkaran ise kızın tavrı, zira lafı dilinin üzerinde döndürüp dolaştırmadan olduğu gibi söylüyor. Cehalet, aptallık, dürüstlük diyebiliriz ama ortaya çıkan sonuç açısından değerlendirdiğimizde faydası tartışılmaz bir beyanat bu, bir itiraf olma niteliği taşıyor. Evet, mesele bu kadar basit; bir şey olmak için geçerli sebepler ışığında kararlar alıyor ve o oluyoruz. Olduğumuz şeyin tanım aralıklarını elimizden geldiğince dolduruyor, ona göre giyiniyor, saçlarımızı ona göre şekillendiriyor ve ona göre müzik dinleyip ona göre konuşuyoruz. Son kertede, bir insan değil, bir Cansu bir Hasan bir Burçin değil bir kelime oluyoruz, tanım haline geliyoruz, sadece bir metalciyiz, emocuyuz, satanistiz; olmak istediğimiz şekilde. Ve olmak istediğimiz şekliyle toplumun bir numaralı konusuyuz, kendi kendimizi masaya yatırıyoruz. Bir toplum, insanların ne olduğunu, nasıl giyindiğini bu kadar mı önemser? Bu kadar mı büyük mesele haline getirir?

Bir kaç gün evvel Brüno'yu izlerken de bunları düşünüyordum. Bilen bilir, çok gülen bir adam değilim ama gülmeye başladığım zaman dağılıveriyorum, gözlerimden akan yaşlar sel oluyor. Brüno'yu izlerken de yanacıklarımdan akıp giden gözyaşlarım, bir anda sanki Levent Kırca eline megafon almış da apartman girişinden "Güleriz ağlanacak halimize..........." diye bağırmış gibi, gülme ekseninden ağlama eksenine kaymaya başladı yavaş yavaş. Filmin mihrakına oturttuğu karakter, mübalağa ile ve övgüleme ile gözümüze gözümüze girdiği kişilik yapısıyla tam da benim üzerine satırlarca sözcük döktüğüm insan modeliyle örtüşüyor. Moda kurbanlığının, cinsel tercih reklamcılığının, sivrilmek için sapkınlaşmakta ve dahi gülünçleşmekte herhangi bir beis görmemenin allanıp pullanmış hali Brüno. Her konserde, her festivalde Brüno prototipleriyle karşılaşmak çok kolay; gelmeden önce aynanın karşısında saatlerini harcayan o, moda sitelerinden çıkmayan o, en gülünç saç şeklini seçen o, en absürd kıyafet kombinasyonuna sahip olan o, sadece kendi özel meseleleri hakkında tumblr'dan twitter'a, facebook'tan myspace'e her yeri işgal eden o, kendi fotoğraflarını her yerde gözümüze sokan o. O, o, o. Her yerde o var, her yerde o olmalı. Herkes onu konuşmalı, onu beğenmeli. O en güzel olmalı, en havalı o gözükmeli, en fazla takip edilen o olmalı. Verilen karar bu, bu karar uğrunda harcanan haysiyet de olsa olsa kaz gelecek yerden esirgenmeyen tavuk olabilir. Bu kişisel bir tercih, kişisel bir mesele ama bu düşüncenin şekillendirdiği insanlar, insanların şekillendirdiği kollektif bilinç ve bu kollektif bilinci taşıyan toplum için artık değer yargıları farklı bir hale bürünmüş oluyor. Elbette toplumun yegane sinir ucu kimin ne olduğu ve nasıl giyindiği, ne yaptığı olunca bu ortaya çıkan bireylerin kimseyi şaşırtmaması lazım.

Ama bu çarpık topluma entegre bireylerin bir türlü göremediği gerçek şu; gerçek beğeni, gerçek ilgi, gerçek sevgi göze batan sivri şeyler sonucu ortaya çıkmış duygu patlamaları değiller. İnsanlar, başka insanları olmaya çalıştıkları şey yüzünden değil, oldukları şey yüzünden severler. Haliyle, böyle çarpık bir anlayışın hakimiyeti hasebiyle o saçma sapan alakanın, beğeninin bir türlü yetmediği, yetinmeyi bilmeyen kişinin de daha fazla sivrilip haysiyetini daha fazla ayaklar altına aldığı sonucuna varabiliriz. Neden mutsuz olduğunuzun yanıtını arıyorsanız buraya bakın; neden olmaya çalıştığınız kişi olamıyorsunuz, neden gördüğünüz alaka ile yetinemiyorsunuz, neden sevgiye doymuyorsunuz? Cevap şu; zorluyorsunuz. Zorla yapılan her şey gibi de masumiyetten muafsınız, beş para edebileceğiniz tek platform da adına "eğlence sektörü" denince meşrulaşan sirktir.

Burada bu sirk üzerine onlarca şey yazdım. Bacak kadar çocukları Bülent Ersoy kıyafetlerine sokup şarkı söyletmelerinden magazin programlarına. Ama mesele git gide Running Man'deki gibi bir hale bürünüyor, olay iyiden iyiye ciddileşmeye başladı. Hayır üzerinde fare dolaşırken şarkı söylemek, yılanla dolu akvaryumdan ağız yordamıyla çilek çıkarmaya çalışmak gibi şeyler değil kastettiklerim. Volonte general'e, genel iradeye sirayet eden, bir bilinç oluşturan ve bu bilinci yaygınlaştıran bir hal almıştır artık eğlence sektörü adını verdiğimiz bu sirkin işlevi.

Figürlerin hemen hemen hepsinin zihinlerimize "ben buyum" tabelası asmaya çalıştığı bir yer burası. Geçen günlerde Zeki Müren'den bahsetmiştim; bu adam toplumumuzca en büyük sapkınlıklardan biri olarak kabul edilen eşcinselliği hem de yine sapkın addedilen bir yöntem ile, travestilik ile yaşarken kimse de dönüp icra ettiği sanatı bu detayla değerlendirmedi. Zeki Müren diyince aklımıza eşcinsel bir travesti değil, bir sanat idolü geliyor. Beri yandan, eşcinsel olduğu herkesçe bilinen, webcam vasıtasıyla arka nahiyesini hemcinsine gösterir iken çekilen fotoğrafları elden ele dolaşan bir Fatih Ürek gözümüzün içine baka baka, üç gittim beş gittim sabaha kadar inlettim ağlattım minvalinde laflar edebiliyor. Bu bir "ben buyum" tabelası. Benim nezdimde emocu olmaya karar veren kızın da, alaka ve sevgi görmek için sivrilebileceği kadar sivrilen adamın da düşünce yapısı bu yayınlanan ve yaygınlaşan düşüncenin suyunun suyu. Ama sadece bu tip şeylerle sınırlı değil mal haline getirilen kişiliğin promosyonu için yapılanlar; cumartesi geceleri Pelin Batu'nun "ben bilgiliyim!" çırpınışlarıyla geçiyor nihayetinde.













Hal böyle olunca, ortaya bir sömürü çıkıyor. Aslında pek de sömürü denemeyecek, mutualist bir ilişki olarak tanımlanması daha doğru olacak bir yapı bu. Promosyonlarını yapmaya çalışanlar, yapılan promosyonları satarak toplumu etkileyenler. Ama tekrar etmek icab ederse; işin ciddiyet boyutu artık yılandan, tarantuladan, topuklu ayakkabı giymiş veletten çok daha farklı bir noktaya taşınıyor işte. Bir magazin nesnesi haline getirilen Münevver Karabulut cinayeti bu konuda en büyük örnek olma özelliğini taşıyor. Konuya "şu kadar insan öldürülüyor, bir bunla mı uğraşıyorsunuz" diye yaklaşmak eblekçe, zira vaka her açıdan irdelenmesi elzem bir vaka. Ama irdelenmesi elzem olan bir konu, bir adli tıp skandalına yani bir adalet hususu iken -bir vatandaşın sırtını dayayabileceği ve güven hissedebileceği birincil kavram olan adalete gelen zeval iken- anne ve babanın çıkıp "Kızımızın çamaşırında sperm lekesi olamaz çünkü kızımız 'temiz'dir." noktasına geliyorsa eğer ve bunun üzerine kamuoyu "derin bir oh çekiyorsa", bizim bu yazıları, bu kitapları, bu beyinleri hepten toplayıp tuvalete atmamız, sonra da sifonu çekmemiz lazım. Bu, genel iradenin ne hale geldiğini gösteren çok güçlü bir göstergedir. Sokaktaki adamın ilgilendiği mesele ölen bir kız değil kızı öldüren herifin serveti haline gelir, adalet sorunu değil kızın cinsellik sorunu masaya yatırılır, konuyu siyaset eksenine çekip oy tartışmasına girmek istemiyorum ama tarihi boyunca bu kadar mağdur olup, şikayet edip, iradesini de mağduriyetini derinleştirmek için kullanan bir başka toplum daha yoktur. Bakın size bir örnek vereyim, hem de yazının başlığında söz verdiğim fotoğrafı paylaşayım;



















Bendeniz de 13 yaşındaki her çocuk gibi saçmalamaya bir hayli meyilliydim. Nereden gördüm, nereden özendim bilmiyorum ama saçlarım şu şekilden çıkmadı bir kaç sene. O küçük yaşımızın küçük beynine göre bir tepkiydi bu ama düpedüz ilgi çekmeye çalışan bir çocuğun sivrilme çabasıymış işte, bunu o yaşta göremiyoruz elbette. Ama bir ülke düşünün ki, düzensiz kentleştiği, denetim yapmayıp vazifesini yerine getirmediği için yüzbinlerce insanı bir doğa olayına kurban vermiş. Bir adalet düşünün ki tek bir kişi bu hataların cezasını çekmemiş. Ve işte bu ülkenin insanları, bu konulardaki şikayetlerini defaatle dile getirmesine rağmen hiç bir şekilde tavrını, tepkisini ortaya koymamış. Onun yerine sokakta dik saçlarla yürüyen bir çocuk için yolunu değiştirip, elindeki poşetleri yere bırakma zahmetine girip, ödülü hak eden jest ve mimiklerle, ilgi çekmekten başka bir derdi olmayan ve bir kaç sene içinde aklı başına gelip kendisine ne yapıyorum ben diye soracak bir çocuğa "Allah belanı versin!" tepkisi verebilmiş. Bunu kendine vazife bellemiş, vazifesini ifa ettiğinden de huzur dolu bir yüz ifadesiyle yoluna devam etmiş. Ve o andan itibaren o adaleti bozuk bir ülkede yaşamamış, yüzbinlerce insanın ölmediği bir ülkede, eşcinsellerin olmadığı bir ülkede, evlenmeyen kızların prangalandıkları için davulcuya yahut zurnacıya kaçamadığı bir ülkede yaşamış.

Münevver Karabulut'un kim bilir hangi cehennemde olan katil zanlısına katılımcı internet sitelerinden akıl almaz yorumları ile bela yağdırarak toplumsal vazifesini yerine getirenler, sorumlu habercilik anlayışı gereği gün be gün haber vererek yapraklı maarif takvimi gibi şu kadar geçti bu kadar oldu diye haber yapanlar, katilinin kim olduğu, nerede yaşadığı, ne halt etmiş olduğu apaçık belli olan Uğur Kaymaz için ne yaptılar?




















Benim en büyük merakım, bir gün insanlar bir emocu kızın adli tıp onaylı bekaretine, kafası bedeninden ayrılmış bir maktulün namusuna, içki içip karısını döven bir adam rolü oynayan oyuncuya, şarkıcıların hangi deliklerden haz aldığına değil de, adalete, hakkaniyete, haysiyete yönelik yaşananlara "itirazım var" diyip diyemeyeceğidir.