20081222

2008; En İyi 20 Albüm.

2008'in en kötü albümlerinden bahsederken de, girizgâhta belirtmiş olduğum gibi, yılın şu dönemi, müzik ile ilgili kişiler açısından bir en iyiler/en kötüler kıyaslamasını da beraberinde getiren bir özellik taşıyor. Her ne kadar bu tip listelerin şahsa münhasır olması bir tatsızlığı beraberinde getirmiş gibi gözüküyor olsa da, bu tip listelerde gerçekten çok kötü olduğuna inandığımız albümlere yahut isimlere rastlasak da, bence yıl sonunun en eğlenceli telaşı bu listelerde yatıyor.

2008 hakkındaki naçizane listem şöyle, heyecan yaratma niyetine sondan başa;



20) Bohren Und Der Club Of Gore - Dolores

Almanyalı Bohren Und Der Club Of Gore, altıncı albümleri Dolores'i sonbahar ortalarında yayınladı. Gecelerin uzamaya başladığı bir mevsime yakışır şekilde, zifiri karanlık bir jazz melodisiyle inliyordu kulaklarımız Dolores'le. Dürüst olmak gerekirse, bir Black Earth ya da Geisterfaust değil bu albüm; grubun kronolojisi özelinde değerlendirilirse çok parlak bir yere sahip olmayacaktır diğer albümlere kıyasla fikrimce. Amma ve lakin, 2008 özelinde değerlendirdiğimiz vakit, bu listede yer alması elzemdi Dolores'in.




19) iLiKETRAiNS - Elegies To Lessons Learnt

Aslında iLiKETRAiNS'in ilk albümü Elegies To Lessons Learnt, 2007'nin son aylarında piyasaya çıkmıştı; son aylarda piyasaya çıkan her albüm gibi de sıralamalara girememişti. Her ne kadar grup, 2008 sonu için The Christmas Ship adlı ep'yi yayınlasa da, Elegies To Lessons Learnt'ü 2008 listesine sokmak için herhangi bir beis göremiyorum. Zira grup, daha oturaklı bir kimliğe bürünmüş ve daha derin sulara yelken açmıştı bu albüm ile.




18) This Is Your Captain Speaking - Eternal Return

Artık şablonlaşmaya başlayan müzikal yapıdan ne kadar bıktığımı defalarca açıklamışlığım var bu internet sahifesinde, belirli bir formüle ayak uyduran ve bu formül çerçevesinde enine genleşen gruplara bir türlü ısınamayışım da bundan. Benzer bir şekilde formüller üzerinden sonuca giden bir This Is Your Captain Speaking'den söz etmek mümkündü, ilk albümleri Storyboard söz konusu olunca. Lakin yeni albüm, Eternal Return, farklılaşmayı ve gelişmeyi -biraz da gidiş/geliş ekseninde- yansıtmayı becermiş bir albüm olarak hatırlanacak.


17) Maybeshewill - Not For Want Of Trying

Farklılaşan ve hatta apayrılaşan bir başka grup da Maybeshewill. Müziğin elektrik ile ilintili bölümünün domine ettiği ilk albümleri Japanese Spy Transcript öylesine beğenilmişti ki, yeni albümde herkes benzer bir tadı yakalamak için hazır bekliyordu. 65daysofstatic'in düştüğü bu hataya düşmeyip, bayağılaşmaktan kurtulan Maybeshewill, daha ağır ve daha heavy metal kokan bir albümle çıktı dinleyicisinin karşısına, 2008'de. İşin güzel tarafı, değişirken bile özlerini kaybetmeyip, kimlikleriyle bütünleşmiş o film sample'larına yer vermeyi de ihmal etmeyerek geçmiş günleri de yâd ettiler.


16) Exxasens - Polaris

Büyük şirketlerin, başka müzisyenlerin, enstrüman sponsorlarının destek çıktığı kişisel projelerin dışında bulunan, kendi halinde ve kendi başına müzik yaparken albüm çıkarmaya karar verip bunu başaran, bu çıkardığı albümü Dünya'nın bir diğer ucundaki başka insanlara dinletmeyi başaran, dinlediğinden de haz almasını sağlayacak şekilde kaliteli bir iş ortaya çıkaran kişiler, benim gözümde gerçek sihirbazlar. İspanyadaki bir odada çalınan gitarı Türkiye'de duymamız ve duyduğumuzdan zevk almamız kadar sihirli başka hiç bir şey göremiyorum müzik ile ilgili. Exxasens tüm bunlar yüzünden, bu listede.


15) Grails - Take Refuge In Clean Living

Grails'in 2008'de çıkardıkları iki albümden biri Take Refuge In Clean Living. Nisan ayında çıkan bu albümden sonra, Grails ekim başı gibi Doomsdayer's Holiday'ı yayınlamış ama belli ki aceleciliğinin kurbanı olmuştu. Her halükarda sindire sindire yaptıkları ve grubun parlaklığını hakettiği biçimde taşıyan bir albüm sığdırmayı başardılar 2008'e. Yaşar Alptekin'in Grails dinlediği bir Türkiye tahayyül ediyorum.




14) Subheim - Approach

Sonbaharın ilk yağmurunda, bir banka mıhlanıp kalmamın ve 1 ay boyunca binbir virüs ile mücadele etmemin en büyük müsebbibiydi Subheim. Yunanistan'dan, yanıbaşımızdan, çıkan bu tek kişilik proje, 2007'de yaşanan Kashiwa Daisuke çılgınlığını anımsatıyor bana her şeyiyle. Bir bilgisayar insanın yüreğini nasıl ele geçirebilir sorusunun cevabıdır Subheim.




13) Glowworm - The Coachlight Woods

2008'in en büyük sürprizlerinden biri olarak görüyorum Glowworm'ü. Yerel bir grubun pek de iyi olmayan bir kayıtla fezaya süzülüşüdür benim için The Coachlight Woods; bilgisayar tuşları ve keman yayları arasındaki şiir gibi paslaşmalar bile bu albümün mutena bir yeri hakettiğinin kanıtıdır.






12) Max Richter - 24 Postcards In Full Colour

Zaman zaman kendime sorduğum bir soru; Max Richter, dünya tarihinin en parlak yüzyılında, 19. yy'da yaşasaydı, bu besteleri o zaman yazsaydı, acaba ne olurdu? Kanaatimce, en az bir Liszt kadar bilinir, bir Chopin kadar çalınırdı; ismi de sadece Richter olarak anılacak kadar ünlü bir marka haline gelmiş olurdu. Sahiden de o yüzyıllarda yaşayan bir adamın günümüze gönderdiği notalar da olabilir bunlar, konu edilen kartpostallar gibi.




11) The American Dollar - A Memory Stream

Tek albümle rüşdünü ispatlamış bir gruptu The American Dollar. The Technicolour Sleep, ilk albüm olmasına rağmen, grubun tüm potansiyelini gözler önüne seren bir özelliğe sahipti. Hal böyle olunca, beklentiler yüksek tutulmuştu yeni albüm için. A Memory Stream, bu beklentileri kesinlikle boşa çıkarmayan bir albüm olarak kalacak zihinlerde; duru ve zeka dolu bir müziğin The American Dollar ismiyle olan tezahürü.




10) Mogwai - The Hawk Is Howling

Sigur Rós müziğini saçma bir şekle sokarak daha çok satmanın planlarını yapar ve ergenliği henüz üzerinden atamamış gençlerin icra ettiği kopya müzikleri Mogwai ile kıyaslar iken, Mogwai farklılaşmak ile karaktersizleşmek arasındaki fark üzerine ders veriyordu The Hawk Is Howling ile. 2008'in en iyi albümü değil belki ama tartışmasız en doyurucu albümü The Hawk Is Howling; Mogwai'a duyulan saygıyı bir kez daha anlamamıza yardımcı oluyor.




9) Sumner McKane - What A Great Place To Be

Huzurla ilgili boyanan bir tablo ya da çekilen bir fotoğraftı What A Great Place To Be; içinde Ev'e dair kocaman ama gizli bir alan vardı. Sumner McKane'in huzur ve sükûnet doldurduğu notaları taşıyan o albümlerinden bir tanesi değil sadece What A Great Place To Be, duygusal bir bütünün de iletkenliğini taşıyan bir nesne aynı zamanda.





8) Homesick For Space - Please Continue

2003 yılında yayınlanan Unison'dan sonra sır olmuştu Homesick For Space. Aradan 5 yıl gibi uzunca bir süre geçtikten sonra, 2008'de geri döndüler Please Continue ile. Emo-rock'ın henüz saç şekli formatına girmediği ve naifliği ile tanınabilir olduğu yıllardan, 2008'e atlarken, Homesick For Space naifliğini de yanında getirmişti. Unison'daki kadar vurucu ya da yıkıcı değildi belki ama, kendini belli etmeyi başaracak kadar özel bir albümdü Please Continue.




7) Detektivbyrån - Wermland

Detektivbyrån da, 2008 içinde iki albüm çıkaran bir grup. E18 yaza girmeden hemen önce, Wermland ise yaz bittikten hemen sonra piyasaya sürülmüştü. Albümlerdeki şarkıların renkli dondurmaları anımsattığı düşünülürse, yerinde bir uygulama olduğunu söyleyebiliriz bunun. Karnavalın en cafcaflı yerinde çalan müzikleri anımsatıyor Wermland, şu kapkara soğuk günlerde bile.





6) Eksi Ekso - I Am Your Bastard Wings

Yaz aylarından bahsediyorken, aslında 2008'in en fazla konuşulan albümlerinin de bu aylarda çıktığını söylemek gerekli herhalde. Sigur Rós faciasının hemen ardından Eksi Ekso ilaç gibi gelmişti kulaklarımıza; bir çok enstrümanın bir çok müzikal akıma bulaştığı bir albümdü I Am Your Bastard Wings. Bu arada yeri gelmişken söylemekte de fayda var; pek çok sanatçının, sanki biz albümlerini yan sokaktaki bakkaldan alabilecekken download linkleriyle uğraşıyormuşuz gibi takındığı "seni hırsız, sil linkimi" tavrına tezat bir şekilde, Eksi Ekso üyeleri bir kaç kelime Türkçe öğrenme çabasıyla, Türkiyedeki herkese selam yollayan bir mail atmıştı aylar evvel; selamı iletmiş olalım.


5) Anathema - Hindsight

Her birimizin ilk-gençliğini perişan etmişti Anathema. Şimdi büyüdük, ilk-gençliğimizi perişan eden her şey unutuldu, Anathema Türkiye'ye tatil için gelir oldu ama Hindsight ile raison d'être'larının ne olduğunu göstermeyi akıl etmeyi başardılar; her şartta dinleyeni perişan etmek. O eski şarkılara, eski anılara, yeni eklentiler yaptılar Hindsight ile, daha da acımasız oldular, daha da acıttılar ve elbette bu yüzden daha çok haz verdiler.




4) Ólafur Arnalds - Variations Of Static

Pek çok yerde, pek çok ruh haliyle, pek çok defa dinledim bu kaydı. Ve öyle oldu ki, hakkında yazacak hiç bir şey bulamaz hale geldim; yıllardır aşık olduğunun "bana neden aşıksın" demesi karşısında girdiğin sessizlik gibi; aşığım Variations Of Static'e, ama neyine, ama neden, tanımlayamıyorum. Mübalağa yapıyor ya da mecazi anlamda kullanıyor değilim, gerçek anlamda korkunç bir kayıt Variations Of Static, her şeyiyle korkutuyor beni, hala.




3) Balmorhea - Rivers Arms

Rivers Arms'la ilgili ilk yazımda, 2008'in şimdilik en iyi albümü yakıştırmasında bulunmuştum. Aradan geçen zamanda yanılgı payımın düşük olması sevindirici bir durum olabilir ama şaşırtıcı değil. Herkes 2008 için bir liste yapmış olsa muhakkak bir yerlere yazacaktır Rivers Arms'ı; öylesine güzel, öylesine duru ve öylesine samimi bir havaya sahipti. Eski şarkılara yapılan yeni düzenlemeler, yeni şarkıların özündeki o eskilik, Balmorhea'nın yerinde saymadan, emek vererek yaratmaya çalıştığı o şeyin içimizdeki tezahürü; her şeyiyle bir bütün ve her şeyiyle cezbedici Rivers Arms.


2) Glissando - With Our Arms We March Towards The Burning Sea

Leeds biraz İstanbul'a benzer; minik bir İstiklal Caddesi, minik bir Kadıköy meydanı, minik bir Haydarpaşa'sı vardır. Herhalde bu yüzden, ihtiva ettiği duygusallık da İstanbuldakiyle benzerlik taşıyor. Leedsli Glissando'nun duygusallığını bu kadar kolay benimsememizin bunda payı nedir, bilemiyorum. Ama kesin bir şey söylemek gerekirse, With Our Arms We March Towards The Burning Sea, 2008'in en yoğun albümüydü. Grekken'i ilk dinleyişimde ağzımdan çıkıveren o ahı tekrar eder dururum her Glissando dinleyişimde, bir kerameti var olmalı bu yüzden. O kerametten mütevellit, ikinci sırada Glissando.


1) Fjord Rowboat - Saved The Compliments For Morning

Gelelim 2008'in en iyisine.
Fjord Rowboat, reverb tuşunu tekrar sonuna kadar çevirmemizin tek sorumlusu oldu Saved The Compliments For Morning sayesinde. Her biri birbirine benzeyen kalitesiz gürültülü indie-pop grupları, yıllardır aynı müziği icra eden brit-rock'çılar, şablonlarından vazgeçemeyen post-rock fanatikleri; geçmişten gelen shoegaze rüzgarını taşıyan Fjord Rowboat karşısında yerle yeksan oldular. Fjord Rowboat'un samimiyeti, her notada, her sözde hissedilebilir bu albümde; ne tip bir heyecanla yapıldığı, ne tip bir yoğunluk ihtiva ettiği öyle rahat anlaşılıyor. Ayrı ayrı her şarkısıyla ve grup kimliğinin yansımasıyla, birincilik payesini hiç düşünmeden veriyorum Fjord Rowboat'a.


En iyileri sıralamışken, en iyi albümlerin en iyi şarkılarına da değinebiliriz. Her ne kadar bu "en iyi şarkı" tanımlamasından hazzetmesem ve toplama albüm mantığını kasıntı bulsam da, 2008'in müzikal anısı ya da Limbo Pillow'un yıl sonu hediyesi niyetine değerlendirilebilir bu toplama albüm.

1- Fjord Rowboat - Simply Stood
2- Glissando - Grekken
3- Balmorhea - Limmat
4- Ólafur Arnalds - Himininn Er Að Hyrnja, En Stjörnurnar Fara Þér Vel
5- Anathema - Flying
6- Eksi Ekso - The Gallows
7- Detektivbyrån - Generation Celebration
8- Homesick For Space - British
9- Sumner McKane - The 20th Maine
10- Mogwai - I Love You, I'm Going To Blow Up Your School
11- The American Dollar - Anything You Synthesize
12- Max Richter - Cradle Song For A (interstate B3)
13- Glowworm - Lux
14- Subheim - Away
15- Grails - Take Refuge
16- Exxasens - Mira Mama
17- Maybeshewill - He Films The Clouds Pt. 2
18- This Is Your Captain Speaking - Part 3
19- iLiKETRAiNS - The Deception
20- Bohren Und Der Club Of Gore - Still Am Tresen

DOWNLOAD.

20081209

2008; En Kötü 5 Albüm.



Nihayetinde, 2008 yılının da sonuna geldik sayılır. Şimdi çam ağaçlarının, çam ağacına benzetilmeye çalışan tel ve plastik ürünlerin, çam ağacı şeklinde kesilen yeşile boyalı straforların, uhuyla camlara yapıştırılırken tavşan cehennemine düşmüş gibi elimizde kalıcı hasarlar bırakan pamukların, Salih Memecan'ın üzerinde 2008 yazan yaşlı mütedeyyin amcası ve üzerinde 2009 yazan emekleyen seyrek bıyıklı bebeğinin, "yılbaşında napıyoruz" adı altında geçen saçma sapan bir telaşın, ertesi gün anlatılacak bir içtik bir içtik hikayelerini daha şimdiden kurgulama çalışmalarının, anlamsız bir geriye sayma iç güdüsünün yarattığı heyecanın ve en önemlisi, yılın en iyi ve en kötü albümlerini belirleme zamanıdır. bant'ın Ocak-Şubat sayısı için 20 albümlük bir "en iyi" listesi hazırladım, aynı listeyi pek yakın zamanda farklı bir şekilde sizlerle paylaşacağım. Ama önce, 2008'in en kötülerine bakalım.

























Birinci sırada tabii ki One Of The Boys albümüyle, Katy Perry var.

Parantez içinde şunu söylemek isterim; 2008'in en kötü albümlerini yazıyorum. Hatta bu yazıya başlamadan evvel de, yazacaklarımı düşünüp düşünüp kıkırdıyor, nüktedan lakırdılar etme planları kuruyordum. Ama düşününce, durumun ne kadar trajik olduğunu fark ediyorum.

Müzik endüstrisi çok garip bir makine, korkunç bir acımasızlıkla ve olağanüstü bir tüketim hızıyla işliyor bu endüstrinin çarkları. Katy Perry bende Britney Spears, Geri Halliwell gibi isimleri çağrıştırıyor. İrin ve pislik dolu bir hayattan parlak yıldızlığa yükseliş, oradan da ruhsal çöküntünün, intihar girişimlerinin, 10 cc. barbiturat dozlu seks kasetlerinin doldurduğu hayata düşüş; Perry'nin geleceğinin bundan farksız olamayacağı o kadar belli ki, eleştirirken bile ona acımadan edemiyorum.

Açık konuşayım; lise kızlarını severim. Sevmeyecek erkek de tanımıyorum; beyaz streç gömlek, kısa ekose etek ve diz altı çorapların, hormonal birer uyarıcı olduğuna eminim. Lise kızlarının bu güzel yanlarının yanında, ekseriyetinde şöyle bir defekt de bulunmaktadır ki, bu güzel kızlar mutlaka paket halinde gelirler. Promosyonlu paketin "bu satmıyor, arada kaynasın, stok erisin" düşüncesinin öznesi olan ve günlük hayatta "en yakın arkadaş" adını alan insanlar, bir erkek için tehlikeli olduğu kadar, lise kızının kendisi için de çok büyük tehlike arz eder aslında. Şimdi olayın daha net bir analizi için, şöyle bir ayrıma gidelim; güzel, akıllı ve ilgimizin odağı olan hanımefendiye X, bu hanımefendinin en yakın arkadaşı olan kişiye de Y diyelim.

Efendim, X ve Y'nin birbirlerinden hiç ayrılmadıklarını, ayrı olduklarında da sürekli birbirlerinden bahsettiklerini biliyoruz. Eğer ki ilgimiz X'e kayar ve aynı şekilde karşılık alır isek, Y devreye girmekte pek gecikmeyecektir. Aşk hayatı çirkin, kaba saba ve yarım-akıllı erkeklerle yaşanmış kısa zaman dilimleriyle dolmuş olan Y, kıskançlıktan X'in hayatını cehenneme çevirmekle kalmayacak, muhtelif ortamlarda "Biz aslında arkadaş değiliz, sevgiliyiz. Çünkü biz biseksüeliz." gibi bir söylemle, pazarlamada çığır açacaktır. Bu maalesef ki, Milli Eğitim Bakanlığı'nın 2008 araştırmasına göre, Türkiyedeki liselerin %78'ine yayılmış bir hastalıktır. Mantık şudur; iki kız arkadaş annelerinin evde olmadığı bir gece birer kutu Efes Pilsen içerek sarhoş olurlar ve birbirinin dudaklarına ufak bir bûse kondururlar. Efes içmenin tek nedeni nasıl ki yarın okulda, bütün gece yatmadık ve içki içtik, deme şansını yakalamaktıysa, bûsenin konuş nedeni de büyük ölçüde aynıdır.

Bu durumun Amerikadaki tezahürü de Katy Perry oluyor. Katy Perry bu bûseyi şarkı yapmakla kalmadı, bunu pazarlayarak da bir başarı hikayesi kahramanı haline geldi. Aynı yarım-akıllılık, aynı gösteriş manyaklığı, ilginin her an üzerinde olması için olur olmadık şeyler yapma dürtüsü, hiç birimizin umrunda olmayan meme/dil/bacak odaklı parti fotoğraflarının muhtelif internet sitelerine yüklenmesi falan filan, hep gördüğümüz, artık alıştığımız şeylerle karşı cins tavlanmadı ya da sadece ilgi paratoneri olmakla kalınmadı, bu sefer. Bu başarı hikayesi, herkese ders olsun. Yalnız, MySpace'i sahiden de müzik için yararlı bir ortam olarak görmeye çalışan ben bile -tüm karşı cins arasındaki iğrenç mesajlara, "thx for add" banner'larına, hangi amaca hizmet ettiğini anlamadığım renkli lazerli profil template'lerine tahammül etmeye gayret gösteren ben bile- Katy Perry faciasından sonra MySpace'in kesinlikle ömür çürüten, müzik ve sanat kavramlarının içine eden bir siteden fazla bir şey olmadığını anlamış bulunmaktayım.

İşin daha vahim tarafı da, bu kadının ciddi ciddi albüm satış rekorları kırması, her konserinin kapalı gişe olması herhalde. Bir insanın kötü müzik yapması anlaşılabilir, çok kötü ve dahi berbat bir müzik yapması anlaşılabilir ama 1 milyon insanın bu müziği dinlek için üstüne para vermesini aklım kesinlikle kabul etmiyor. Katy Perry'e ait alacağım tek cd, barbituratlı porno cd'si olurdu herhalde, ama sanırım o da torrent'e düşer bir iki seneye.






















Ah. Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Sigur Rós'un Með Suð í Eyrum Við spilum Endalaust'u 2008 yılının en büyük hayalkırıklığıydı. Kendimi tekrar etmek istemiyorum ama olaya net bir teşhis koyalım.

Kabul etsek de etmesek de, ismi saçma bulsak da, janr kavramlarının oluşumuna doğrudan bir eleştiride bulunsak da, "post-rock" diyegeldiğimiz bir janr mevcut. Son 5-6 aydır daha da popüler bir hale gelen bu janrın, en popüler isimlerinden biri de Sigur Rós. Öyle ki, aslında müzikal olarak hiç benzerlik taşımasa da, sırf aynı janr ismini paylaştığı için bir gruba yöneltilen "Sigur Rós'a benzer bir grup" tanımlarına sık rastlar olduk bu sıralar.

Bu noktada zaten Sigur Rós'a yönelttiğim belirli bir eleştiri her zaman olmuştu; samimiyet kavramını Sanat algımın giriş kapısına koymuş biri olarak, Sigur Rós'u severek dinlediğim zamanlarda dahi, asla samimi bulmamış, bu samimiyetsizlik her daim beni grubun kendisine uzak tutmayı başaran bir engel halinde orada mevcudiyetini korumuştu. Aslında hiç bir mantıklı açıklaması olmayan ve müzikal anlamda da herhangi bir katkısından bahsedemeyeceğimiz Hopelandic adını verdikleri vızıltı vokalleri ya da bunun gibi onlarca "ilginç" detayı bir kenara bırakırsak, Sigur Rós'un Með Suð í Eyrum Við spilum Endalaust albümünü, artık grubun tüy diktiğinin elle tutulur kanıtı olarak algılıyorum.

Müzikal değişime, dinamizme her daim önem vermiş biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Sevdiğim bir grubun, sevdiğim müziğini bir albüme aynı şekilde taşımasını asla arzu etmedim, aksine bu durumdan rahatsız olduğum çok olmuştur. Tutan bir şeyi sürekli tekrarlayarak, tavşanın suyunun suyunu çıkarmak ve bundan da para kazanmak, müzik endüstrisinin zaten temelinde yatan bir strateji. Yalnız bir grubun, sahip olduğu, olmaya çalıştığı, "ben buyum" demek üzerinden kendini pazarladığı bir kimliğin artık para etmediğini, yerini başka bir modaya bıraktığını görmek ve bu modaya yönelmek, bir değişim ya da dinamizmden çok, düpedüz "her devrin adamıyım" kabilinden, omurgasızlık ve basitlikle açıklanabilecek bir husus. Sigur Rós, Með Suð í Eyrum Við spilum Endalaust'ta işte tam da bunu yaptı. Albümün yarısını indie-pop kervanı peşinde koşan çocuklara, diğer yarısını vefakâr dinleyicilerine ayırdı; böylece ne şişi ne de kababı yakarak dükkanı açık tutmayı başardı.

Post-rock'la ilgili elle tutulur tespitim şudur; gitar/davul/bass birleşiminden doğmuş tüm müzik dalları içerisinde, ki buna punk da dahil, çalınması en kolay müzik türü post-rock'tır. Gitar çalmayı bilmeyen ama müziğe aşina olan ya da hatrı sayılır bir arşive sahip olan herkes post-rock çalabilir. Birbirine tıpatıp benzeyen, karbon kopya ürünü, basit, alelade post-rock gruplarının tümünün var olma ve kendini duyurmada hiç bir sorun yaşamamasının nedeni de aslında janrın bu komplikelikten uzak yapısı. 15-16 yaşındaki For A Minor Reflection'ın, abileri Sigur Rós'u birebir taklid ederek piyasada tutunuyor olmasının tek açıklaması da bu aslında. Dolayısıyla bu basitlikte farkı yaratan, grup kimliğinin doluluğunda yatıyor. Evet, punk da çok basit bir müzikti, en fazla sözü edilen grup Sex Pistols idi belki ama, Johnny Rotten sayfalardan silinmiş ve Sid Vicious yeni yetmelerin idolü olmaktan öte gidememişken biz hala nasıl Joey Ramone'u, Joe Strummer'ı, Greg Graffin'i yâd ediyor, bu isimlere saygı duyuyorsak, 5-10 yıl sonra Sigur Rós'u Sex Pistols ile aynı kategoride değerlendireceğimizden eminim. Bu süre zarfında Sigur Rós daha da çok saçmalayacak, kendini dev aynasında görmeye devam edecek ve bizleri kah güldürüp kah düşündürürken aklımıza Levent Kırca'yı getirecektir tahminimce.





















Peki Serdar Ortaç bize işkence etmeye daha ne kadar devam edecek? Nabza göre şerbet vermede Sigur Rós'tan bile başarılı bir isim Serdar Ortaç; bu seneyi de şeytan şu bu diyerek kotarmayı bild Nefes albümüyle, çekilmez yazı daha da çekilmez hale getiren bir albümdü Nefes. Her yerdeydi, hava gibi, o hava gibi de bunaltıcı, yorucuydu.

Serdar Ortaç ise, hakkında iki satır yazmak istemeyeceğim kadar nefret ettiğim biridir, 1999 yılının şubat ayından bu yana. Ahmet Kaya, fazla bile söylemiştir Serdar için: "Asker kaçağı vatanseverlerin kiralık dillerinden, yalan sıçrıyor mikrofonlara."

2008'in en kötü dördüncü albümü; M83'nin Saturdays=Youth'u. Kılavuzu karga olanın pusulasının nereyi gösterdiği malum; "prodüktör dehası" albümlerden nefret eden biri olarak, Sigur Rós'un prodüksiyonda büyük emek sarf ettiği Saturdays=Youth benim nezdimde anlatılamaz bir basitlik barındırıyor. M83 her daim güzel şarkılar yazabilmeyi, bu şarkıları da ince ince içimize işletmeyi becerebilmiş bir projeydi. Saturdays=Youth albümünde de aslında şarkılarla, bestelerle bir problemim yok. Problemim, "new wave'i shoegaze'in ilk yıllarına bulayalım" diyerek 80'lerin o artık yormaya başlayan havasını albüme taşımaya karar veren dahi prodüktörle. Şunu anlama zamanı gelmiştir; 80'ler her zaman sıkıcıydı, sadece bu sıkıcılıktan bahsetmek biraz eğlendirici gelmiş olabilir, ama sıkıcıydı. 80'leri bu günlere taşımak ise çok daha sıkıcı. Deal with it Sean, it's over. Rock and roll.

En kötü 5. albüm -aslında kendilerini bu listeye almış olmaktan pek mutlu değilim ama- Death Cab For Cutie'nin Narrow Stairs'ı. Death Cab For Cutie'nin, Sigur Rós ya da M83 gibi "stratejik" hamlelerle böyle bir albüm kaydettiği kanısında değilim. Ama yıllardan beri çıkardığı her albümle, çıtayı çok yükseğe taşıyan, kısa zaman evvel Plans gibi muazzam bir albüme imza atan bir grubun, Narrow Stairs ayarında basit bir albümün arkasında olduğuna inanmak da çok güç. Narrow Stairs hakkında, internet ortamına sızdığı ilk gün bir yazı yazmış, albümü bir an önce paylaşma dürtüsünden hareketle, herhangi bir yorum yapmamı engelleyecek kadar az dinlediğimi itiraf etmiştim. Ne yazık ki, yazıyı tamamlama ve albümün tadına bakma girişimlerimin hepsi başarısızlıkla sonuçlandı sonradan. Zira Narrow Stairs plastik meyve gibiydi, hiç bir özelliği, hiç bir tadı, hiç bir canlılığı olmayan bir şeydi. Death Cab For Cutie gibi bir gruptan çıkması da, bu listeye girmesine yetti. Seatle'ın ekmeğini yemek de bir yere kadar.

Son tahlilde; 2008, bitiyor olmasına üzülmediğim kadar kötü bir yıldı. Bahsedilecek onlarca şeyin yanında, müzikal anlamda da bir çok garabete tanık olduk 2008'de. Tüm bu samimiyetsizliklerin, stratejilerin, nabza göre verilen şerbetlerin yanında, çamurun içinde bulunan pırlantalar da vardı elbette. Ben bu pırlantaları vitrine yerleştirir iken, siz de şimdiden Fjord Rowboat dinlemeye başlayın.

20081127

Maybeshewill & Her Name Is Calla - Split EP





















Maybeshewill, 2006 yılında, usulca sokulmuştu hayatımıza. In Another Life When We Were Cats, He Films The Clouds gibi janrın klasik şarkıları aralarına girmeye namzet şarkılarla, Japanese Spy Transcript çok büyük bir ilginin odağı olmuştu. Hatta bu ilgi, şaşırtıcı bir şekilde Türkiye'ye de sıçramıştı; alışılmadık elektronik beat'lerin enstrümantal müzik içine girip bu şekilde yumuşak bir sonuç ortaya çıkarması hepimizi etkilemişti. Efterklang, 65daysofstatic, Lights Out Asia tamam da, Maybeshewill'in farklı bir tınısı, gizli bir melankolisi vardı.

Bu gizli melankolinin kaynağına, elektronik beat'ler arkasındaki isme daha önce de değinmiştim. Tanya'nın gruptan ayrılışının ardından, Maybeshewill farklı bir kimliğe bürünmüştü. 2008 baharında çıkardıkları Not For Want Of Trying'de bu farklılık fazlasıyla belirgindi; elektronik ağırlıklı bir post-rock grubundan, elektronik ögeler de bulunduran bir post-metal/drone grubuna evrimleşmiş idi Maybeshewill. Şahsen bu tip değişimleri, tutmuş ve bu yüzden de tekrarlanan, satışı garantileyen bir anlayışa yeğlerim. Yani bu bakımdan, Maybeshewill'in evrimleşmesini cesurca ve özgün bir davranış olarak algılıyorum; Japanese Spy Transcript'teki gibi nevi şahsına münhasır ve iyi kotarılmış olmayan elektronik beat'lerin arkasına sığınabilir, çok beğenilmiş ilk albümlerinin kopyalarını yaparak piyasada tutunabilirlerdi. Bunun yerine kendi istedikleri yolu seçtiler, geçmişe özlem duyanlara da He Films The Clouds Pt.2 hediye ettiler Not For Want Of Trying'de.

Grup, 2008 içindeki ikinci kaydını yayınladı. Bu sefer Her Name Is Calla ile birlikte yapılan bir split ep bu. Maybeshewill'den iki, Her Name Is Calla'dan da bir şarkı bulunuyor ep'nin içinde. Maybeshewill, Not For Want Of Trying'deki gibi, -bu sefer drone değil- düpedüz metal etkileşimlere sahip iki şarkı sunuyor bize. Hamuru heavy metal ile yoğrulmuş ben ve benim gibiler bu durumu çok garipsemeyeceklerdir sanırım, en nihayetinde grup elektronik ögeler kullanmaktan kaçınmadığı gibi, oldukça melankolik iki şarkı sunuyor aslında bize. Bir de tabii ki, grubun alamet-i farikası, her albümde kendine yer edinmiş film sample'ları bu ep'de de mevcut. This Time Last Yeardaki sample, I Heart Huckabees'den alınmış.

Her Name Is Calla ise, yine Leedsli bir grup. Leicester-Leeds-Sheffield üçgenindeki grupların birbiriyle bu denli içiçe olması aslında çok öykündüğüm bir şey. iLiKETRAiNS, Glissando, Maybeshewill, Redjetson, Worriedaboutsatan gibi grupların sürekli birbirlerinin albümünde yer almaları, zaten uzun süredir devam etmekte olan bir durumdu. Bu sefer Maybeshewill, Her Name Is Calla'nın elinden tutuyor diyebiliriz.

Her Name Is Calla'nın, benim için çok da büyük anlam ifade eden bir grup olduğunu söyleyemem. Daha önceden çıkardıkları The Heritage albümünde, kayda değer tek şarkı "Motherfucker! It's Alive And It's Bleeding!"'di. Bunun yanı sıra, bu ep'de bulunan Condor And River da, daha önce yayınlanmış bir single'da bulunuyordu. Sanki Maybeshewill "Hadi biz ep çıkarıyoruz, sizin de eski şarkılardan birini koyalım." demiş gibi. Yine de Condor And River, bu sefer daha kaliteli bir kayda sahip, hatta eski şarkıdaki cevheri ortaya çıkaracak kadar iyi bir kayıt bu. Sanırım bu ep'nin en büyük getirisi, Her Name Is Calla hakkındaki yargımı yıkması oldu, Condor And River'ın yeni ve temiz kaydıyla.

Yazı biraz objektif dergi yazısına döndü ama söz konusu Maybeshewill olunca beklentiler ve tepkiler farklı şekilde tezahür edebiliyor. Velhasıl, grubu salt In Another Life When We Were Cats ekseninde değerlendirenler bu ep'deki Maybeshewill şarkılarını beğenmeyeceklerdir. Kendilerine önerim 3 gün boyunca loop'ta o şarkıyı dinlemeleri. Müzik topluluklarına farklı perspektiflerden bakmayı sevenler için ise Maybeshewill bulunmaz bir hazine sunuyor bu ep'de. Üstelik Her Name Is Calla da rüşdünü ispat ediyor en sonunda. Şu an için, yılın en iyi split'i diyebilirim.


Sanatçı: Maybeshewill / Her Name Is Calla
Albüm: Split EP

Şarkı listesi:
1- Maybeshewill - This Time Last Year
2- Maybeshewill - Last Time This Year
3- Her Name Is Calla - Condor And River

DOWNLOAD.

20081126

This Is Your Captain Speaking - Eternal Return






















Şubat ayında yapılan bir yorum karşısında, This Is Your Captain Speaking hakkında bir iki kelam edeceğimi söylemişim. Kasım bitmek üzere ve ben yeni yazıyorum. Şubattan bu yana kaç uçak kalkmış, kaç defa "kaptan pilotunuz konuşuyor" denmiş, kaç uçak inmiş. Kaç minibüs duraktan ayrılmış, kaç otobüs perondan, kaç denizotobüsü iskeleden. O günden bu güne, tek bir canlı hücremiz bile kalmamış, kanımız farklı bir kan, belki içinden galonlarca kan geçen yüreğimiz farklı, biz farklıyız.

This Is Your Captain speaking, Eternal Return albümünü işte bu farklılıklar üzerine inşa etmiş. Gidilen yollar, dönülen yollar ve döndüğünde değişmiş bir dünya. Her gidiş aynı zaman da dönüştür, diyerek alevli gif'leri hatırlatan ucuz aşk sitelerini ya da dimağı sığ feylesofları aklınıza getirecek değilim kesinlikle. Ama bu gidiş-dönüş ekseninde yaşanan bitevi değişimin tınısı saklı Eternal Return albümünde.

Avustralyalı grup This Is Your Captain Speaking, ilk albümleri Storyboard'u çıkardıklarında beklemedikleri bir ilgi görmüşlerdi. Artık klasikleşmiş post-rock tınılarının dışına çıkma arzusundaki dinleyici dört elle sarılmıştı Storyboard albümüne. Albüm aslında janra yenilik veya tazelik getirmiş olsa da, kullanılan kalıplar açısından bakıldığında pek farksızdı ortaya çıkan sonuç; largo/larghetto giriş, iyi kotarılmış catchy bir kreşendo, sonra da kısa bir son. İşte, Eternal Return, gidiş-dönüş ekseninde yaşanan bitevi değişimin etkisinden mi, yoksa salt grubun kimliğine ve müziğine daha yatkın bir hale gelmesinden mi bilinmez, kalıpları daha farklı bir şekilde sunan bir albüm. Daha ağır, daha sakin ama daha doyurucu şarkılar var Eternal Return'de, sadeliğin önemi daha net kavranmış gibi sanki.

Velhasıl, gidilen yahut dönülen yerde ya da bizzat gidiş yahut dönüş esnasında dinlenmesi halinde, sanki yaşanan o kaçınılmaz değişimin müzikal suretiyle karşı karşıyaymışız gibi hissetmemiz kuvvetle muhtemel Eternal Return dinlerken. Bakalım kaç uçak, kaç otobüs ve kaç vapur sonra yeni bir This Is Your Captain Speaking yazısı düşecek zihnimize, onu da zaman gösterecek.


Sanatçı: This Is Your Captain Speaking
Albüm: Eternal Return

Şarkı listesi:

1- Part 1
2- Incirculation
3- Part 3
4- Lullaby
5- Part 2

DOWNLOAD.

20081123

Gravenhurst - The Western Lands






















Bir öz-eleştiri yapalım; korkunç bir hızda tüketiyoruz. Şimdi, her zaman dem vurduğum konuları bir kez daha su yüzüne çıkarmak ve bu konular üzerinden ötekilerini suçlamak kolay bir yol, en başta da öz-eleştiriden kaçmak için geçerliliği kanıtlanmış bir bahane. Ama her ne kadar "dinleyicilik" konusuna bir "farkındalık" alt-başlığı atsak da, müzik modasının rahatsız ediciliğinin farkında olsak da, tüketim hızında bir değişiklik olmuyor. Gelin itiraf edelim; dinlerken aklımıza fosfor yeşili dağları, karıncaların dünyayı ele geçirme planlarını, Tanrı'nın yüzüncü ismini, buzdolabı üzerine oturmuş bizi seyreden bir sevgiliyi getiren grupları başkasının dinlediğini görünce biraz da olsun kıskanmıyor muyuz, rahatsız olmuyor muyuz? Hani bu, "sen benim düşündüğümü düşünemezsin, hissettiğimi hissedemezsin" ukalalığı olmuyor mu biraz? Sadece sen bilmeliymişsin ve en özel sen olmalıymışsın gibi bir tutku, akıp giden o koca dalga içinde en parlak su tanesi olduğunu düşünme ihtiyacı. Tüm bunların altını doldurmak için anlamsız, içi boş, deli saçması bir ton kelime uydurup hepsini peş peşe sıralamak. Var mı daha büyük bir ikiyüzlülük, daha korkunç bir dehayla inşa edilmiş bahane silsilesi?

O zaman bu blog'da yazılanlar da, müziğe içsel dinamik katma iddiasıyla ortaya çıkmış düşünce akışları da, en temel eksende benzer bir dilemmayı barındırmıyor mu içinde: "Ben içini dolduruyorum, sen dinle. Çünkü belki bunu akıp giden bir dalga olarak görüyorsun.". Bu da bir ikiyüzlülük, bir tekele alma durumu değil mi? Benim ikiyüzlülüğüm. Benim bahanelerim. Hepimizin içinde bulunan dahice örülmüş savunma mekanizmaları, o savunmanın altında gizlenmiş, biteviye inkar ettiğimiz kusurlarımız, başkalarına yansıttığımız hatalarımız; tüm bunların bendeki sureti. Ve Gravenhurst, tüm bunları yüzüme vuran Gravenhurst.

İşte bir zaman dinleyip önemsemediğin, sonra uzunca bir süre yüzüne bakmadığın; bir zaman sonra da rastgele ortaya çıktığında da damarlarında civa akıyormuş gibi ağırlaşmana sebep olan ve önemsememişliğinin acısını sorgulamana yol açan o gruplardan biri Gravenhurst. Tamamen kişisel bir çıkarım bu, ama bir noktada bugün ruhuma huzur üfleyen bir müziği, başka zaman neden hiç ama hiç önemsemediğimi sorgulamışlığım, evrensel ve istisna kabul etmeyen bir hatayı ortaya çıkarıyor sadece. Hele ki o müzik, artık geride kalmış ve esamesi pek de okunmayan 90'lara ait tınıları barındırıyorsa gövdesinde, durum daha da farklı bir hal alıyor.

Shoegaze kronolojisi yapmaya lüzum yok; önce Seattle sonra Manchester canına okumuştu shoegaze'in, grunge ve brit-pop dönemleri. Kazaklardan dört düğmeli ceketlere geçiş, hala eskimeyen o Noel Gallagher saç/gözlük kombinasyonu. Unutulan bir shoegaze, üzerine toprak bile atılmadan, ortada kalan güzeller güzeli bir kadın cesedi. Üzerinde beyaz bir t-shirt, altında siyah dar bir kot ve konşssuz siyah Chuck Taylor'lar vardı. İşte o kadını, olduğu haliyle, belki de çürümüşlüğüyle seven bir Gravenhurst. Duru, naif, katillerinden nefret eden, yer yer kendinden öncekine de bakabilen ve bize de geçmişi hatırlatabilen bir müzik, Nick Talbot ve arkadaşlarının icra ettiği. Slowdive, My Bloody Valentine ve hatta Joy Division gizli nota aralıklarında The Western Lands'in.

Bu seferlik kişisel bir yorumla bitirmeyeyim yazıyı. Ya da bitik bir analoji, bayat bir mesaj. Bu sefer sadece, bitsin yazı. Bitsin, Gravenhurst başlasın. Bugün pek yüzüm yok yazmaya, müzik hakkında konuşmaya. Anlatılacak ne varsa, bu seferlik sadece müziğin kendisi anlatsın.


Sanatçı: Gravenhurst
Albüm: The Western Lands

Şarkı listesi:
1- Saints
2- She Dances
3- Hollow Men
4- Song Among The Pine
5- Turst
6- The Western Lands
7- Farewell Farewell
8- Hourglass
9- Grand Union Canal
10- The Collector

DOWNLOAD.

20081119

iLiKETRAiNS - The Christmas Tree Ship























Toplu taşıma araçlarındaki zoraki yakınlıktan hiç hazzetmedim, kimse de meraklısı değildir sanıyorum. Tanımadığın adamın ter kokusu, ten kokusu, sesi, parmakları, kıyafetleri; her şeyi ayrı bir yabancı ve öylesine itiyor o yabancılık bizi. Eskiden bu yabancılığa karşı tepki koyardım, rahatlamak için yayılarak, hazzetmediğime uzun uzun bakarak. Öyle bir hal almıştı ki bu uzun uzun bakma hali, birini bakışlarımla rahatsız etmeyi bir meziyet gibi görmeye başlamıştım. Zamanla, insanların gözüne gözüne bakmaktan vazgeçtim, sadece muhataplarımın gözünün içine bakar oldum. Ne var ki, Bursa metrosu öylesine bir yakınlık sunuyor ki insana, hemen karşında oturan kişinin gözlerine bakmaman imkansız oluyor. Bu durum öyle rahatsız edici ki, bakmamaya çalıştıkça daha da geriliyor, daha da bakmaya zorluyorsun kendini. İşte böyle durumlardan birinde, bugün, yaşlı bir adam ile gözgöze geldik. Yalnız ilk defa, böyle bir durumda, sadece gözlerine değil, göz bebeklerine baktım karşımdakinin. Ve çok garip bir şey oldu; adamın tüm acılarını, tüm yaşlılığını, tüm yorgunluğunu, tüm çaresizliğini, tüm fakirliğini, tüm bıkkınlığını, tüm korkularını okudum gözlerinde. Etrafıma baktım, diğer köşede oturan, yüzüne tam yarım saat boyunca makyaj yapmış şu kız, nasıl bir hissiyat taşıyordu, derdi neydi, arzuları ne olabilirdi, hepsini gördüm. Elinde poşetle ayakta bekleyen yaşlı kadının öfkesi, okuldan çıktığı gibi gömleğinin düğmelerini açan ter kokan çocuğun düşünceleri, üç sıra ilerde olmasına rağmen soğan kokusu açıkça duyulan adamın utancı, her biri o kadar net, o kadar okunabilir bir hale geldi. Bir anda insanlar şeffaflaştılar gözümde, bir anda sanki hepsinin acılarına ortakmışım ve bu insanlar yabancı değiller de, akrabalarımmış gibi, öylesine acıdım, öylesine üzüldüm ki hepsine, ağlayasım geldi, titredim, dudaklarımı ısırdım.

Bir vahiy gibi indi üzerime insanların mutsuzluğu, gözleri sanki zindanlarının kapısındaki bir delikti, çıkmak için can atıyor gibiydiler. Bir tanesinde, tek bir tanesinde bile renk, ışık, umut yoktu, o kadar mutsuzdular. Öte yandan daha 45 gün olmasına rağmen, etrafta renkli, pırıltılı, kocaman yılbaşı süsleri gözükmeye başlamıştı bile. Alışveriş merkezlerinde oradan oraya sarkan metalik renkli kar tanesi modelleri, market girişlerinde çam ağacı sembolleri ya da çam ağaçları, salak bir düzenle yanıp sönen renkli ışıklar, bütçesi daha kısıtlı işletmeler için berbat bir şekilde yazılmış "Hoşgeldin 2009" yazıları. Her şey hazırdı. Sanki bu mutsuzluğu, bu çaresizliği, bu tutsaklığı yaşayanlar biz değildik, sanki dünya parıltılı süslerden, mutlu hoşgeldinlerden, ışıl ışıl renklerden ibaretti. Hayır, hayır, "yaşlanıyoruz ve siz bunu kutluyor musunuz" temelli o bayat şeyi anlatmıyorum. Hepimiz bu kadar mutsuzken, mutlu olma bahanesini 45 gün önceden nasıl hazırlayabiliyoruz, buna şaşırıyorum sadece.

Benzer bir bahaneyi çok önceden hazırlamış birileri daha var. iLiKETRAiNS, 2 hafta önce, Noel için, Christmass Tree Ship isimli bir ep yayınladı. Ne var ki, Noel ya da yılbaşı için yapılmış şeyler arasında, belki de en karanlık, en gerçek hislerimizi yansıtan şey olma özelliğini taşıyor bu ep.

iLiKETRAiNS'in alamet-i mümeyyizesi olan vokaller bu kayıtta yok. Dave Martin bu sefer o depresif, zifiri karanlık sesini değil, gitarı kullanmış. Tüm albüm de bir kerede kaydedilmiş, şarkılar arasında hiç bekleme yapılmamış zaten albüm de tek bir şarkıdan oluşmuş gibi bir izlenim bırakıyor, diyebiliriz.

Bir grubun, müzikal anlamda en fazla göze batan özelliğini çıkarıp yeni bir surette bir şey üretmesi önemli, ama herkese mutluluğu, parlak ışıkları ve metalik renkli kar tanesi modellerini modellerini anımsatan bir olayı böylesine koyu bir renge boyamak çok daha önemli ve deneyimlenmesi gereken bir vaka. Belki böyle daha şeffaf, belki böyle daha mutsuz ama böyle daha gerçeğiz.


Sanatçı: iLiKETRAiNS
Albüm: The Christmas Tree Ship

Şarkı listesi:
1- The Christmas Tree Ship
2- South Shore
3- Two Brothers
4- Three Sisters
5- Friday-Everybody Goodbye

DOWNLOAD.

20081103

The Organ - Thieves























Konu başlığı fark etmez, pek sık rastlarım bu soruya: Neden güzel şeyler hep kısa sürer? Aslında bu soruda ciddi bir mantık hatası bulunur, post hoc ergo propter hoc. Bu açıdan baktığımızda da, biteviye devam eden bir trajedi döngüsü içinde bulunduğumuz söylenebilir. Olsa neden ve sonuça daha farklı baktığımız vakit, sorunun cevabı çok daha belirgenleşiyor; Kısa süren şeyler, zaten kısa sürdükleri için güzeldirler. Kısacık bir rüyanın tüm günümüze hükmetmesi, saniyelerle ölçülebilecek bir öpücüğün vücut kimyamızı alt üst etmesinin nedeni de bu cevapta saklıdır işte. Aynı şey müzikte de kendini gösterir, en parlak yıldız, kaymakta olan yıldızdır ve ardından bıraktığı yıldız tozlarıyla bizi bambaşka insanlar haline getirir o yıldızlar.

The Organ, bir yıldız gibi yanmış, bir yıldız gibi kaymış, bir yıldız gibi sönmüştü. Dağılmış olmaları elbette kötüydü ama geride Grab That Gun gibi bir albüm bırakmışlardı ki, bir daha o albümün üstüne çıkmaları pek de mümkün değildi. Aradan geçen onca seneye rağmen, ne tip bir ruh halinde olursam olayım, Grab That Gun'ın notaları kulağıma çalındığı zaman, sıcak gibi gözüken ama aslında buz gibi olan bir İstanbul ilkbaharında, soğuktan tir tir titrerken The Organ'ı ilk dinleyişim gelir aklıma. Pek az albüm bu şekilde saklayabilmiştir hissiyatını dinleyicisi için. O yüzden The Organ'ın ardından yas tutmak yerine, hayatımıza girmiş ve sihirli dokunuşlarını bıraktıktan sonra çekip gitmiş bir kadınmışçasına sanki, büyük bir özlem, büyük bir saygı ve büyük bir tebessümle hatırlamak daha yerinde olacaktır.

The Organ'in alamet-i farikası, sesi -hiç sevmediğim bir tanım olsa da o tanımın içini tamamen dolduran- frontwoman'i Katie Sketch, geçen sene bu zamanlar, Mermaids adı altında yeni bir proje içinde olduğunu duyurduğunda ziyadesiyle heyecanlanmıştık, itiraf etmek gerek. Katie Sketch'e duyduğumuz sevgi ve özlemin yanında, Mermaids'in göze çarpan bir özelliği vardı ki, durumu daha ilgi çekici kılıyordu. Katie'nin erkeksi, hüzün dolu sesi, Grab That Gun dahilindeki parçalarda harcanıyor gibiydi, böylesine yoğun, böylesine vurgun yaşatacak cinsten bir sese daha melankolik bir müziğin eşlik edecek olması, şüphesiz ki çok önemli bir özelliği olacaktı Mermaids'in.

Maatteessüf, uzunca bir süredir Mermaids'den haber alamadık, tam unutuldu diyorduk ki, The Organ'ın yeni bir EP yayınlayacağı bilgisi orada burada dolanmaya başladı. Bir çok kişi The Organ'ın yeniden bir araya geldiğini düşünse de, aslında sadece eski şarkıların tekrar düzenlenmesiyle oluşturulan bir kayıttı aslında söz konusu olan. Fakat işin güzel yanı, bu EP, daha melankolik bir müziğin Katie Sketch vokaline nasıl eşlik eder'in cevabını layıkıyla veriyor. Grab That Gun'ın ihtiva ettiği o canlı müziğe Thieves'de rastlamak mümkün değil. Her ne kadar albümün geneline yine indie-pop tınıları hakim olsa da, Even In The Night ve Don't Be Angry gibi iki parça, yapıları itibariyle göze çarpıyorlar ve ses dalgalarının kalp aritmisine sebep olmasının çok da imkansız bir şey olmadığını gösteriyorlar.

Son tahlilde, her daim büyük bir özlemle anımsayacağımız The Organ'ın, ardında bıraktığı yıldız tozlarının toplanmış olduğu bu albüm, özlemimizi pekiştireceği gibi, The Organ'a duyduğumuz saygıyı da arttıracak ve Mermaids konusundaki sabırsızlığımızı körükleyecek gibi duruyor.


Sanatçı: The Organ
Albüm: Thieves

Şarkı listesi
1- Even In The Night
2- Oh What A Feeling
3- Let The Bells Ring
4- Fire In The Ocean
5- Can You Tell Me One Thing
6- Don't Be Angry

DOWNLOAD.

20081030

Klever - In The Name Of Peace And Progress






















Yaşananlar malum; blogger'ın kapatılması, 70 yaşındaki bir adamın 14 yaşındaki bir kızı taciz etmesine rağmen salıverilmesi, öte yandan parkta öpüşen çiftlerden rahatsız olan mütedeyyinlerin ahlak ve edep için protesto yürüyüşü yapması. Yazılacak çok şey var, yazdım da. Ama galiba yazmayı bu denli önemseyen insanlar için, yaşanabilecek en kötü his, kendisinin boşa ve boşuna yazdığının farkına varmasıdır. Ne kadar yazarsan yaz, değişen bir şey yok, değiştirebildiğin bir şey yok, etkilediğin bir dimağ yok, titrettiğin bir gönül teli yok; kendi nefesini, kendi kanını boşa tüketiyorsun. Bundan daha vahim bir durum olamaz. O yüzden evvela yazmaya çekinirsin, sonra da lanet edersin, ne hali varsa görsün diye. Galiba o noktadayım, o noktadayız, o sebeple bu konulara değinmeyi kesinlikle istemiyorum artık. En azından bir süre için.

Gelelim Klever'a. Çok ama çok uzun bir süredir yazmak için istiflediğim gruplardan biriydi Klever. Kimliğiyle örtüşen bir vesile, bir kaç taşı yerinden oynattı da, Klever hususunda boğazıma düğümlenen cümleler sıvı faza geçebildi. Hali hazırda, Klever'la tanış olduğum iki seneden bu yana, ne zaman bir trip# dinlesem, hayt-ı hayatım kopuveriyor. Kulaklarımda bir uğultu hasıl oluyor, ruhum titriyor, cümleler birbirine karışıp boğazımda düğüm oluyor, Adem'den miras kalan o lanetli çıkıntı canımı yakıyor.

Ancak nasıl ki, Klever'ın Karadeniz'in diğer kıyısında yaptığı müzik, bu kıyıdaki bizleri can evimizden vurabiliyor, aşina olduğumuz bir tını ihtiva ediyorsa, denizlerin ve dahi okyanusların farklı kıyılarındaki ruhlar da, aşina olabiliyorlar birbirlerine; sanki birlikte tulû etmişler, birlikte müteneffis olmuşlar ve birlikte hitam bulmuşlar gibi.

Nefes, bir yekdem nefes; Klever'ın müziğinde işte o nefes saklı. Bir neyden üflenen nefes gibi mahfi değil belki ve tasavvufi bir anlam yok belki o nefeste, ama buz gibi bir his var. Folklorik çalgıları ön plana çıkaran Klever'ın müziğinde göze ve kulağa en fazla batan bu nefesliler, bize Karadeniz'in buz gibi sularını, yemyeşil dağlarını, semayı görünmez kılan yağmur tanelerini anımsatıyor. Klarinet, trompet, flüt ve en fazla da o acı dolu sesi çıkaran, aşinalığımızın imzasını taşıyan çalgı. İşte o çalgıyı, uzun bir süre boyunca, tulum sanmıştım; Karadenizlilerin de ruhlarını üfledikleri, o ruhu bir süre sığasında ihtiva eden ve içinde gizli tuttuğu o ruhu yavaş yavaş çıkaran çalgı. Sonradan öğrendim ki, bu çalgının adı zhalejka imiş. Meğerse bu zhalejka'nın tulumu bu kadar anımsatmasının sebebi, aslında tulumdan çıkan nefese anlam veren dilin ta kendisi olmasıymış. Yani zhalejka çalan birinin tek tulumu, kendi ciğerleri imiş, yani hayatın alınıp verildiği yere konuk oluyormuşuz biz, bu şarkılarla.

Eflâtun açık bırakılmış bir kapıdan giren seslere kulak kesildi. İçeriden, bir nağmeyi âdeta muhâtap alıp ona tâ -be- sabah tıpıtıpına ve tab’an hitap etmeye azimli bir kudümün gönültâb taptapaları işitiliyordu. Eflâtun kudümün ne olduğunu biliyordu. Ama diğer sazın sesi onu hayrete düşürmüştü. Bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufûlevî vüsafâsı olan ehl-i vukuf füsûnkârların bezediği o vâsî füseyfisâda raks ve vüsûb eden vüsemâ gibi birer üfkûhe idiler. Ama füsûs ki, üflendikçe gönüllerdeki menhûs ufûnetin üfûl olduğu, bu füyûz dolu, tabiî bir vüs ve vüs’at taşıyan nefesler, hangi yusuf-ı kalbîden nasıl hâsıl olur diye sanki, fusûl-ı erbaa teessüf ediyordu. Üflenenler âdeta, Şems’in üfûl ettiği ufka gönderilen canlardan ibâret bir demet vüfûd ettiler.


Sanatçı: Klever
Albüm: In The Name Of Peace And Progress

Şarkı listesi:
1- trip#1
2- trip#2
3- trip#3
4- trip#4
5- trip#5

DOWNLOAD.

20081020

The Wind-Up Bird - Whips






















Çok uzunca bir süredir buralarda bir şey göremediniz. Bu durumun müsebbibi, hemen aşağıdaki Subheim yazısıdır. Yağmur, karıncalar, saatler süren ıslaklığa dayanamayan bir yağmurluk, bronşlar, sinüsler, virüsler derken, tam bir ay boyunca, bırak kalem kıpırdatmayı, konuşacak bir halde dahi değildim. Bir de üstüne sigarayı bırakma kararı eklenince, güneşi solmuş bir gezegen gibi oldum. Güneş soldu solmasına ya, gezegenin dönüşü duracak değil elbet. Madem öyle, devr-i daimde karanlığın sırasının gelmesine şaşmamak lazım. Ve de en karanlığından başlamalı, uzun zamandır gizlediğim bir başka albüm, Pandora'nın Kutusu gibi tıpkı; acil durumlarda aç ve âkibetine hazırlıklı ve daha da önemlisi, razı ol.

Albüm dedim aslında ama, size bir albüm yazısı yazmayacağım. Hayır, Whips bir "albüm" değil, bir müzikal toplamanın sıkıştırıldığı yuvarlak ve parlak bir şey değil Whips. Whips bir hikaye, bir aşk hikayesi. Ve her hikaye gibi, her aşk hikayesi gibi, bağlayıcı, vurucu, yıkıcı, yok edici ve yeni bir umut doğurucu. Zira aslında müzikal açıdan da baktığımızda, bu hikayenin şekillendiği notaların da tek bir şarkıyı oluşturduğunu görüyoruz. İşte bu şarkının -ya da albümün- tam ortasında yatıyor hikaye. Size anlatayım:

--
Konuşmadan biter ya. Biter işte. Bitişin sesi, kokusu, tadı olmaz. Bitiklik böyle bir şeydir, kürekle atılan toprağın tatsızlığı gibidir. İşte böyle bitmişti. Zaten var bile değildik; Evren'de varlığımıza ait tek somut öge, telefon hatları üzerinde bir oraya bir buraya giden elektrik dalgalarıydı.

O hat da kesilmiş, varlığa dair hiç bir şey kalmamıştı elimizde. Bilinen tek şey, o telefon kablolarının sadece telefonları değil, organları da birbirine bağladığıydı ve o elektrik yükü sinir uçlarımıza kadar uzanırdı, eskiden. Artık yüksüzdü içimiz, bomboştu, yoklukla doluydu yahut.

Yoklukla dolu günler hep aynı geçer. Okula gidebilirsin, bir kaç kuruş para uğruna saatlerce bardak yıkayabilirsin, arkadaşlarınla sulu bira içip kötü müzikler dinleyebilirsin, içindeki boşluğu yüzüne yansıtarak poker oynamayı seçebilirsin. Yataktan çıkmayabilirsin. Bir şey fark etmeyecektir, çünkü o günler hep aynıdır. Çünkü Dünya'yla birlikte, Evren'le birlikte dönecek bir yerin dahi yoktur o günlerde, kendi içine doğru bükülen bir kara delikten başka bir şey değilsindir.

İşte o günlerden biriydi. Hangisi hatırlamıyorum, saymayalı uzun zaman olmuştu, zaten önemsiyor da değildim. Dün gece kaçta yattığımı hatırlamıyorum. Sabah da olabilirdi. Üstelik şimdi düşündüğümde, kaçta uyandığımı da hatırlamıyorum, zaten pek uyudum sayılmazdı. Yataktan kalkıyor olmak resmi bir uyanıştı, kâbus ve gerçeklik arasındaki oyunun bittiğine işaretti. Tuvalete yollandım, oturup işerken kendime acıdım, sonra aynada kendimle bir an göz göze geldim. Saçlarımı düzeltmeye çalıştım, elime bir avuç saç teli yapıştı, kendime daha da acıdım. Boşluğumu biraz nefretle doldurdum.

Bir sigara yaktım. O da genzimi yaktı. Ama sanki kendimi etkilemek istercesine, kendimi kendime kanıtlamak istercesine, istemeye istemeye içtim sigarayı. Küllerin yere döküldüğünü fark ettiysem de önemsemedim, şu kadar dağınıklık arasında bir parça külün esamesi dahi okunmazdı. Ama bu dağınıklıktan hoşnut olduğum da söylenebilirdi. Bu gizli hoşnutlukla odaya göz gezdirirken, telesekreterin üzerinde yanıp sönen 5 rakamını gördüm. Önemsemedim, kimseyle konuşmak istemiyordum.

Biraz televizyon izledim. İnsanların fakir ve acı hayatları. İnsanların zengin ve acı hayatları. İnsanların mutlu ve acı hayatları. İnsanların yalnız ve acı hayatları. İnsanların ünlü ve acı hayatları. İnsanların yok olmuş ve acı hayatları. İnsanların hayatları. Sıkıldım. İstediğimden değil, sanki yapmaya programlanmışım gibi gidip üzerime -bir haftadır giymediğim- bir kaç şey geçirdim. Çantamı şunla bunla doldurdum. Dışarı çıktım.

Metro beklerken rayları izledim. Bir de metro istasyonunun o yoğun karbondioksit kokusunu çektim içime, bol bol. Bir kaç metro camında kendi yansımamı yakalamaya çalıştım. Başarılı olamadım. Sonra bindim, indim. İnip daha önce yolda yürürken rastladığım barlardan birine girdim. Sulu bir bira içtim. Sonra bir martini. Sonra bir sulu bira daha. Sonra bir sulu bira daha. Sonra bir sulu bira daha. Sonra bir sulu bira daha. Sonra içimden onu aramak geldi. Ara ve Arama seçenekleri üzerinde dolaşan kalem, seçeneği işaretlemiş, kağıdı masaya bırakmıştı bile.

Çaldı.
Çaldı.
Çaldı.
Çaldı.
Çaldı.
Sonra telesekreter çıktı.
Telesekreter mesajlarını çok salakça bulurum, kendiminkini kaydederken de çok gerilmiştim. O yüzden dinlemedim. Sesini duymak istemedim belki de. Zaten sesini duymak için aramamıştım. Sadece söyleyeceklerim vardı.
Bip sesi geldi.
Duraksadım, ne diyeceğimi bilmiyordum. Ama sanki son sözleri bekleyen ve acele etmezsem kellemi uçuracak bir cellatla konuşurmuş gibi, düşünmeden konuşmaya başladım:

"Seni kötü hissettirdiğim için gerçekten çok üzgünüm. Umarım şu an mutlu uyuyorsundur. Ben.. ben birlikte yaşadığımız her şeyi düşünüyordum. Neyse. Sadece şey diyecektim. Bu canavara dönüştüğüm için üzgünüm. Seni çok seviyorum."

Su ilk önce ağzıma doldu. Sonra nefes boruma. Sonra ciğerlerime. Kendimi bardan dışarı attım. Metro merdivenlerinden inerken kustum. Bir kaç metro camında kendi yansımamı gördüm. Ciğerlerime daha fazla su doldu. Bindim, indim. Sonra eve geldim ama gece kaçta yattığımı hatırlamıyorum. Sabah da olabilirdi. Üstelik şimdi düşündüğümde, kaçta uyandığımı da hatırlamıyorum, zaten pek uyudum sayılmazdı. Yataktan kalkıyor olmak resmi bir uyanıştı, kâbus ve gerçeklik arasındaki oyunun bittiğine işaretti. Tuvalete yollandım, oturup işerken kendime acıdım, sonra aynada kendimle bir an göz göze geldim. Saçlarımı düzeltmeye çalıştım, elime bir avuç saç teli yapıştı, kendime daha da acıdım. Boşluğumu biraz nefretle doldurdum.

Bir sigara yaktım. O da genzimi yaktı. Ama sanki kendimi etkilemek istercesine, kendimi kendime kanıtlamak istercesine, istemeye istemeye içtim sigarayı. Küllerin yere döküldüğünü fark ettiysem de önemsemedim, şu kadar dağınıklık arasında bir parça külün esamesi dahi okunmazdı. Ama bu dağınıklıktan hoşnut olduğum da söylenebilirdi. Bu gizli hoşnutlukla odaya göz gezdirirken, telesekreterin üzerinde yanıp sönen 6 rakamını gördüm. Önemsemedim, kimseyle konuşmak istemiyordum.


Sanatçı: The Wind-Up Bird
Albüm: Whips

Şarkı listesi:
1- Sorry
2- That I've
3- Become
4- This
5- Monster
6- I Love
7- You
8- A Lot

DOWNLOAD.

20080923

Subheim - Approach




















Asla güneşi, sıcağı ve bunları ihtiva eden yazı sevemedim; karanlık bir hava, ince yağmur taneleri, içe işleyen bir soğuk hep daha çekici gelmiştir bana. Fıtrat meselesi olsa gerek, hava böyle "ideal" bir konuma vardığında daha fazla ilgili oluyorum her şeye, daha fazla doluyorum, daha fazla topluyorum. Hal böyle olunca, mesele şu ünlü Ağustos Böceği Ve Karınca masalına dönüyor; masaldaki karınca gibi sonbahara özenle hazırlanıyorum, söylenecek sözleri, anlatılacak hikayeleri istifleyip, sabırla sonbaharı bekliyorum.

Subheim da bu anlattığım istifin içinde olan şeylerden biriydi. Bir kaç dinlemeden sonra, "ilk yağmurda buna ihtiyacım olacak" diyerek mp3 çaların içine istiflemiştim Subheim'ı. İdeal şartlar oluşunca da, büyük bir heyecanla yerinden çıkardım, mp3 çaları yağmurluğumun cebine attım, kabloları büyük bir ihtimamla gizledim ve yağmurla kucaklaştığım anda, play tuşunun üzerinde hazır bekleyen başparmağımı oynattım.

Her ne kadar ilk dinleyişim olmasa da, kendimce bir düş düşleyerek, dinlediğimi ilk kez dinlediğime inandırmaya çalıştım kendimi. İlk şarkıda, menzilime yaklaştığım her adımda bu düşe daha da gerçek geldi, Ybe 76 ile de düşle gerçek birbirine girdi. Kimsenin olmadığı ve hatta sokak lambalarının dahi umudunu kesmiş olduğu o parkta, yağmurluk işlevini yerine getirmekte zorlanırken -ve tam da bu yüzden sinüzitim daha çok başağrısıyla daha çok kağıt mendil harcamasına sebep olacakken- göğsümde bir kor hasıl oldu. Tam da bu havada olması gerekeni yapıp, bir şişe kanyağı fondiplemiş gibi, o kor göğsümden bütün içime, içimden de dışıma, bir ah ile, yayıldı. Belki şu apartmanın camındaki perde gölgesini, beni izleyen bir ecinni olarak tahayyül etmemdi sebep, belki Subheim'dı.

Böylesine yoğun bir dünyada, yağmur damlaları, ecinniler ve Subheim notaları arasında sürüklenirken, bir Subheim yazısı yazmaya karar verdim. Kalem kağıt olsaydı yanımda, kalem yazmaz, kağıt da yırtılırdı. Zihnimi kağıt parçası olarak kabul etsem, en az yağmurdaki bir kağıt parçası kadar bulanıktı, ama zaten Subheim hakkında söylenecek çok da fazla bir şey yoktu. Kimi gruplar için, müziğin ritmi, notaların dizilimi ya da tüm bu somut etmenler hiç bir şey ifade etmeyebilirdi zira. Güzellik böyle bir şeydir; tam tarifini yapmak namümkündür; en az bir yağmur tanesi ya da göze çarpan karıncalardan biri eksik olur o tarifte. Subheim için de aynısı geçerliydi, ben ne kadar müzikteki elektronik ögelerin, klasik tatlarla -piyano ve yaylılarla- oluşturduğu muhteşem kompozisyonu anlatmaya çalışsam, ya da Max Richter veya Eluvium örnekleriyle zihninizde bir resim oluşturmaya çabalasam da, hiç bir kelam o içimde vuku bulan mini-volkanik hareketlenmeyi, bu hareketlenmenin bir ah ile patlamasını anlatmaya yetmezdi. Şarkılar öyle, beat'ler böyle, yaylılar ise şöyle demekten vazgeçtim. Kimi bu durumu kolaya kaçmak olarak nitelendirirdi belki ama doğrusu buydu. Zaten bir yazı yazıp, o yazıyı klavyeyle bilgisayara, oradan da telefon hatlarıyla sizin bilgisayarınıza ulaştırmak da pek içimden gelmiyordu. Yüzünü görmediğim, tanımadığım, şekillerini ve şemallerini bilmediğim insanlara, o parkta, ecinniler ve karıncalarla ilgili bir masal anlatmak istiyordum sadece.

Sonra bu masalların, Subheim'ın içine gizlendiklerini fark ettim.


Sanatçı: Subheim
Albüm: Approach

Şarkı listesi:
1- Hush
2- Ybe 76
3- One Step Before The Exit
4- Howl
5- Away
6- Hollow
7- Stranded
8- Intact
9- Voces Perdidas
10- Hollow (Remix by Mobthrow)
11- One Step Before The Exit (Reconstructed By Flaque)

DOWNLOAD.

20080915

Pornopop - And The Slow Songs About The Dead Calm In Your Arms






















En ahlaklımızın porno izlemesi yahut en ahlaksızımızın porno izlediğini reddetmesi, esasen şaşırtıcı bir çelişki değil. Ne hikmetse, neredeyse hepimiz pornografiyle içli dışlı olduğumuz halde, bunu inkar ederek bir ahlak ve kişilik primi kazanmaya çabalarız ki, beyhude bir çaba da değildir bu. Ne var ki, insanın kendi içinde yaşadığı bu çelişki topluma sirayet ettikçe, ortak akıl katı ve evrensel bir sonuç doğurur; sosyo-ekonomik ya da kültürel paradigmalarla açıklanamayacak kadar yaygın bir kanaat oluşur ki, bu kanaat, cinsellikten bahsetmenin ahlaksızlıkla eş değer olduğudur. Bu dogmayı, yazar David Herbert Lawrence -Pornografi ve Müstehcenlik isimli denemesinde-, tek bir cümleyle yerle bir etmeyi başarmıştı: "Birine pornografik görünen, bir başkası için dehânın kahkahasıdır."

Yine de Birleşmiş Milletler, bu mühim meseleyi masaya yatırmıştır. 12 Eylül 1923'te, yani resmi rakamlara göre 10 milyon insanın ölmesine, 8 milyon insanın kayıp olmasına ve 20 milyon insanın hayatına yaralı olarak devam etmesine sebep olan Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sadece 4 yıl sonra, Birleşmiş Milletler, birleşik bir kanaate varmak için, Cenevre'de "Müstehcen Yayınların Dolaşım Ve Ticaretinin Engellenmesi" konulu bir konferans düzenledi. Bu konferansta, maateessüf, "müstehcen" sözcüğünün evrensel tanımı üzerinde bir konsensusa varılamamıştır. Yine de medeniyetin beşiği İngiltere ve özgürlüğün merkezi Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulanan çözüm, dikkate değer. Bu iki ülke, mesela herhangi bir kitabın müstehcen olup olmadığını tahlil ederlerken dahice bir yönteme başvurmuşlar ve "müstehcen olduğu ileri sürülen eserin, ortalama bir okullu kızı baştan çıkarıp çıkaramayacağını" etüd etmek adına, rastgele 10 denek okul kızı seçip, eserin şehvet uyandırıp uyandırmadığı yönündeki ampirik verileri de hesaba katarak kararlarını vermişlerdir.

Grubun isminin sadece bir bölümünden nereye geldiğimiz düşünüldüğünde, ortada şaşırtıcı bir ilerleme olduğu iddia edilebilir, lakin aynı isimde kullanılan iki farklı kavramın paylaştığı benzerlik sebebiyle, kavramların üzerinde biraz daha durmamız gerekebilir. Evvela pornografinin de, popülerlik istencinin de, animus/anima'yla direkt ilgili olmasını not edebiliriz, ama esas nokta hem pornografinin hem de popülerliğin inkar edilmesine rağmen yoğun bir şekilde arzulanmasıdır. İşte ben de Pornopop'un, tam da bu yüzden, duyduğum en iyi grup isimlerinden birine sahip olduğunu düşünüyorum.

Popülerlik odağını biraz daraltıp pop müziğe odaklanırsak, pop müziğin altın çağını 80 ortalarında yaşadığını görebiliriz. Pornopop, bu muazzam 80'ler popuna büyük bir ilgiyle yaklaşan ve bu ilgiyi şarkılarına da yansıtan bir grup. Arkasını böyle sağlam bir yere dayayan grubun, bir de indie müziğin temellerinin atıldığı yıllarda filizlendiği de düşünüldüğünde, önümüzdeki tablo somutlaşıyor. Low, Slowdive gibi grupların, notalarıyla dünyayı daha karanlık bir hale getirmeye başladığı 1997 yılında kurulan Pornopop, İzlanda'da ikamet eden iki kardeşin projesi aslında. Artık İzlanda'ya özgü bir durum olduğunu düşünmeye başladığım, Sigur Rós vari, high-pitch vokalleri, biraz önce bahsini etmiş bulunduğum 80'ler popu ve çiğ indie çerçevesinde değerlendirdiğimiz vakit, ortaya Pornopop çıkmış oluyor.

Pornopop'un 1997 yılında kurulmasına rağmen, ilk albümleri Ant The Slow Songs About The Dead Calm In Your Arms'ı çıkarmak için 10 yıl kadar beklemesi oldukça şaşırtıcı. En nihayetinde, grubu sadece albüm performansıyla değerlendirdiğimizde, icra ettikleri müziğin nevi-i şahsına münhasır ve en azından standartların üzerinde diyebileceğimiz bir özellik taşıdığını söylemek mümkün. İzlanda'nın yıllardır yiye yiye bitiremediği Sigur Rós mirasından, Reykjavik'teki 14 yaşındaki veletlerin kurduğu bol şablonlu "post-rock grubu"larından, Björk'ün yarım ağız mersi'lerinden sıkılanlar için, Pornopop biçilmiş kaftan rolü üstleniyor.


Sanatçı: Pornopop
Albüm: And The Slow Songs About The Dead Calm In Your Arms

Şarkı listesi:
1- Nicotine And The Backward Lounge
2- Centre
3- Death Tape
4- Stop
5- Sleep
6- It Doesn't Mean A Thing
7- Little Kafka
8- Yfirtonar
9- Wired To The Cold Metallic Scene

DOWNLOAD.

20080913

Detektivbyrån - Wermland





















Blodpudding'in sahiden de kan pudingi olduğu gerçeğini hala sindirememiş, IKEA'nın 2009 kataloğunu posta kutumda henüz bulmuş ve De La Mancha yazısında İsveç güzellemesi yapmamın üzerinden çok zaman geçmemişti ki, Detektivbyrån yeni albümü Wermland'ı piyasaya sürdü. Hem de ne sürmek, müzikleriyle kulaklarımızı fethetmeleri yetmezmiş gibi, bir de gecede 400 albüm imzalama videolarını yayınlayarak ruhumuzun her kapısını açan altın anahtara sahip oldular.

Detektivbyrån, mayıs ayında yayınlanan E18 albümüyle sıcak bir merhaba demişti bize; akordeona eşlik eden glockenspiel dokunuşları ve üflemelilerle kalabalık ve renkli bir karnavalın müziğini icra eden Detektivbyrån, yeni albümü Wermland'a favori enstrümanım theremin'i de eklemleyerek, müziklerine apayrı bir boyut katmayı bilmiş.

Her ne kadar çoğu eleştirmen ve tag'lerden vazgeçemeyen loopçu Last.Fm ahalisi Detektivbyrån'a folk payesi biçse de, ortaya çıkan müziğin bölgesel bir yapıdan çok, evrensel bir tad barındırdığını söyleyebilirim. Parlak güneş ışıklarının yerini kahverengi tonlarına bıraktığı şu günlerde, yaza özlem duyanlar için özel bir anlam barındırma olasılığı yüksek Wermland'ın, hava ya da saha şartları ne olursa olsun, bir doz mutluluk zerk ediliyor bünyeye her şarkıda, zaten sözü edilen enstrümanların birlikte kullanımından da farklı bir sonuç çıkması beklenemezdi.

Bu noktada multi-enstrümantalizme de değinmek elzem. Klasikleşmiş gitar-bass-davul yapısına akordeon gibi nispeten bigâne bir enstrüman eklemek bile yeterince zorken, bir de bunun içine piyano, theremin, glockenspiel gibi baharatlar katmak, bir şarkıyı bu kadar fazla malzemeyle ortaya koymak önemli bir meziyet. Detektivbyrån şarkılarına baktığımız vakit, enstrüman dağılımının oldukça homojen ve yerinde olduğunu fark ediyoruz ki, bu bile grubun beste gücünü tek başına açıklamaya yetiyor.

Velhasıl, sıcacık ve dolu dolu bir grup Detektivbyrån, Wermland albümüyle de bu kimliklerini sağlamlaştırıyorlar. Yaymış oldukları müzikal aura Yann Tiersen'i ve elbette Tiersen görüntülerinin eşlik ettiği Amelie sahnelerini çağrıştırabilir, yaz gecelerini anımsatabilir, yüzünüzde budalaca bir tebessüm oluşmasına sebep olabilir. Yanisi, hayatın bol kremalı tarafından bir dilimle, ruhunuzu doyurabilir.


Sanatçı: Detektivbyrån
Albüm: Wermland

Şarkı listesi:
1- Om Du Möter Varg
2- Kärlekens Alla Färjor
3- Honky Tonk Of Wermland
4- Rymden I En Låda
5- Generation Celebration
6- Life/Universe
7- Neonland
8- Hus Vid Havet
9- Partyland
10- Camping
11- Sista Tryckaren
12- En Annan Typ Av Disco
13- Dygnet Runt
14- 054

DOWNLOAD.

20080912

Grails - Doomsdayer's Holiday























Her insan, hayatında en az bir kez, fiziki engellileri anlamaya çalışmak için, kendine farazi engeller koymuştur; kollarını kullanmamaya çalışmış, gözlerini kapatmış ya da duyduklarına tamamen yabancı kalmayı denemiştir. Ben de, işitme duyusunu bu kadar önemseyen biri olarak, gözle işitmenin nasıl bir şey olduğunu hep merak etmişimdir. Yine de, düşünüldüğü vakit, tamamen gözle işitmiyor olsak da, neredeyse hepimizin işittiklerimize görsel bir boyut eklediği söylenebilir. Bu, şüphesiz ki, müzik söz konusu olduğunda daha geçerli bir durum. Yani ksilofon vuruşlarını yağmur tanelerine benzetirken, bir müziğin verdiği huzur hissine, nehir kenarında yatma düşünü eklemlerken, bu tip yol haritaları kullanıyoruz. Aslında janr dediğimiz kavram da, sadece müzikal değil, görsel anlamda da benzerlikler taşıyan seslerin tasnif edilmesiyle açıklanabilir bir şey, bana göre. Bu noktada post-rock nam müzik türünün de, ardışık bir görselliğe sahip olduğunu iddia edebiliriz; ya güneşli bir günün alabildiğine yeşil huzurunda ya da gri ve koyu kahverengi tonlarının hakim olduğu bir post-apocalypic film sahnesinin tam içinde buluyoruz kendimizi.

Grails, bu iki görüntünün de dışına çıkan bir müzik yapıyor; post-rock'ın ruhuna üflenen bir Doğu nefesiyle görüyoruz bu sefer aynı sahneleri, gri tonlarının hakim olduğu harabe Bağdat'ta ya da alabildiğine yeşil Maveraünnehir vadilerinde. İşte böylece, post-rock'a da sirayet ediyor oryantalizm baharatı; Doğu'nun hüzün ve huzur arasındaki arada kalmışlığı en çok da bu seslerle kendini belli ediyor. Ve Doğu kültürüne bu kadar aşina olan bizler için de, Sultan Süleyman'ın hazineleri kadar gizemli ve zengin bir müzik vaad ediyor Grails.

Aslında bu anlatmış olduğum havayı, grubun ilk albümlerinde solumak zor. Black Tar Prophecies'ten sonra daha belirgin ve giderek artan bir dozda görüyoruz bu oryantalizm baharatını, Burning Off Impurities ve Take Refuge In Clean Living albümlerinde. Bu noktada, Grails'in ne kadar üretken bir grup olduğunu da hatırlamakta fayda var; Take Refuge In Clean Living 2008 nisanında çıkmışken, aradan sadece 5 ay geçtikten sonra yayınladıkları Doomsdayer's Holiday en az öncülü kadar kaliteli ve tatmin edici.

Tafsilatı genetikte midir, yoksa sadece manevi mirasta mı saklıdır bilinmez ama, Doğu melodilerine yatkınlığımız aşikar. Üftâde bir neyzenin nefesiyle ruhumuzun tarumar olması bu yüzdendir, arabeski küçümserken vazgeçemememiz bu yüzdendir, bu yüzdendir ezan sesine kulak kesilişimiz ve belki de bu yüzden, sadece bu yüzden bu kadar rahatça kaybolabiliyoruz Grails'in notalarında. İşte böylece, "arabesk post-rock" mefhumu da, lûgatımıza girmiş oluyor.


Sanatçı: Grails
Albüm: Doomsdayer's Holiday

Şarkı listesi:
1- Doomsdayer's Holiday
2- Reincaration Blues
3- The Natural Man
4- Immediate Mate
5- Predestination Blues
6- X-Contaminators

DOWNLOAD.

20080910

Kağıt, Mürekkep ve Bir Kaç Şey Daha.
















Ortaokulun son senesi olmalı, Türkçe öğretmeni minimum dört sayfalık bir hikaye yazma ödevi vermiş. Her akşam 2130'da ışıkları kapatıp yatağa yollanan ve boğucu bir karanlıkta sadece kendisiyle iletişim kurabilen bir yatılı öğrencisi kurgulamaktan başka ne yapabilir? Ben de, gidilecek tek yoldan gitmiş ve kurgulamıştım; Puslu Kıtalar Atlası'nın Uzun İhsan'ından bir tutam, Sandman'in Destiny'sinden bir ölçek alıp karıştırmış, yataktan hızla kalkıp radyolu el fenerinin ışığıyla ilk hikayemi yazmıştım. Bu hikayemde, Tanrı bir vakanüvis idi, mürekkep haznesi damarlarıydı ve bir kordon yardımıyla kaleme uzanan bu mürekkep ile, yaşanan hayatın her nano-saniyesi yazılmaktaydı.

Durumun yaratmış olduğu bir emrivaki midir, yoksa ilk göz ağrısının oluşturduğu bir tepkime midir bilmem, ancak bir şekilde kendimi o Tanrı figürü ile özdeşleştirmiş, yazmadan duramaz olmuş ve bunu da damarlarımı mürekkep haznesi olarak kullanmakla nedenselleştirmiştim. Hülasa, yazmak benim için bir ihtiyaç haline gelmişti, o ihtiyacı karşıladığımda da doyuyor, tatmin oluyordum. Yazmayı böylesine bir gereklilik olarak gören birinin, iki haftadır tek bir açıklama yapmadan kalem oynatmıyor olması garip gelebilir. Bu yüzden, size bir açıklama borçluyum;

Yaklaşık üç hafta önce sızan Mogwai albümü hakkında, sıcağı sıcağına bir yazı kaleme almış, albümü büyük bir heyecanla paylaşıma açmıştım. Bu albüm, Mogwai üyelerinden birinin de yer aldığı bir forumdan sızdı -hayır, atpr değil- ve bu sızıntı karşısında Mogwai gayri-resmi bir "laissez faire, laissez passer" tavrı takındı. Kısa süre sonra da, sitelerinde, sızan bu albümle ilgili bir Pitchfork kritiğine yer vererek, tavırlarını resmileştirdiler. Ne var ki, benim yazmış olduğum yazı ve paylaşmış olduğum link yüzünden, blogspot yönetimi yazımı silmekle kalmayıp hesabıma kısa süreli bir erişim koydu, rapidshare de aynı şekilde üyeliğimi blokladı. Yani grup üyelerinin onaylamış olduğu bir durum, benim bir şekilde cezalandırılmama sebep oldu. Velhasıl kelam, Mogwai yazısının kaldırılmış olması ve bunun getirdikleri hem somut bir biçimde yazmama engel oldu, hem de getirdiği düş kırıklığıyla damarlarımdaki kanın çekilmesinin müsebbibi haline geldi.

Hal böyleyken, yani Limbo Pillow böylesine rahatsız edici bir konumdayken, bu sefer gayet açık ve net bir şekilde, kendimi ve düşüncelerimi ifşa etmeye karar verdim:

Limbo Pillow, insanlarla salt müzikal paylaşım içinde bulunmak için kurulmuş bir site değildir, aksine, yaratıcısının naçizane fikirlerini yaymak için kullanılan bir araçtır, bir propaganda makinesidir. Daha önce de bu sayfalarda bir savaş ilanı yayınlamış, Wollt Ihr Denn Totalen Krieg?
diye sormuş, casus belli olarak da, dünyada ve Türkiye'de palazlanmış olan "aptal dinleyici"yi işaret etmiştim. Statü için müzik dinleyen bizim düşmanımızdı, last.fm'de loop yapıp dinlediği müzikle insanları etkilemeye çalışan aptal çocuk bizim düşmanımızdı, konsere giderken en yeni kıyafetini giymek zorunda olan ve kendini Milano Moda Haftası'nda sanan şaşkın kız bizim düşmanımızdı, tüm bunlar için albüm yapan samimiyetsiz grup düşmanımızdı, o grubu alıp kapağına koyan dergi düşmanımızdı. Bunlar düşmandı, düşmandı fakat, amaç düşmanı yok etmek değil, içi boşaltılmış kavramların içini tekrar doldurmaktı, bir değişim yaratmaktı. Limbo Pillow, tek kişilik bir müdafaa hattı idi.

Tüm bunlar benim ve sadece benim düşüncelerim, hislerim, öfkelerim ile meydana geldi, alabildiğine kişisel, alabildiğine tek taraflı bir durumdan bahsediyorum. Tam da bu sebeplerden ötürü, çoğu zaman "arkadaş çevresinin asi çocuğu" agresifliği hakimdi üslubuma, ama şu da bir gerçek ki, bu düşünceler, bu duygular, hiç bir zaman ruhumda baskın bir role sahip olmadı, hayatımın amacı asla müziğe bakış açısını değiştirmek olarak şekillenmedi. Bu sadece bir fikirdi, bir duruştu ve tüm bunlar kollektif bir yapıya oturdu; şarkıların ruhumuza tesiri belki de hiç bir şeyle ölçülemeyecek kadar fazlaydı ve şarkılar üzerinden ortak bir bağ kuruldu. Bu tek kişilik müdafaa hattı belki tüm satıha yayılmadı ama yazıyla, içtenlikle ve en önemlisi ruh ile, düşüncelerin yaygınlaşabileceğini bana kanıtladı.

Şimdi bu hat, daha da genişliyor; Limbo Pillow, kendi ismiyle olmasa da, arkasındaki amaçla ve aynı içtenlikle artık kağıt üzerinde olacak. Bendeniz, ekim ayından itibaren, bant dergisinde yer alacağım; her zamanki albüm kritikleriyle, Limbo Pillow'a bir türlü eklemlenemeyen söyleşilerle ve belki daha fazlasıyla. Bu noktada yapılması gereken önemli bir açıklama var; aslında tavrından rahatsız olduğum kitlenin belki de en çok ilgi gösterdiği müzik mecmuasının bant olması, aykırı bir çelişki gibi görülebilir. Ancak benim için, bu çelişki aynı zamanda çok büyük bir fırsat da. Bir insanı, bir kitleyi değiştirmek için evvela ona sirayet etmek, hitab etmek elzem. Yine de bant'ı okuyucu kitlesi üzerinden eleştirmek büyük bir haksızlık olabilir, artık kağıt üzerinde olma zamanının geldiğini söyleyen ve bant'a mecbur olmadığını ifade eden okur bunu da hesaba katmalı diye düşünüyorum.

Bu noktada değinmem gereken bir husus daha var. Benzer bir duruşu paylaştığımız sevgili dRWarp'ın (ki Deuss Ex Machina'dan aşina olmalısınız kendisine) Trendsetter dergisinde Limbo Pillow hakkında bir kaç kelam etmesi, bu vesileyle de "Türkiye'de Müzik Yapmak Çok Zor." yazısının aynı dergide yer almasıyla, aslında hiç bir şekilde odağımda bulunmayan insanların benimle aynı fikirleri paylaştıklarını belirtmiş olmaları, yayılmacı fikirselliğin başarısını kanıtlar nitelikte bir durum ortaya koyuyor.

Özetlemek icab ederse; Limbo Pillow kendisine biçilen ömrün ve tahayyül edilen amacın ötesine geçmiş bir düşünsel proje. Kişisel düşüncelerimin kitlesel bir boyuta ulaşmasını arzu ediyor olmamın da egosantrik bir özellik taşıdığını düşünmüyorum; belki haksızım, belki yanlışım, belki fazla öfkeliyim ama hemfikir olma isteğimin alabildiğine insani olduğuna inanıyorum. Bu noktada artık sadece 0'lar ve 1'ler ile değil, kağıt ve mürekkep ile de iletişimde olmak benim için heyecan verici bir durum teşkil ediyor. Bir de radyo dalgaları var elbette, ona da sıra gelecek.

En içten sevgilerimle,
Eser.