20101022

Alamet-i Kıyamet.































Dışarı çıkarken printer'ın içinden kaptığım bir kaç A4 kağıt var elimde, bir de yıllardır kullana kullana bitiremediğim pilot kalemim. Bir şeyler karalıyorum ama aslında bu kağıtlara yazmak istemiyorum. Ufak, deri kaplı, lastiği gevşek olmayan bir Moleskine'e yazmak istiyorum şu an. Bu arzum beni öfkelendiriyor, neden ne yazdığımı önemsemiyorum, yazdıklarımın nereye varacağını düşünmüyorum da bir Moleskine'e yazmak istiyorum? Bunun üstüne düşünmeye başlıyorum, bunun beni bir yere götüreceği aşikar.

Moleskine kendini tanıtırken Picasso'nun, Hemingway'in, Van Gogh'un not defteri olduğunun altını çiziyor. Hatta bunu özellikle vurgulayıp ürününü neredeyse tamamen bu konsept üzerine oturtuyor. İyi yazarların, iyi çizerlerin onu kullanıyor olmasına atıf yapılıyor. Bu aslında doğru bir bilgi değil, çünkü adı anılan bu isimlerin kullandıkları moleskine sadece bir "not defteri çeşidi", bu defter çeşidinin markalaşması ve moleskine'in Moleskine olması 1997 yılına, yani bu isimlerin kemiklerinden defter sayfası yapılabilecek kadar sonrasına tekabül ediyor. Ancak Moleskine markası, müşterilerine şunu sunuyor: Bir Moleskine aldığınızda sadece bir not defteri satın almıyorsunuz, bir tarih satın alıyorsunuz. Bu yüzden herhangi bir not defterinden farklı bir ürün ortaya çıkıyor, ürünün fonksiyonu geri planda kalıyor. Mesele, "üzerine yazılacak bir kağıt bulmak"tan "kağıdın üstüne yazılacak yazı bulma"ya evriliyor. Bu noktada, ticari sistemin en basit birimi olan müşteri ve sistemin kendisi olan kapitalizm arasında duygusal bir bağ hasıl oluyor. Günümüzün kapitalizmi insanlara rahatlık, mutluluk ve farklılık deneyimi vaad ediyor.

Orwell'ın 1984'ünü düşünüyorum: Komünist sistem en tepedekinden en alttakine, büyük bir paranoya aşılıyor ve bu paranoyak temel üzerinde yükseliyor. İnsanların sisteme bağlılığı için korku şart. Leviathan'ın en vahşi, en acımasız hali söz konusu; her an pençeyi yiyebilirsin, o yüzden sistem dışına çıkmamalısın düşüncesi herkese hakim. Bu kurgusal evrenden komünizm denemesini yaşamış Rusya'ya, Çin'e, Küba'ya baktığımda da aynı gerçeği görüyorum. Komünizmin orak-çekici bile korkutucu.

Buna karşılık, kapitalizmin yüzü her zaman gülüyor. Komünizm tek tip üniformayla, bir koro halinde şarkı söylerken kapitalizm Elvis'i çıkartıyor. İnsanlar rahat ve mutlu, renkli bir rüyanın içindeler. Bahçeli evleri var ve baba çimleri sularken anne televizyon karşısında kahvesini yudumluyor. Ama bu görüntünün arka planında, o evin mortgage'ını ödemek için grev yapamayan, kendi haklarını savunamayan ve o evde oturmaya devam etmek için her seferinde daha fazla çalışmak zorunda olan bir baba var. En az diğeri kadar vahşi olmasına rağmen verdiği mesajlarla, söyledikleriyle bizi daha rahat ettiren bir yapı bu. İşini umarsızca, göstere göstere yapan Tecavüzcü Coşkun yerine gülümsemesiyle, takım elbisesiyle güvenimizi kazanan ve sonra da bize ikram ettiği ilaçlı içkiyle işini gören Nuri Alço gibi. Bu bana vampirleri hatırlatıyor; Dracula kendi kölesi Renfield'a kanından ikram eder, artık ne bir insan ne de bir vampir olan, arada kalan Renfield Dracula'ya sevgiyle, isteyerek itaat eder.

Hatırlayın, iki sene evvel kapitalist sistem çöküş aşamasındayken, banka kredileri geri ödenmemiş ve hiç var olmayan dijital paralarla yüz milyarca dolarlık alış-veriş yapılmışken, sistemin büyükleri sürekli olarak şu mesajı verdiler: Satın almaya devam edin, her şey yoluna girecek. Kapitalizm, ölüm aşamasındayken bile her zaman yaptığını yaparak, umut vererek, rahatlatarak, bir rüya satarak kendisini hayata döndürmeyi başardı.

Baktığımız zaman, insanların bir anda uçmuş milyarlarca doları, üçe katlanmış borçları söz konusuyken özellikle bazı ürünlerin satışında nasıl bir patlama olduğunu görebiliyoruz. Apple'ın net karı 2007 yılında 3.5 milyar dolarken, finansal krizin ortaya çıkmaya başladığı 2008'de 4.8 milyar dolar, krizin yıkıcı bir hal aldığı 2009'da ise 5.7 milyar dolara ulaşıyor. Hiç şüphesiz ki Apple bu rahatlık ticaretini çok iyi beceriyor. Batmakta olan bir firmanın bir anda dünya devi şirketler arasına girmesine olanak veren de bu durum zaten. Devamlı küçülen bir şirket, farklı yüzüyle ortaya çıkan iMac'ten sonra bir anda büyümeye başlıyor. Herhangi bir ürün olmaktan çıkıp, farklılığı tanımlayan, bir deneyim vaad eden ürünlerle Apple muadillerinin üstüne çıkma başarısını yakalıyor. Ardından da bu politikayı çok vahşice, ama bir o kadar da akıllıca bir biçimde devam ettiriyor.

iPhone 4'ü ele alalım. iPhone 3gs ile arasında minimal farklar olan bu telefon, sadece yarattığı "yeni" duygusuyla, yarattığı alım trendiyle, fiyat farkı göz edilmeksizin tercih edilen bir ürün haline gelebiliyor. Bu pahalı bir telefon, pahalı olması müşteriye kazandırdığı kimliğe büyük bir artı aslında, bu yüzden pahalı olması müşteri için bir kayıptan ziyade, bir kazancı işaret ediyor. Ancak hedef kitlenin alım güçlüğü yaşaması, reel açıdan büyük bir sorun yaratabilir. Bunun için telefon ekseriyetle taksit taksit satılıyor. Ancak bu "kolaylık" da müşterilerin rahatsızlık yaşamasına neden olmakta; kendi kimliğini tanımlamak için bir telefona ihtiyaç duyacak kadar şuursuz biri, aynı kimliği başkasında görünce kendi farklılığına zeval gelmesinden ürküyor, telefonun "ayağa düştüğünü" iddia ediyor. Oysa o telefonu kendisi de taksitle alıyor ve telefon görüşmelerini Beyaz Saray'la ya da Lordlar Kamarası'yla yapmıyor. Telefonu yurtdışından alan biri kendi "emsalsizliği"ne rekabet yaratacağı için telefonun Türkiye'de de satılması halinde sinirinden kuduracağını söyleyebiliyor.

Bu geçen sene satılan ve kelimenin gerçek anlamıyla "ayağa düşen" UGG botları için de geçerli. Aslında görünüş itibariyle hiç de önemli bir şey vaad etmeyen, ama pahalılığıyla bir statü sembolu haline gelen bu botlar, sadece ve sadece bu sebeple tercih edilip yaygınlaşınca bu sefer kimliksel değerini kaybediyor ve eleştiri nesnesi haline geliyor. Birbirinden farklı onlarca platformlarda bu konu üzerine geçen sene konuşulanları ve insanların tepkilerinin nasıl zamanla değşitiğini hatırlayın.

Slavoj Zizek günümüz tüketimine, benzer bir açıyla yaklaşıyor ve Starbucks örneğini veriyor: Bir Starbucks mağazasına girdiğimizde aldığımız şey sadece bir kahve değil, farkında olsak da olmasak da, bir kahve kültürü satın alıyoruz. Kahvenin nasıl içileceğine, tadına nasıl bakılacağına dair verilen ücretsiz kurslar, tek bir kahve aldıktan sonra başka hiç bir ücret ödemeden saatlerce oturabilme özgürlüğü, ücretsiz olarak kullanılbilecek internet, evimizdekinden daha rahat mobilyalar. Zizek tüm bunların aslında ücretsiz olmadığını, kahveye verdiğimiz ücretle bunların hepsini aldığımızı söylüyor. Bakış açımızı değiştirirsek, Starbucks'ın bir kahve mağazası değil, rahatça oturabildiğimiz, bir şeyler öğrendiğimiz, internete girebildiğimiz bir mekan olduğunu, içeri girmek için herhangi bir kahveye değil, kapıdaki görevliden aldığımız bilete para verdiğimizi düşünün. Zizek kapitalizmin günümüzdeki formuna "kültürel kapitalizm" adını veriyor. Ama ben bunun çok geniş bir perspektif olduğunu düşünüyorum.

Tüm bu ufak detayların hakimiyet oluşturduğu tüketim stratejisi, bana American Psycho'daki kartvizit sahnesini anımsatıyor. Kartvizitlerin hepsi birbirinin tıpatıp aynısıdır; aynı tasarım, aynı renk, aynı boyutlar. Ancak üç kişinin ufak detaylar ışığında kartvizitlerini, yani kimliklerini, tarttıklarını ve bunu yaparken bir statü yarışı içine girdiklerini izleriz. Ben de bu kimlik gereksiniminin, kültürel deneyimden daha fazla ön plana çıktığını düşünüyorum. Starbucks deneyiminden, Starbucks'ın sunduğu kültürel atmosferden çok, daha temel boyutta Starbucks'a gidebilen biri olma hakkını satın alıyoruz aslında. O yüzden ben post-modernist "kültürel kapitalizm"in yerini "kimlik kapitalizmi"ne bıraktığını düşünüyorum.

Çünkü post-modernist yaklaşım, kültürel kapitalizm kavramını tanımlarken ortak kültürleri zorunlu kılıyor. Lokalizasyonu, gettolaşmayı temel alan bir "think globally, act locally" düşüncesi, ister istemez toplumsal bir bağ oluşturuyor. Çünkü bu liberalist ekonomi farklı mamüller üretmek için farklı kümelenmelere ihtiyaç duyuyor. Bu gettolaşma politikasının yarattığı kümeler, ufak bir kıvılcımla komünel bir yapı haline gelebiliyor ve bu sistemin çıkarlarına aykırı hareket edebiliyor; özellikle geride bıraktığımız yıllarda Avrupa'da çıkan getto isyanlarına bakarsak da bu yavaş yavaş bir tehlike arz etmeye başlıyor. Bu yüzden temel birim ufaltılıyor, birey ön plana çıkıyor ve hedef müşteri tanımlaması için kimlik üretimi zaruri hale geliyor. Özetle sana "yeni bir sen" satılıyor. Bir telefon değil, bir bot değil, bir kahve değil, "daha iyi, daha seçkin, daha güzel, daha gözde bir sen" satın alıyorsun.

Ben artık bu çağın modernlik-sonrası olduğunu değil, kıyamet-öncesi olduğunu düşünüyorum. Yani post-modernizmin yerini pre-apokalizme bıraktığı kanısındayım. Kavramların, markaların, ürünlerin bireysellikle başlayan ve yayıldıkça büyüyen formu bana dinsel semantikteki kıyamet konseptini anımsatıyor. Din seni daha iyi bir sen haline getirme vaadinde bulunuyor: Öğütlerimi dinle, kurallarıma uy, yasaklarımı dikkate al ve sonuçta daha iyi biri haline gel. Ancak unutma, bu kurallar silsilesine uymazsan, kötü biri olursun ve kıyamette de cezalandırılırsın. İşte bu yapı içerisinde değerlendirdiğimiz zaman, kıyametin gelişine olan bireysel inanç doğrultusunda, sadece kendimizi ve akibetimizi düşünürken toplumsal bir histerinin kıvılcımını çakmamız söz konusu olabiliyor. Herhangi bir olayı kıyamet alameti olarak değerlendirdiğimizi ve toplumla bu değerlendirmeyi paylaştığımızı düşünelim; toplumdaki bireylerin her birinin yavaş yavaş bu kıyamet alametine inanması, kıyamet fikrinin toplumsal bazda panik yaratması ve topyekün bir histerinin oluşması, alametler gerçek olmasa da kıyametin kopması anlamına gelecektir. Yani kendi kıyametimizi kendimiz yarattığımız gibi, kendi tüketimsel değerlerimizi yani iPhone'un statü kazandıran, Macbook'un nerdleştiren, Holga'nın hipsterlaştıran yapılarını yine kendimiz üretiyor ve bu değerlere toplumsal yaygınlık kazandırıyoruz. Bu yüzden bu kimlik kapitalizminin, kıyamet öncülü bir çağ oluşturduğu fikrindeyim.

İnternetin, bu kimlik zorunluluğu için eşsiz bir ortam olduğunu ve bu pre-apokaliptik çağın en önemli birimi olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde "gerçek hayat" içerisinde, sokakta, gittiğimiz kafede, alış-veriş yaptığımız pazarda kendi kimliğimizin manifestasyonunu yapmamız mümkün değil, yapsak da bunun sınırları bir hayli kısıtlı. Oysa internette kimliğimizi rahatça sergileyebiliyor, hatta algıyı kendimiz yaratabilme şansına sahip olduğumuzdan kimliğimizi şekillendirebiliyoruz. Evli biri, bekar kimliği yaratarak karşı cinsi daha kolay elde edebiliyor örneğin, yahut görsel kimliğimizi tanımlamak için kullandığımız fotoğraflarda açıları, ışıkları istediğimiz gibi kullanabiliyoruz. Rahatsız olduğumuz özellikleri geri planda tutup, övündüğümüz meziyetlerimizi cilalayabiliyoruz.

Burada "bir şey olmak" değil, "bir şey görünmek" çok daha fazla önem taşıyan bir menkıbe haline geliyor. Kitap okumam önemli değil, ama kitap okur gözükmem önemli, insanların beni "kitap okuyan adam" olarak tanımlaması esas gaye halini almış durumda. Bu şartlar içinde insanların bunu bilip bilmeme zorunluluğundan çok, bunun manifestasyonu öne çıkıyor. Yani bilinmesi gerekmeyen, çoğu zaman önem taşımayan bir çok kimlik parçası bombardıman halinde saçılabiliyor. Bilhassa cinsellikle ilgili bu tutum beni çok şaşırtıyor. Bu kadar kişisel bir yapının, bir kimlik tanımı halinde sunulmasını algılamakta zorlanıyorum. Son zamanlarda özellikle tumblr, friendfeed gibi platformlarda ekseriyetle kadınların cinsellik temalı söylemleri, çektikleri fotoğraflar ve bunun gibi kimlik tanımını oluşturacak parçaların bir garabet haline geldiği fikrindeyim. Bu temanın özellikle kadınlar tarafından bir kimlik belirteçi olarak kullanılmasının arkasında elbette gerçek hayatın içinde, kadınların cinselliklerini bastırmak zorunda bırakılmaları yatıyor. Gerçekte "hafif meşrep kadın" damgası yememek ya da bu damganın sonuçlarına katlanmak zorunda kalmamak için cinsel kimliğini bastıran kadınların çoğu, internet üzerinden çok yoğun ve artık sıkıcı hale gelen bir ısrarla cinsel kimliklerini kanıtlama gayreti içine girebiliyorlar.

Bu aşamada, bilhassa tumblr'ın sansüre karşı tutumu sayesinde rahatça paylaşılabilen pornografik fotoğrafları değerlendirmek icab ediyor. En başta, herhangi bir çiftin cinsellik deneyiminden kesitler olarak sunulan bu amatör pornografinin zamanla trend halini almasıyla birlikte "yakalanan an" paradigması "o anı oluşturmak için sevişmek" haline dönüşüyor. Bu durum bir simülasyon haline geliyor ve hem eylemin, hem ortaya çıkan şeyin saflığını, samimiyetini tartışılabilir bir hale getiriyor. Yani bir porno film izlerken, sevişen insanların bu işi para için yaptığı kabulü ile hareket ediyor ve bu gözlerle izliyoruz. Oysa anlattığım durumda, yani sadece o anı oluşturmak ve sonra da bunu paylaşarak kimlik geliştirmek düşüncesinde, ciddi bir "miş gibilik" var. Sonuç olarak zevk almayan ama zevk almadığı halde devamlı sevişen, çünkü sevişmeyi bir haz meselesi olarak değerlendirmekten çok, "devamlı sevişen kişi" kimliği oluşturmak için kullanan bir insanın trajedisi ortaya çıkıyor. Kendi yarattığı bu kimliği doldurmak için fasit daire haline gelen bir cinsel yaşamın içinde yer alan bu kişinin trajedisi sadece özel hayatını ilgilendiren bir kavram olmaktan çıkıp, o yarattığı kimliği bizimle paylaşma zorunluluğu haline gelince biz de bu trajedinin içine çekiliyoruz. Daha da önemlisi yaygınlaşan bu trajedinin apokaliptik bir hezeyan yaratıyor olması.

Bu "miş gibilik" hali aslında en yoğun Facebook'ta hissediliyor. İnsanların paylaştıkları videolar, çektikleri fotoğraflar, söyledikleri sözler en açık haliyle bir kanıtlama projesi. Bir şeyi yapma halinden çok, "bir şeyi yaparken fotoğrafım çekilsin ve insanlar da bunu görsün" dürtüsü artık belirginleşen ve daha da acısı çok yaygınlaşan, sıradanlaşan, kanıksanan bir hale geldi. Özellikle aile üyelerimizin bu husustaki tutumlarından bahsetmeyi zorunlu görüyorum. Zira bundan 4-5 sene önce biz oyun oynarken gelip bilgisayarın fişini çeken, bilgisayar aracılığıyla yaptığımız her şeyi aşağılayan ve bilgisayarı bir "ödev yapma", "bak o bir site yapmış milyon dolarlar kazanmış" köşe-dönmeciliği şeklinde algılayan, bu yüzden bizi devamlı olarak hor gören çoğu insanın şimdi zamanlarının hatrı sayılır bir kısmını Facebook'ta anlamsız oyunlar oynayarak, grup üyelikleri yollayarak, birbirinden sıkıcı videolar paylaşarak harcaması manidar.

Bir kaç ay evvel, babamı ziyaret ettiğimde kendisinin Facebook kullanma deneyimine şahit olma talihsizliğini yaşadım. Babam, Google'da "Mevlana özlü sözü" aratıyor -tabii bunu yaparken ne yazık ki tırnak işareti kullanmıyor- ve karşısına çıkan herhangi bir aforizmayı paylaşıyordu. İşin garibi, insanların bu tefekkür gerektiren özdeyişleri saniyeler içerisinde tartıp beğenmeleriydi. Duygusal ve kimyasal bir reaksiyonun, bir click ile "beğeni" olarak temsil edilmesinin kanıksanması bir yana, daha da ilginç örnekler gördüğümü söyleyebilirim. Hashtag'lere yani tema belirleyici etiketlere izin veren friendfeed'de, insanların gerçekten tepki yaratan konularda tepkilerini bile "#tepki" olarak göstermesi sahiden durumun vahim bir hale geldiğine inandırıyor beni. Burada çok büyük bir kolaycılık var. Bir konuya tepkiliyim ve bu tepkiyi o ya da bu şekilde göstermekten, bu tepkiyi açığa vurmaktansa sadece "#tepki" yazıyor ve tepki vermiş olmanın rahatlığını hissedebiliyorum. Bu kadar kolay ve bu kadar basit. Üstelik böyle hızlı bir işlem içerisinde, bir konuya verebileceğim tepki zamanını beş konuya sadece "#tepki" yazarak verebilir ve tepkisel kimliğimin ufkunu genişletebilirim.

Burada düşüncenin değil, düşünme halinin ön plana çıktığını vurgulamak gerekiyor. Mevlana ve aforizma hususuna değinmişken es geçmek olmaz; Elif Şafak'ın Mevlevilik'i sıkıştırarak, ufaltarak, daha kolay yutulabilir hale getirerek yayımlaması ve filozofyayı plaj kitabı haline getirmesi, ardından da zaten sıkıştırdığı, ufalttığı şeyi daha da sıkıştırıp, sadece önemli paragrafların olduğu bir kitabı tekrar yayımlaması, yaşamın her dalına sirayet etmiş tüketim açlığını ortaya koymuyor mu? Benzer bir yol haritasından Twitter'da faydalanıyoruz. Sanmıyorum ki hiç bir ülkedeki Twitter kullanıcılarının Twitter tanımı "aforizma yaratılan ve paylaşılan yer" olsun. Burada da zaten aforizmanın içeriğinden çok, kaç kişinin ilgisini çekebileceği konsepti öne çıkıyor.

Bu eylemin içeriğine değil, eylemin ismine odaklı söylemin en fazla sıkıntı yarattığı mecra politik platform. Son zamanlarda bu kavramı en açık hale getiren şey, Obama'nın yaptığı sosyal reformlara Amerikan halkının büyük çoğunluğunun karşı çıkması. Buradaki argüman aslında çok acı ve çok korkunç: "Biz akıllıyız, biz fırsatları değerlendirdik, biz para kazandık ama diğerleri bunu beceremediker, başarılı olamadılar. O yüzden bizimle aynı yardımı görmemeliler, bizimle aynı şekilde değerlendirilmemeliler." şeklinde bir karşıtlık var Obama'nın sosyal reformlarına. Yıllarca komünizm korkusuyla yaşayan Amerikan halkı, burada rekabetin belirleyici faktör olduğu konusunda bir ezbere sahip. Ama herkesin para kazanması, başarılı olması mümkün değil. İşte burada Hobbes'un insan doğasına ilişkin tespitleri ortaya çıkıyor: İnsanın doğası gereği savaşan, çatışan, ekmeğini diğerinin elinden çalan/zorla alan, vahşi ve acımasız hali övgüleniyor. İşin garip tarafı, sosyal reformlara karşı çıkan kesimin büyük çoğunluğunun dar gelirli olması ve sosyal reformlara ihtiyaç duyması. Ancak "komünizm karşıtlığı" kimliğinden vazgeçmek, sosyal haklardan vazgeçmekten daha zor bir hale geliyor. Politikadaki tüm bu hızlı kabul, bu kapsülleştirilmiş, özdeyişlerle ya da sloganlarla özetlenmiş düşünce yapıları, insanla beslenen canavar için kemikleri ayıklamak ve löp insan eti koymaktan başka bir işe yaramıyor. Bu kabul hali kadar, Zeitgeist gibi belgeseller, Michael Moore filmleri, akılda kalıcı nakaratlar üreten protest müzisyenler de aynı amaca hizmet ediyorlar; hepsi basit ve kısa. Böylece "Zeitgeist destekçisi" kimliğinin yanına "Michael Moore hayranı" kimliğini eklememiz sadece bir kaç saat sürüyor. İdeolojileri düşünecek, tartacak, enine boyuna inceleyecek olsaydık günlerimizi hatta haftalarımızı harcamamız gerekecekti.

Türkiyedeki politik yapı da büyük ölçüde aynı düzlemde. Biz de kavgalardan, sloganlardan, Recep Bey'lerden medet umuyor ve politik yargılarımızı bunlara göre şekillendiriyoruz. Burada kimliklerimizi belirleyen faktörleri daha eskilerde bulmamız da mümkün: Cumhuriyet gazetesi taşımayı, yeşil parka giymeyi bir "solcu kimliği" haline getirirken, hilal şeklinde bıyık bırakmayı bir "ülkücü kimliği" olarak kabul ediyoruz.

Geniş çerçevede, politik kimlik açısından değerlendirdiğimizde iki farklı cepheye yamanmaya çalışan ve bu şekilde kendinden daha büyük, daha güçlü bir toplumsal kimliğe sığınmak amacı güden bir genel tutum söz konusu. Neredeyse otomatik bir şekilde bir taraf Yılmaz Özdil makaleleri paylaşırken, beri taraf yine aynı otomatiklik ile Yılmaz Özdil'in her cümlede bir satır atlamasının sıkıcı latifesini belki milyonuncu defa yapıyor. İki tarafın da ısrarlı tekrarları aslında kimliklerini pekiştirme amacından başka bir şeye hizmet etmiyor. Nihayetinde iki taraf da, kendi toplumsal kimliklerine körü körüne bağlı kalmaya çalışıyor ve yaptıklarını katiyyen sorgulamıyorlar. Bir tarafın kimliği Mustafa Kemal'i kayıtsız şartsız övmeye programlıyken, karşıt topluluğun kimliliği kayıtsız şartsız yerme üstüne inşa ediliyor.

Bu toplumsal kimliğe sığınma ve ona körü körüne bağlı olma dürtüsü sadece politik konularda değil, diğer toplumsal konularda da karşımıza çıkıyor. Misalen, bir kaç hafta evvel bir kediyi tekmeleyerek öldüren kişiye yönelik tepkinin neredeyse apokaliptik bir histeri halini alması, kulaktan kulağa yayıldıkça daha çok kabul gören, dahil olma zorunluluğu daha çok artan bir norm raddesine gelmesinden bahsedebiliriz. Herhangi bir birey olarak tepki vermediğimiz ve her yerde rastladığımız hayvanlara yönelik şiddete bu kadar yoğun ve bu kadar birbirinin aynı tepkiler vermemizin tek sebebi, kendimizden daha büyük ve daha güçlü olan topluluğa giriş kartımızı çıkarmaktan başka bir şey değil. Binlerce insanın aynı şeyi söylemesi, ama sadece söylemesinin başka hiç bir açıklaması yok. İşin kilit noktası, insanların bu simülasyon tepkilerle kendi içlerini rahatlatması ve iyi bir şey yapma huzuruyla itfa haline gark olması.

Toplumsal kimlik meselesi üzerinde biraz daha ilerlediğimizde müziğeçarpıyoruz. Şu çok açık bir sorun ki müzikal yorumlarımızın çoğu, birbiriyle benzerlik gösteriyor. Bu benzer yorumları yapan insanlar, benzer kimlik prototiplerinden faydalanıyor; benzer kıyafetler, benzer saçlar, benzer eşyalar hatta yenilen içilen şeylerde bile bir benzerlik söz konusu. Yazının başında, liberal ekonominin gettolaşmaya zorladığını anlatmıştım. Belirli janr kalıpları aslında mahallenin başı ve sonu gibi. Şöyle bir örnek verelim:

Osmanlı toplumunda gettolaşma yönetsel bazda büyük bir önem arz ediyor. Tarih kitaplarımızda anlatılan o "farklı din ve farklı kültürlerin barış içinde yaşaması" hikayesi aslında koca bir yanılgı. Çünkü devlet politikası, sadece aynı dindeki ve aynı kültürdeki insanların birlikte yaşamasına izin veriyor. Yani Rumlar Rum Mahallesi'nde, Museviler Musevi Mahallesi'nde yaşıyor. Kıptiler kendi alanlarının dışına çıkmıyor, Müslümanlar Rum Mahallesi'ne gitmezken, Rumlar da Müslümanların yaşadığı mahallelere girip çıkmıyor. Kimin ne olduğu anlaşılsın diye de herkes bir giyim-kuşam koduna uymak zorundaydı. Yani sokakta gördüğünüz birinin ayakkabı renklerine bakarak dini inancını, kuşağına bakarak hangi mesleği icra etmekte olduğunu öğrenebilirdiniz.

İşte buna benzer gettolaşmanın, kümeleşmenin en belirgin hali müzikte ortaya çıkmıştı. Siyah tshirt ve asker botu giyenler bir bara, oduncu gömleği ve chelsea botu giyenler bir başka bara. Tüm bu kümeleşme için de müziğin kümeleşmesi zorunluydu. Bugün markete gittiğimizde aynı meyvenin farklı farklı onlarca çeşidini buluyoruz. Görünürde çok büyük bir değişiklik yok ama fiyatlar arasında, paketler arasında gözle görülür değişiklikler var. Mesela salata için ayrı, yemek için ayrı domates var. Organik domates ve çeri domates. Sonra yeşil domates. Hal böyle olunca markete giderken "domates almayı" değil, "çeri domatesi" almayı düşünüyoruz. Benzer bir durumu da müzik mağazasına girdiğimizde ya da iTunes'a girdiğimizde yaşıyoruz. Mesele nasıl domates yemek değil de çeri domates yemek haline geldiyse, müzik mağazasında da müzik dinlemek değil janr dinlemek üzerine yoğunlaşmamız söz konusu. Artık müzik paylaşılan mecraların, radyoların, barların hatta kişisel boyutta size müzik tavsiye eden arkadaşınızın size "müzik" değil "janr" dinlettiğini, tavsiye ettiğini görüyoruz.

Bunu yaparken aslında aradığımızın ve bulduğumuzun niteliği önemini kaybediyor. Ortaya estetik boyutunu kaybetmiş, beğenileri uyuşturan ve sadece bir isimden, bir tanımdan ibaret hale gelen bir şey çıkıyor ve bunu dinliyorsun. Aslında dinlemiyorsun da, içindeki özü aramıyorsun, , kulak kabartıyorsun, sadece duyuyorsun. Çünkü bu estetik problemi artık değerini kaybetmiş, yerini bir tanım problemi haline bırakmıştır. Dolayısıyla estetik önemini kaybetmiştir. İşte bu yüzden çoğu zaman, dinlediğin müziği sevmek ya da konserine gittiğin grubu beğenmek önem arz etmiyor. Bir kimlik sahibi olmak için o müziği dinliyor, konserdeki topluluğun arasına dahil olmak için o konsere gidiyorsun. Kullandığın aksesuarla, giydiğin t-shirt'le, saç şeklinle, konuştuğun dille bir kimlik yaratırken müziği sadece o kimliğin bir başka satırı olarak değerlendirmenin sonucudur bu. Şunu kendinize sorun ve cevabınızı verin: Gittiğiniz konserler, dinlediğiniz şarkılar içinde, müziğe katlanamıyor olmanıza rağmen dinleme zorunluluğu yaşadığınız halde, dinlediğinizi sevmediğiniz halde neden dinlemeye devam ettiniz, neden sevmek zorunda hissettiniz, neden sever gözüktünüz?

Buradan şuna geliyorum. Nasıl ki evrensel pazarda artık gettolaşma, kümeleşme önemini kaybediyor ve yerini "daha iyi bir sen" pazarlamaya bırakıyorsa, müzikal pazarda da benzer bir dönüşüm yaşanıyor. Bu yeni dönemde, artık herkesin kolayca "müzik" olarak tanımlanan şeyler yaratabildikleri, bunları da rahatça paylaşabildikleri bir kişisellik hakim. Bu tıpkı bir iPhone satın almanın, Starbucks'tan kahveyle çıkmanın kişiye kattığı "iPhone kullanan, Starbucks içen insan" belirteçi gibi, kişinin kimliğine "müzisyen" olma deneyimi sunuyor. Ucu hududu olmayan janr tanımlarıyla istediğimiz gibi içine girebileceğimiz experimental, indie, post-rock, ambient kalıpları ve bu kalıpların içini ufak sample'larla doldurup kolayca müzisyen olabilme deneyimi bir yana, Guitar Hero gibi simülasyon bir müzisyenlik deneyimi sunan oyunlar da bu kimlik kapitalizminden faydalanıyor.

Kendi kimliğimize, kendi doğamıza yenik düşmeye başladığımızı hissediyorum. Kendime bir soru soruyorum.
Şimdi Facebook'undan Mevlana özlü sözleri paylaşan, dinlemeden Türk Sanat Musikisi videoları gönderen, katıldığı gruplarla politik bir topluluğa üye olma deneyimi yaşayan babam salondan "Kapat o bilgisayarı da işe yarar bir şey yap!" diye bağırırken de aynı sorunun cevabını arıyordum:

İnsan doğasını ne değiştirebilir?

20101013

The Black Heart Procession - Blood Bunny/Black Rabbit




















Şu dünyadaki istisnasız herkesin, diğer şeylerden üstün tuttuğu, kalabalıktan ayrı bir noktaya koyduğu değerler var; en sevdiğimiz pantolon, en sevdiğimiz kalem, en sevdiğimiz bardak, en sevdiğimiz yazar, en sevdiğimiz film, en sevdiğimiz grup diye adlandırıyoruz, sevgiyle ilgili bir paranteze alıyoruz. Nedenini niçinini sorgulamıyorum -sorgulayamıyorum aslında- ama her halükarda bu en sevilen şeyler, var oluş amacından çok daha fazlasını sunuyorlar insana. En sevdiğin kupadan çay içerken, o kupayı çay içmek için kullanmış olmuyorsun, filhakika çayı o kupaya koyabilmek için içiyorsun. En sevdiğin filmi izlerken ya da en sevdiğin yazarı okurken, işin kurgusunu ya da edebi değerini değil, sadece sana verilen hazzını değerlendiriyorsun. Film izlemiyorsun ama "o film"i izliyorsun, kitap okumuyorsun ama "o yazar"ı okuyorsun; çikolatayı dilin üstünde döndüre döndüre eritmek gibi. Dört dörtlük bir ritüel haline geliyor her şey ve kendini olabileceğin en huzurlu, en güvenli yerdeymiş gibi, evindeymiş gibi hissediyorsun. Bir insanın değer dünyasının genişlemesiyle huzur sığasının genişlemesi arasındaki doğrudan ilişki de buna bağlı aslında.

Şahsen, konu sanat olunca "en sevdiğim" parantezini kullanmakta zorlanıyorum ben. Burada bir sevgi skalası belirleyebilmek, bunu bareme vurmak mantıksız geldiğinden belki. Ama elbette herkes gibi, benim de ayrı noktaya koyduğum, müstesnai bir şekilde değerlendirdiğim yönetmenler, yazarlar, müzisyenler var. Şüphesiz ki The Black Heart Procession en büyük istisna olma özelliğini taşıyor benim nezdimde. 27 mayıs günü İstanbul'da, Ghetto'nun freskli, yüksek tavanlarının altında arz-ı endam ettiklerinde, bir tahta testeresi ve bir keman yayının işkence iniltisiyle başlayan müzik içime süzülmeye başladığında bu gerçeği çok daha iyi anladım. O konserden sonra bir şeyler söylemeye, bir şeyler yazmaya çalıştıysam da tek kelime edemedim hissimin tarifini mümkün kılmak için.

Ancak şu var ki, bu tarifi zor durumdan, o ritüel haline gelen deneyimden bahsetmek bir gereklilik haline gelebiliyor. Bunun bir benzeri durumu, insanların devamlı sevgililerinden ve yatak odası hikayelerinden bahsetmesinde görebiliriz. Anlattıkça kendine hatırlattığın ve tekrar yaşadığın bir noktada değerlendiriyoruz çünkü bu ritüelleri. Bu yüzden mezkur konserden yahut Six'ten bahsetmemiş olmak benim için bir noktada kötü bir şey.

Neyse ki The Black Heart Procession, ep'leriyle dünyaları titretebilen bir grup da, çikolatamı ağzımın içinde defalarca döndürmeme olanak tanıyor. Blood Bunny/Black Rabbit içinde üç yeni şarkı ve remix'ler barındıran bir mini-albüm. Yeni şarkılardan bir tanesi, Devotion, Six'in kaldığı yerden devam ediyor. Six, distopik bir dünyada müzik yapan iki müzisyenin elinden çıkmış gibiydi ve sahiden de buram buram Nick Cave kokuyordu; benzer yorumlar Devotion için de yapılabilir. Geri kalan diğer iki şarkıdan Blank Page ve The Orchid, özlenen tipik The Black Heart Procession şarkıları ki The Orchid fena halde Three'den fırlamış izlenimi veriyor. Daha önce de söylediğim gibi, The Black Heart Procession ep'ler konusunda gerçekten kalbimize nişan alan ve attığını da vuran bir grup. A Truth Quietly Told, A Boy With No Tongue, The Hideaway, Voiture En Rouge gözlerden uzak, gizli fakat fevkalade güzel ep şarkılarıydı The Black Heart Procession'ın. Bu ep'de de sanırım bu payeye The Orchid layık olacak.

Blood Bunny/Black Rabbit'in geri kalanı Six'teki şarkıların remix'lerinden ibaret. Mr Tube Suicide'dan Silence'ı, Heaven & Hell'den Heaven Below'u çıkarmış. Reggae'nin dedelerinden Lee Perry'nin ise Freeze'i hangi şarkıdan çıkardığını bilmiyorum, ama neresinden çıkardığını ne yazık ki biliyorum. Bu şarkıyı dinlememiş olmayı, içindeki The Black Heart Procession ismini görmemiş olmayı dilesem de, tesisatlı arabasıyla piyasa yapacak Türk gençlerinin artık arabalarında The Black Heart Procession dinleyebilme ihtimalleri beni mutlu ediyor.

Drugs, Blood Bunny/Black Rabbit'te iki farklı remixi bulunan bir şarkı. Jamuel Saxon'ın trip-hop vari remixi her ne kadar güzel olsa da, Eluvium'un remixi üzerine ayrı bir paragraf ayırmak elzem. Eluvium hali hazırda rüşdünü ispat etmiş, müzikal yeteneği ortada olan bir sanatçı. Yaptığı şarkıların kıymetini bir tarafa koyarsak, gerek Balmorhea için gerek Four Tet için yaptığı remix'lerle bu konuda da üstün bir konumda olduğunu söyleyebilmek mümkün. Ancak böyle ortalamanın üstü bir şarkıyı harika bir hale getirmek gerçekten büyük bir deha gerektiriyor.

Son tahlilde, her ne kadar Freeze gibi saçma sapan bir kayıt barındırsa da, The Black Heart Procession'ı özleyenler için biçilmiş kaftan Blood Bunny/Black Rabbit. Üstelik kubbe solarken, yağmurlar artarken tam da zamanında yetişiyor imdada, tatlı krizine girmiş biri için yepyeni bir kutu çikolata gibi. Lakin hiç bir şey olmasa, The Black Heart Procession özlenmese, merak edilmese bile sadece Eluvium remixi için bile dinlenilmesi zaruri.


Sanatçı: The Black Heart Procession
Albüm: Blood Bunny/Black Rabbit

Şarkı listesi:
1- Blank Page
2- The Orchid
3- Silence (Remix by Mr Tube)
4- Devotion
5- Freeze (Remix by Lee Perry)
6- Heaven Below (Remix by Mr Tube)
7- Drugs (Remix by Eluvium)
8- Drugs (Remix by Jamuel Saxon)

DOWNLOAD.

20101007

Korhan Futacı ve Kara Orkestra - Korhan Futacı ve Kara Orkestra




















Geçmişte yazdıklarımı okuduğum zaman, geçmişte yaptıklarımı veyahut söylediklerimi hatırladığım zaman kendimi bir hıyar gibi hissediyorum. Normal bir durumda bu hissin utanç ya da hüzün yaratması beklenebilir, oysa benim hissettiğim tadın içinde zafer var. Kendimi eleştirebilmem, kendimi bir hıyar olarak tanımlayabilmem bana Geçmişteki Ben'i yendiğimi gösteriyor, daha iyi olduğumu, daha fazla olduğumu. Bunun adı pişmanlık ve ben pişman olmaya bayılıyorum. Ama genel bakışta, biz insanlar, her nedense, kendi ürettiğimiz duygular ve kendi tanımladığımız kelimeler olmalarına rağmen, pişmanlık ile suçluluğu karıştırıyor ve pişman olmaktan kaçınıyoruz. Filmlerin, kitapların özenle yaratılan rol modeli karakterleri hayatlarında asla pişman olmadıklarını söylerken onlara öykünüyor ve onların repliklerini tekrarlıyoruz, üstelik bu tekrarı yaparken bir buzdolabının son teknolojiyle geliştirilen özelliğini müşteriye anlatmaya çalışan satış temsilcisine benzeyen bir böbürlenme ifadesi oluyor yüzümüzde: "Biliyor musun, ben hiç pişman olmadım!"

Eğer bir insan hayatında hiç pişmanlık duygusu yaşamadığını söylüyorsa, iki seçenekten bahsedebiliriz.
a- Bu insan yalan söylüyordur.
b- Bu insan hayatı boyunca hep aynı insan olarak kalmış, yerinde saymıştır.

Cevap kağıdında ne yazarsa yazsın, pişman olmama halinin ne kadar hazin olduğu ortada. Bu yüzden pişmanlığı kucaklamak ve pişman olmaktan bıkmamak gerekiyor. Örneğin ben, bu yazının henüz ilk paragrafında bu kadar fazla aynı kelimeyi tekrar ettiğim için bir kaç ay sonra büyük bir pişmanlık hissedeceğim ve kendi kendime hıyar diyeceğim.

Bunu sık sık yapıyorum. Rastgele yazdığım bir hikayeyi açıp daha ne kadar zayıf olabilirdi diye düşünüyorum, yahut bu blogdaki herhangi bir yazıyı tekrar okuyup vay hıyar diye mırıldanıyorum. Bundan evvel yazdığım DANdadaDAN yazısı örneğin, bana bu hissi en kuvvetli şekilde yaşatan yazı olabilir. Konserden çıkıp eve geldiğim gibi kaleme almaya çalışıp, sonunda elle tutulur en ufak bir şey anlatmamış olmam şu an bana son derece itici geliyor mesela. Halbuki bir çok kere dinlediğim, dinlerken bir çok şey hissettiğim, bazı anlarla mühürlediğim bir grup hakkında söyleyeceklerim olmalıydı, yok ise yazmamalıydım. "Hiç bir şey söylenemez, öyle acayip ki anlatılamaz" diye geçiştirmek, kendisini sosyo-dijital platformlarda AnLaTıLmAZ, YaŞŞaNıRR şeklinde ifade etmeye çalışan adamın beyhûde çabasıyla benzerlik gösteriyor. O yüzden bu yazıda hem evvelce yaptığım hatayı biraz olsun telafi etmek için DANdadaDAN'dan bahsetmeye çalışacağım, hem de Korhan Futacı ve Kara Orkestra'dan.

DANdadaDAN, bu ülke tarihinin gördüğü belki de en garip alternatif rock grubuydu. Bunu buraya koyduktan sonra şimdi burada şunu sorgulamak gerekiyor; yirmi yılda zor benimsenen rock örneği ortada dururken, alternatif rock olarak adlandırageldiğimiz janrın bu kadar kolay özümsenmesinin sebebi ne ola? Naçizane fikrim çoğu alternatif rock şarkısının, dinleyicinin evvelce aşina olduğu ecnebi grupların müzikleriyle benzerlik göstermesi. Ama bundan daha da önemlisi şu ki, klasik rock kalıplarının dışında yer alan bu janrın, genetik hafızamıza ya da kültürel kodlarımıza işlemiş tınılara ve enstrümanlara yer vermeye açık olması ve Türkiyedeki çoğu alternatif rock grubunun bu yol haritasından faydalanmış olması. Biraz irdelediğimiz zaman, yeraltı ve ana-akım parantezlerinin arasında yer alan çoğu grubun bu formatta değerlendirilebileceğini görebiliriz. DANdadaDAN bu konuda büyük bir istisnaydı. Ne daha önce formülü tutmuş tarifleri tekrar eden, ne de Türk'ün aşinalığına oynayan bir müziği vardı. Filhakika, saksafon gibi bize çok 'batılı' gelen hatta biraz züppe bulduğumuz bir enstrümanı müziklerinin odağına yerleştirdiler. Bu haliyle müzik camiasında kendilerine münhasır bir yer edinmiş olmaları bile başlı başına mühim bir hadise olarak görülebilir. Ancak DANdadaDAN'ın, bu algıya göre alıcılarını ayarlamış dinleyiciler için ihtiva ettiği çok daha önemli bir özellik vardı ki, bu da müziklerinin yakınlığı, sıcaklığıydı. Bu anlatılması, tarif edilmesi, uygulayabilmek için yol haritalarının çıkarılması imkansız bir durum. Ama dinlediğin bir müziğin mesafesi ve ısısı kulaklar tarafından algılanabiliyor. Her iki sebeple de, benim nezdimde gelmiş geçmiş en iyi yerli gruplardan biri olduklarını söyleyebiliyorum.

Ne yazık ki bu güzide grup da her güzel şey gibi sona erdi ve fakat her çok güzel şey gibi haddinden erken bir sondu bu. Neler yaşandı, bu ayrılığa ne sebep oldu bilmiyoruz. Dahası ilgilenmiyoruz. Amacımız magazin değil müzik olduğu için sebepleri irdelemektense sonuçlara yoğunlaşmak daha verimli olabilir. Zira uslu çocukların eninde sonunda Şirinler'i görmesi gibi, biz de en sonunda Korhan Futacı ve Kara Orkestra'yı dinleyebiliyoruz.

Korhan Futacı hem Tamburada'nın hem DANdadaDAN'ın dinamosuydu, orta sahanın belkemiğiydi, vokalleri ve saksafonuydu. O ve kara orkestrası öyle sanıyorum ki yaklaşık bir buçuk yıldır birlikteler ve en nihayetinde albümlerini geçen aylarda yayınlayabilme şerefine nail oldular. Söylemek gerekir ki, kendi adlarını taşıyan bu albümleriyle sahiden de DANdadaDAN'ı hatırlatıyorlar. Bunun olması son derece doğal ve anlaşılabilir bir durum. Eninde sonunda bir şeyin özünün farklı bir isim altında sunulması, olsa olsa bir form değişikliği yaratıyor ama o esas vurgu baki kalıyor. Bu albüm de her ne kadar -doğal olarak- DANdadaDAN benzerliği taşısa da aradaki farklar muhtelif. Saksafonların daha geri planda kalması ve dört başı mamur bir rock halesinin daha çok hissedilmesi bir yana, sanıyorum ki en önemli detay, albümdeki neredeyse tüm şarkıların çok müphem de olsa Türk işi tınılar ihtiva etmesi. Ancak bunlar, daha evvelden belirttiğim o genetik kodlara işlemiş, aşinalık uyandıran baskın melodiden ziyade, en çok bir kaç notayla üzerinden geçilen gizli, bulanık ipuçları gibi. Bu yerellik hissedilebilirken, saksafon gibi 'batılı' bir enstrümana artık ksilofon, e-bow gibi daha uzak mesafeli çalgılar eşlik ediyor. Bu bir arada kalmışlık ya da nereye yüzünü dönememişlik hissinden, her şeyi karıştırıp ortaya çıkan saçmalığa da füzyon diyelim uyanıklığından çok, kararında ve yerinde yapılmış bir hoşluk. Ve yine son tahlilde, Korhan Futacı'nın ciğeri -hem sesi, hem nefesi-, şarkıların o boşvermişliği ve özellikle o son şarkıdak başıbozukluk yine yakın mesafeden, yüksek dereceden bir müzik ortaya çıkarıyor.

Tüm bunların yanında albümün fevkalade bir ustalıkla kaydedilmiş olduğunu da eklemem şart. Hücum kayıt gibi amatör, hataya çok yatkın bir biçimde kaydedilmiş olsa da çok güzel bir biçimde elden geçmiş. Öyle ki, iyi bir kulaklıkla dinlendiğinde gerçekten fark ettiren albümlerin bu ülke sınırlarında bir elin parmağını geçmediği düşünülürse bu albümün hanesine bir yıldız daha ekleyebiliriz.

Son olarak, daha önce DANdadaDAN'da yaptığım hatayı bu kez yapmayacağımı belirtmek istiyorum. Biliyorsunuz böyle durumlarda bir albümün tamamını sunmaya gönlüm el vermiyor, özellikle çok cüzi bir miktara her yerden alınabilecekken. Bunun için zaten internette bir çok link mevcut, bir kaç google aramasına bakıyor. Ben kendimi bu şekilde konumlandırmayı istemediğimden hem de bu kadar da kolaycı olunmasını doğru bulmadığımdan sadece bir kaç parçayı sunuyorum. Ki onu bile yaparken çekince hissetsem de, en azından bir kaçınızın albümü almak için şevkleneceğinizi ve cd'lerinizin arka yüzünü de otomobilinizin dikiz aynasına asmaktan başka işlevler için kullanacağınıza inanıyorum.


Sanatçı: Korhan Futacı ve Kara Orkestra
Albüm: s/t

Şarkı listesi:
1- Zor İşler
2- Ağlayamam Ben
3- Sarma
4- Unutulmasın Bu Yaz
5- Geleneksel Mahşer Günü
6- Abra Kadabra
7- Sien
8- Episode 1

DOWNLOAD.