Bundan bir kaç ay önce; evimdeki eşyaların bir kısmını çöplüklerden topladığım kolilere paylaştırıp, geri kalanlarını da bir çöp konteynerinde ateşe verip küle çevirmeden önce yani, uzun bir zaman boyunca kelimeleri birbirlerinin etlerine çengelleyip zincirleyemeyeceğimi biliyordum bilmesine ama o zamanın bu kadar uzun olacağını tahmin etmiyordum. Bu zaman zarfında çengellerin uçlarının körelmesi, zincirlerin paslanması bir yana, yazmıyor olmamın başlıca sebebi, günlerimi dinlemekle geçirmemdi. Alışılagelmişin aksine, dinlediğim şeyler beş hoparlör veya bir çift kulaklıktan gelen notalar değil, kuşların minik ciğerlerinde şekillenip gagalarından dökülen notalardı.
Başka bir yerdeyim artık. Zift gibi karanlık ve soğuk gecelerde, apartmanın sınırlarını terk ettiğim an bir adımlık zamanda duraksayarak nefes verdiğim, sonra benzin kokan bir büfeden aldığım açık kahverengi sigara paketinin içindekileri birer birer tüketerek arnavut kaldırımlarını aç ve fakat kendine güvenen güçlü bir kurtun adımlarıyla arşınlayarak evime döndüğüm, orantısız odama girerek büyük masama oturduğum ve yıllardan beri temiz tutmak için büyük bir çaba sarf ettiğim klavyemin tuşlarına basa basa bir şeyler anlattığım yerden uzağım. Hepsinden uzağım. Güneş saklandığı yerden çıkınca herkesin olduğu, güneş kaçınca herkesin yok olduğu fakat açgözlü bir bakkal ve her daim sarhoş bir büfeciden başka hemen hemen kimsenin yaşamadığı bir yerde, cinlerin aşklarının ismini merdiven mermerlerinin damarlarına kazıdığı, arkamda heybetli ve puslu dağların, önümdeyse çoğu zaman sakin ama bazen de kindar, gürültücü Ege'nin rüzgârlarıyla başımın her daim patlayacakmış gibi ağrıdığı bir yerdeyim.
Burada da kendi patikamı kendim açtım, kendi inimi kendim buldum; deniz kenarında, giderken altıncı, dönerken üçüncü ağacın yanındaki bir bank. Zaman zaman oraya gider oturur, tuhaf bir huzura eşlik eden ürpertici bir hissin, dalgaların önümdeki kayaları dövüp geri çekilmesi gibi, bir anlığına üzerime dökülmesini bekler, sonra alacağımı almış olmamın rahatlığıyla evime, rutinime dönerdim. Tüm bunların hepsi kuşların seslerini duymamdan önceydi. Çünkü yine bir gün o bankın üzerinde oturmuş, varış saati hiç şaşmayan bir treni bekler gibi o yumak olmuş hissin yolunu gözlerken, beklediğimden daha tuhaf, daha ulvi, çözüp idrak etmenin daha güç olduğu bir his ölü doğdu içime. Sanki biri bir şey söylemiş de duyduklarım içimde, ta şuramda bir girdap oluşturmuş, tüm organlarımı içine çekip, kemiklerimi teker teker kırıp, damarlarımın hepsini çamurla doldurmuş gibi olmuştum. Bu herkesin gelip, herkesin gittiği ve fakat açgözlü bir bakkal ve her daim sarhoş bir büfeci haricinde neredeyse kimsenin yaşamadığı yerde, hava bu kadar soğuk, deniz bu kadar tatsız, rüzgâr bu kadar keskinken o sahilde benden başkasının olması, olsa bile bir şeyler söylemesi, söylese bile beni darmadağın etmesi ihtimaller dışıydı. Yine de etrafıma bakınmış, kimseyi göremeyince gözlerimi gökyüzüne dikmiş, göre göre biri denize, biri dağlara doğru uçan iki kuş sürüsü görmüştüm. Kuşların göçü için mevsimin epey geç olması bir yana, sürü halinde göç eden neredeyse tüm kuşların üçgene benzer bir formasyonda uçmasına karşın gördüğüm sürülerin tek sıra formasyonunda olması ve daha da tuhafı birbirlerinden tamamen zıt yöne gidiyor olmaları epey kafa karıştırıcıydı, ama benim kafam hali hazırda az evvel içimi lime lime eden hisle meşgul olduğu için tüm bu tuhaf detaylara önem atfetmemiştim.
Ondan sonraki günler, giderken altıncı, dönerken üçüncü sıradaki banka yaptığım ziyaretleri arttırmış, hayatım boyunca deneyimlememiş olduğum bu korkunç duyguya bir anlam yüklemeye çalışmıştım. Zira her gün, bir öncekinin aynısıydı; önce bir şeyler duyuyor gibi oluyordum; bir yardım çağrısı, bir çığlık, bir ağlama, bir kahkaha karışımı gümbürdeyen tek bir notadan sonra yine sanki içimdeki kıyma makinesi çalışmaya başlamış gibi savruluyor, kulaklarım uğulduyor, midem bulanıyor, gözlerime yaşlar doluyor, dilime kramplar giriyordu. Ve her zaman etrafıma bakınıp kimseyi göremeyince gözlerimi gökyüzüne çeviriyor, aynı uzunluktaki, aynı hızdaki, aynı doğrultudaki kuş sürülerini görüyordum. Artık her gün o banka gider olmuştum; sanki yaşadığım tüm işkenceye rağmen oraya çekiliyor gibiydim, bu benim için bir zorunluluk, bir ibadet şekli olmuştu. Oturuyor ve korkarak bekliyordum, bazen dakikalarca, bazen saatlerce ve hep aynı hisle, aynı manzarayla karşılaştıktan sonra çektiğim acıya rağmen bir çeşit rahatlık hissediyordum.
Nihayet bir gün, beklerken gözlerimi yukarıya dikmeye karar verdim. Bir an olsun göz kırpmamak, gerçeği kaçırmamak için öylesine çaba harcıyordum ki gözlerim yaşlarla dolmuş, gördüklerim iyice bulanıklaşmıştı. Tüm bunlara rağmen, nihayet birbirlerine doğru uçan iki kuş sürüsünün, tam da oturduğum bankın üstünde çakışarak iç içe geçtiklerini görebilmiştim. Başından beri duyduğum bu karman çorman gürültü, tam 16 kuşluk iki sürünün birbirleriyle buluştukları an ortaya çıkan kakofoniden ibaretti. İki farklı noktadan, birbirlerine karşı çekilmiş iki çizgi gibi düşünün; her bir kuruş, diğer sürüdeki, kendisiyle aynı sırayı paylaşan kuşla buluştuğu an ötüyordu. Öyle ki, denizden gelen sürüde üçüncü sıradaki kuş, dağdan gelen sürünün üçüncü kuşuyla buluşunca ikisi de ötüyor ve sırayı kendinden sonrakine bırakıyordu. Her bir kuş, kendi sesiyle, kendi akorduyla tek bir nota çağlıyor, böylece tek bir 32'lik nota meydana geliyordu. İşte bu nota insanı tarumar edecek kadar kuvvetli, tesirliydi ve her gün farklı bir nota ortaya çıkıyordu. Bunu keşfedince merakım artmış, artık sadece o notayla infilak olmak için değil, notaların her birini kaydedip bu işin nereye varacağını öğrenmek için neredeyse tüm vaktimi o bankın üzerinde harcar hale gelmiştim. Önce kuşların gelmesini beklerdim; onları ufukta görünce içimi tarifsiz bir heyecan kaplar, bu üzerimden akıp geçecek hissin tadına daha iyi varabilmek için tüm kaslarımı gevşetir ve fakat sanki enerji harcayan bütün cihazları kapatıp tek bir cihaza mevcut tüm enerjiyi aktarırmış gibi, işiteceğim 32 farklı notanın her birini doğru duyup, ortaya çıkan o tek 32'lik notayı doğru anlamak için kulak kabartırdım. Sonra da uzun saatler boyu orada oturur, hafızamı tekrar tekrar altüst edip doğru duyup duymadığımdan emin olmaya çalışır, bedenimin her zerresiyle ikna olduktan sonra bir deftere her gün başka bir nota işler, gün be gün bu senfoniyi tamamlamaya bir adım daha yaklaşırdım. Bu tam 150 gün sürdü; 133. notanın ardından başa dönüldüğünü anladıktan sonra oraya gitmeyi bıraktım; merakım artık kaydettiğim bu 133. adet 32'lik notanın nasıl bir müzik meydana getireceğine yönelmişti.
Kaydettiğim bu şarkıyı ben çalamazdım, buna ne yeteneğim ne de cesaretim yeterdi. Tek bir notasıyla dahi beni parçalara bölen, deliliğin uçurumundan aşağıya atan bu şeyi nasıl çalabilirdim ki? Ya da bu kadar tehlikeli bir şeyin başkası tarafından icra edilmesine nasıl müsaade ederdim? Düşünüp taşındıktan sonra en iyi çözümün, notaların hepsini bir kayıt programına teker teker işlemekte olduğunu gördüm. Bunun için epey bir zaman harcadıktan, doğru kopyaladığımdan emin olmak için de bir o kadar çaba sarf ettikten sonra, nihayet her şeyi eksiksiz bir biçimde tamamlamıştım. Şarkıyı dinlemeye hazırdım. İnanın bana, tüm korkularıma rağmen, her notasıyla bana her seferinde farklı bir işkence çektiren bu şarkı, hayatımda işittiğim ve işitebileceğim en güzel şeydi. Bu nispeten ufak şarkı, bir bilgisayarın dijital devreleriyle hayat bulmuş olsa da, o soğukluğu, binary'nin iki boyutluluğunu yırtıp onlarca farklı hissi kucaklamış; aşkı, kederi, çaresizliği, düşleri, güzelliği, çarpıklığı, şehveti, öfkeyi, azmi, kıskançlığı, hoşgörüyü ve daha nicelerini kulaklarımın içine, ruhuma doldurmuştu. Ancak esas tuhaf olan kısmı, bu birbirinden farklı nitelikteki sayısız duygunun aynı anda ruhuma sirayet etmesi değil, şarkının sona ermesiyle birlikte artık bir şeyi, bir hikâyeyi biliyor olmamdı. Bu şarkı bir hikâyeydi. Her gün, birbirine karşı yönde uçan iki kuş sürüsünün tam da o bank üstünde sadece tek bir cümlesini yazdıkları bir hikâye. Size o hikâyeyi anlatacağım:
Çok, çok uzun zaman önce dünyayı kuşlar yönetiyordu. Biz insanlar onların bizden daha üstün yaratıklar olduğunu kabul ediyor, onlardan medet umuyor, hatta dünyanın aslında bir kuş yumurtası olduğuna inanıyorduk. Bu yumurta, gök kubbeyi kaplayan kanatlarıyla üstümüzde uçtuğu vakit geceyi getiren ve yukarıdan gece boyunca parlak gözüyle bizleri izleyen bir kartala, kadir-i mutlak Ukab'a ait idi. Her birini Ukab'ın habercisi, elçisi olarak gören insanlar, kuşlar için evlerinin çatısına ufak bir yuva yapmayı, her gün bu kuş evlerinin bakımına, temizliğine gereken ihtimamı göstermeyi ve yediklerinden, içtiklerinden belli bir payı bu evlere bırakmayı adet ve ibadet edinmişti. Bazı yerlerde kuşlara adak adanır, bu adaklar bazen geceleri toplanmış salyangozlar, kurtçuklar olurken bazen de hasat döneminde elde edilen tahıllar, meyveler, sebzeler olurdu. Fakat bazı yerlerde bu adakların daha kanlı olduğu da görülmüştü.
Kuşlar hikâyesinde der ki; şu an yaşadığım bu yerde, eski zamanlarda, kuşlara sadece tahıllar ve meyveler ya da kurtçuklar ve haşereler değil, hayvanlar da adanırdı. Gelecek hasat zamanı için bereket dileyen bir çiftçi, bir çuval darıyı ağaç kovuğuna koyup umudunu Ukab'ın kabul edeceği bu adağa bağlarken, hastalıktan henüz kurtulmuş bir çoban, sürünün en besili koyununun boğazını aynı ağaç kovuğunun önünde kesip bir daha hasta olmamak için el açardı. İşte o köyde, yılın bir günü, köylüler arasından seçilen bir kişi de kuşlara kurban edilirdi. Kurban edilen bu kişi seçilirken yaşa başa bakılmaz, ağırlığının ne kadar çektiği umursanmaz, güzellik çirkinlik önemsenmez, cinsiyet fark etmezdi. Göz önünde tutulan tek ölçüt, kurbanın ağzında 32 dişinin olup olmamasıydı. Dişlerin sağlıklı olup olmadığına bile bakılmazdı. Eninde sonunda, yıl boyunca dişlerini çürütemeyen, taşları ısırırken dişlerini kırmaya muvaffak olamayan biri, köyün yaşlı bilgesi tarafından seçildikten sonra ağaç kovuğunun içine sokulur, tüm köylülerin gözü önünde etçil kuşların işini hafifletmek adına karnı baştan aşağı yarılır ve kurban kan kaybından öldükten sonra kuşlar karınlarını doyururken onları rahatsız etmemek için sessizce herkes evine dağılırdı.
Keskin gözleriyle kanı fark eden bir kaç şahin ve kartal hızla aşağı pike yapar, biri bağırsaklarını hırkanın örgüsü gibi söküp alırken bir diğeri çengel gagasını karaciğere geçirip yerinden ayırır ve afiyetle yiyeceği yuvasına taşırdı. Ardından doğanlar gelir, akciğerlerin tadına bakarlardı. Kuzgunların damak tadı biraz daha rafineydi; gözleri oyup bu müthiş lezzet ile kendilerini ödüllendirenler en hızlılarıydı. Diğerleri, sessiz bir çığlıkla son nefesini veren kurbanın açık ağzından dilini söküp alırlarken, bazıları da kapkara tüylerini kana bulayarak ağız içine girer, kendilerine mükellef bir yanak ziyafeti çekerlerdi. Tüm bu lezzetler tükenince, akbabaların vakti gelir, arta kalan et ve deri parçaları, kemiklerin içindeki ilikler bir güzel temizlenirdi. Yine de kuşların işi bitmiş sayılmazdı. Kurban, daha doğrusu artık kurbandan geriye kalanlar; akıl almaz bir hızla kurtlanır, böcekler ve karıncalar çalışmaya başlar, sabırsız olan kuşlar kurtlardan ve haşerelerden beslenirken, baykuş gibi sabırlı davrananlar daha büyük yemlerin peşine düşer, kurtları kendi için değil, fareler için yem kabul eder, ardından da ani bir hamlede açgözlü fareleri kapıp giderlerdi. Daha bilge olanların fareyi değil, fareye gelen yılanı, hatta yılana gelen gelinciği bile bekleyecek kadar sabırlı oldukları ve sabırlarının karşılıklarını aldıkları da oluyordu. Nihayetinde, bir kaç gün içinde kurbandan geriye kala kala bir tutam saç ve tamı tamına 32 adet diş kalırdı. İşte bu bir tutam saç ve bir avuç diş, köyün yaşlı bilgesince kovuğun içinden alınır, bir hafta boyunca evine kapanacak adam; dişlerin hepsini teker teker bir ipe dizdikten sonra, geriye kalan saçları defalarca düğüm ederek oluşturduğu imamesiyle de 33'lük tespihini tamamlamış olurdu. Bu tespihi her çekişinde Ukab'ın adını zikreder, uykuya yenilmeden geçirdiği bir haftadan sonra da evinden çıkar, tespihi ağacın dibine gömer, bir dahaki seneye kadar köyü koruyacak, güvenliğini sağlayacak, bereket getirecek, şanssızlıktan, beladan uzak tutacak olmanın rahatlığıyla köşesine çekilirdi.
Gel gör ki, güvenlikten, bereketten, şanstan daha fazlasını isteyenler de yok değildi. Hikâyede bir adamdan bahsediliyor. Adını bilmediğimiz bu adam, geniş ve verimli tarlalara, karnını doyurabileceğinden çok daha fazlasına sahip olsa da mutsuz biriydi. Yıllardan beri çocuk sahibi olmak isteyen bu adam onlarca çuval tahıl, yine en az on tane koyun, sayısız fare, haşere kurban etmişse de bir kez olsun yüzü gülmemiş; ne yaptıklarının karşılığını alabilmiş, ne dilekleri kabul görmüş, adağının kabul edildiğine dalalet olan Ukab'ın tüyü evinin çatısına düşmemişti. İlk eşi defalarca düşük yaptıktan sonra şüpheli bir biçimde evde ölü bulunmuş, o kadar uğraştıktan sonra hamile bile kalamayan ikinci eşinin cesedi sahile vurmuş, üçüncü eşi ölü doğum yaptıktan iki gün sonra kan kaybından ölmüş fakat yine de umudunu kesmeyip dördüncü kez evlenmişti. Kederi, yıkılan hayalleri bütün köy sakinleri tarafından bilinen bu adamın imdadına en sonunda bir göçebe yetişmişti. Adamın ne durumda olduğunu köylülerden öğrenen bu göçebe, gün boyu rast gelmek için adamı beklemiş, nihayet karşısına çıktığında da derdine derman bulacağını söyleyerek elinden tuttuğu gibi köyün dışındaki kamplarına götürmüş, çadırlardan birinin önüne bırakmıştı.
- Bak, demişti, bu çadırda bizim büyücümüz vardır. Sizin yaşlı bilgelerin bilemediğini bilir, göremediğini görür, söyleyemediklerini söyler, aradığını bulmak için sana bir tek o yardımcı olabilir.
Adam içi umut dolu, çadırdan içeri girdiğinde, karşısında gözleri olmayan, saçlarının arasına onlarca siyah kuş tüyü takmış bir kadın bulmuştu. Oturup derdini baştan sona anlatmış, büyücü de görmeyen gözleriyle onu sükûnetle dinledikten sonra şöyle demişti:
- Kan için kan, can için can gerekir. Bir bebek istiyorsan yeni doğmuş bir başka bebeğin kanını akıtmalı, canını almalısın. Efendimiz dileğini kabul ederse sen bunu bileceksin. O zaman sana bahşedilenle birlikte köyün yakınlarındaki büyük mağaraya git, yolu takip et, geriye bakma ve bir adım geri atma. Yolun sonunda aradığını bulacaksın.
Adam daha önce bir karısının kafasını taşla ezmiş, bir başkasını gece yarısı denizde boğmuş, en sonuncusunun rahmine sivri bir bıçak sokarak onu katletmiş olabilirdi, ama bir bebek öldürmek? Düşmenin sonu var mıydı, karanlığın daha da kararması mümkün müydü? Bunca yaptığından sonra günahları affedilebilir miydi, vicdanı rahatlayabilir miydi, günahlarına bir günah daha eklese ne kaybederdi? Akıtacağı bebek kanı mı boğacaktı onu, hali hazırda o denizde yüzüyor değil miydi zaten? İşte bunları düşünüyordu adam, göçebelerin kampından köye doğru ufak adımlar atarken. Her adımı, bir öncekinden daha güçlüydü.
Bir süre sonra, köyde henüz üç gün önce doğmuş bir bebek kaybolmuş, daha yatağından kalkamamış bebeğin annesinin gözlerine ağlamaktan kan oturmuşken babası bir kurtun ya da başka bir vahşi hayvanın yavrusunu kaçırdığını düşünüp daha şimdiden yeni bir bebeğin planlarını yapmaya başlamıştı. Oysa kaçırılan bebek, istediğini elde etmek için karanlık denizlerde boğulmayı göze almış bir adam tarafından, ağlamasın da sesi duyulmasın diye dudakları birbirine dikilmiş, anne sütünden şişmiş göbeciği deşilmiş, ağaç kovuğunun içinde ölümünü bekliyor, bu yeni gördüğü dünyaya az sonra şanslı kuzgunların midesine inecek ufacık gözlerle son kez bakıyor, akbabaların midesine gidecek tombul elleri acıyla titriyor, bir kartalın midesini bir kaç gün doyuracak kadar etli, boğum boğum bacakları hafifçe sallanıyordu.
Bir kaç saat içinde, yeni doğmuş bir bebek kuşların midelerinde göğe yükselirken, gökten bir şey bebek katilinin evinin çatısına düşüyordu; bir tavus kuşu tüyü. Bunu bekleyen günahkâr, gecenin karanlığını umursamadan, bir an bile duraksamadan, yanına bir tavus kuşu tüyü harici hiç bir şey almadan yola çıkıyor, istikametine, köy dışındaki mağaraya emin adımlarla yürüyordu. Çok geçmeden mağaranın girişine varan adam, kayalıklardan aşağı inmiş, beline kadar gelen buz gibi suyu umursamadan tıpkı büyücünün dediği gibi bir adım geri atmadan ilerlemeye başlamıştı bile. Ne var ki ilerledikçe suyun derinliği artıyor, su daha da soğuyordu. Adam başını dik tutmaya çalışsa da, su önce ağzına, sonra burnuna dolmaya başlamış, geri dönüşün artık mümkün olmadığını anlayan adam elindeki kuş tüyünü bırakmamak için parmaklarını daha da sıkarken, tek düşündüğü bir adım, bir adım daha atmak olmuştu. Dolan sudan ciğerleri patlayacak gibi olduğunda, gözleri kapandı. Ölüyordu işte. Uğruna bu kadar günah işlediği, bu kadar kan akıttığı, bu kadar hayatı söndürdüğü isteğini elde edemeden, hayaline kavuşamadan, çocuğunun gözlerinin içine bakamadan ölüyordu. Böylesine acımasız, adaletsiz, umursamaz bir gerçeklikti ölüm.
Hikâyeye göre, adam mucizevî bir şekilde uyanmıştı bir süre sonra. Bir tünelin içindeydi şimdi, etrafta tek bir ışık kaynağı olmasa da gözleri karanlığa bir şekilde aşina gibiydi. Bulanık bir biçimde en azından çevresini seçebiliyor, gölgelerin içindeki gölgeleri birbirlerinden ayırabiliyordu. Az önce ölümle burun buruna gelmiş, ölümün nefesi ciğerlerine dolmuş, gözleri ölümün gözleriyle birleşmiş, o buz gibi el kalbini kavrayıp tüm gücüyle sıkmış olsa da şimdi ne bir ağrı ne bir sızı hissediyordu. Yürüyecekti sadece, düşünmeye vakit yoktu.
Tünelde yürürken bulanık gözlerine birden fazla defa, gölgelerin içinde beyaz kuyruklar, parlayan gözler, buruşmuş eller çarpmış, ama görmek için başını çevirdiğinde hiç bir şey görememişti. Onlarca ses duyuyordu ismini söyleyen, geri dön diyen, gitme burada kal diye yalvaran, çığlıklar atan, ağlayan ama hiç birine kulak asmadan yürümeye devam etti. Geriye bakmadan ve tek bir geri adım atmadan yürüdü. Gözlerini kapayarak, kulaklarını tıkayarak, nefesini tutarak yürüdü. Sadece yürüdü. Ne kadar yürüdü, ne kadar yol kat etti bilinmez, en sonunda göz kamaştıran bir ışık gördü ve o ışığı takip ederek tünelden dışarı çıktı.
Dışarı çıkınca, ufak bir adada olduğunu fark etti. Bu adada, göz alabildiğince yeşil, onlarca farklı meyve ağacıyla dolu bir ormanın içinde, ufak bir göl kenarındaydı. Kısa ve günahlarla dolu hayatı boyunca gördüğü en güzel yerdi burası. Sanki dünyanın gerçeklerinden, kurallarından uzak, kirden tamamıyla arınmış, insanoğlunun beceriksiz ellerinin değmediği, bakir bir yer. Ölmüş müydü, ölmüş de cennet bahçesine mi düşmüştü? Bu fikir onu eğlendirdi. Onun gibi birinin cennete düşmesinden daha komik, daha adaletsiz bir durum olabilir miydi? Yıllardır onun yakarışlarına kulak vermeyen, herkese onlarca çocuk bahşederken kendisine bir taneyi bile çok gören Ukab'ın adaletsizliği için bile fazlaydı bu. İşte bunları düşünürken onu gördü; simsiyah parlayan ufak bir kayanın üstünde, güneşin ışığını bile olduğundan daha güzel gösterecek rengârenk tüyleriyle sükûnetle onu izleyen bir tavus kuşu. Tavus kuşunu gördüğü gibi, ölümlü gözlerin görmemesi gereken bu güzelliği vücudu, ruhu kaldıramamış gibi istemsizce dizlerinin üstüne çökmüştü. Bir ömür kadar uzun süren bir süreden sonra tavus kuşu konuştu:
- Beni neden aradığını, benden ne istediğini biliyorum. Bunun için ne kadar kan akıttığını, ne kadar günah sırtlandığını biliyorum. Neleri göze aldığını biliyorum. Sana yardım edeceğim, sözlerime kulak ver. Ukab 99 yılda bir ölür, sonra kendi yumurtasıyla tekrar canlanır. Bu yumurta en yüksek dağın en yüksek noktasında, bir kartalın yuvasında saklıdır. Bu yumurtayı çalacak, zamanı gelene kadar koynunda saklayacaksın. Köyünüze bir gemi gelecek, o gemiden bir kadın inecek. Gördüğün zaman o kadını tanıyacaksın. İşte o kadına, 3 gün boyunca bir kazanda haşladığın o yumurtayı yedireceksin. 9 ay sonra isteğine kavuşacaksın.
Kuş konuşmayı bitirdiğinde adam doğruldu. Ona yardım edecek, istediklerini bahşedecek bu varlığa teşekkür etmek için ağzını açtığında korkunç bir manzarayla karşılaştı. Tavus kuşu kuyruğunu açmış, sadece kendi gözleriyle değil, tüylerindeki 99 gözle birden ona bakıyordu. Bu gözlerin her birinde farklı bir acı vardı. Biri ağlıyor, bir diğeri merhamet diliyor, bir başkası çaresizce seğiriyor, biri de öfkeyle yanıyordu. İnsan gözleriydi bunlar. Ama nereden gelmiş, nasıl o tüylerin üstüne yerleştirilmiş, hepsini geçtim nasıl canlanmışlardı? Nasıl görebiliyorlardı, nasıl oluyor da hala her birinde farklı bir mana, farklı bir ruh oluyordu? Kuzgunların kurbanlardan oyduğu gözler olabilir miydi bunlar, aslında hiç bir zaman yenmeyen, özenle saklanıp efendilerine teslim edilen? Korkudan daha fazla düşünemeyen, gördüklerine katlanamayıp gözlerini kapayan, dilini ısırıp tek kelime edemeyen adam bilincini iyiden iyiye yitirirken son bir şey duydu: Geriye bakma ve tek bir geri adım atma!
Kuşlar der ki, bu günahkâr adam, ne kadar süre sonra bilinmez, bu karanlık yolculuğa başladığı mağaranın önünde kendine gelmiş, aklında tavus kuşunun sözleri ve gözleri, etrafına bakıp en yüksek dağı aramış, bir an düşünmeden, tereddüt etmeden, ne olduğunu kavramaya çalışmadan, oraya nasıl geldiğinin muhasebesini yapmadan yürümeye başlamıştı. Adım adım üstüne, açlığı düşünmeden, uyku aklına bile gelmeden aradığı şeyi görmüş, devasa bembeyaz bir kartalın yuvasını, en yüksek dağın en yüksek noktasında bulmuştu. Günlerce kartalın yiyecek aramak için yuvadan uçmasını beklemiş, beklerken gözlerini bile kırpmamaya, tek bir kasını dahi oynatmamaya, kalbinin normalden bir az daha güçlü atmamasına gayret etmiş, sadece bir günahkârın soğukkanlılığı ve sabrıyla eline geçecek fırsatı, hamlesini düşünmüştü. Nihayet beklediği fırsat eline geçince, hamle yapacak bir açıklık bulunca, kartal yuvadan uçtuğu gibi hızla yuvaya doğru sürünmüş, orada istediğini bulmuştu: Yumruk kadar büyük bir yumurta. Ukab'ın yumurtası. Bu yumurta o kadar saydamdı ki içindeki ince damarları görmek mümkündü, bir nabız gibi atıyordu. Zaman geçirmeden yumurtayı koynuna saklayıp yuvadan uzaklaşmış, köye kaçmıştı.
Köye vardığında evine kapandı, yıllardır onu görmediğini söyleyen karısının endişeli bakışlarına, meraklı sorularına karşılık vermedi. Kimseyle uğraşmak için vakti yoktu, kimseye verecek cevabı da yoktu. Ne diyebilirdi? Bir bebek çaldığını, bu bebeği kendi elleriyle öldürüp kuşlara yem ettiğini, bir mağaraya girip boğulana kadar ilerledikten sonra anlaşılamaz bir şekilde gözlerini bir adada açtığını, bu adada karşısına çıkan kocaman bir tavus kuşunun ona Ukab'ın yumurtasını çalması gerektiğini söylediğini, sonra da kuyruğundaki 99 insan gözüyle birden onun ruhuna baktığını ve kendinden geçtiğini, kendine geldiğinde de yine açıklanamaz bir biçimde kendini mağaranın girişinde bulduğunu, sonra da günlerce beklemenin ardından bir açıktan faydalanıp Ukab'ın yumurtasını çaldığını, bu yumurtayı bir gemiden inecek olan tanımadığı bir kadına yedirdikten sonra evlat sahibi olacağını mı anlatacaktı, üstelik kendisine bir kaç hafta gibi gelen bu zamanın aslında yıllar boyunca süren bir zamana yayıldığını mı söyleyecekti? Bu saçmalığa kim inanırdı, böyle bir hikâye hangi hasta zihinden çıkardı, kim bunu tahayyül edebilir, kim böyle bir şey anlatabilirdi? Tek yapmak gereken susmak ve beklemekti. Biraz daha beklemek, çok az daha beklemek. Gel gör ki, bu kadar zaman bekledikten, bu kadar emek harcadıktan sonra, istediğine bu kadar yaklaşmışken beklemek daha zordu ve şimdi ne zaman geleceği belli olmayan bir gemiden inen, tanımadığı bir kadını beklemek daha zordu. Ama o beklemeyi bilirdi, bekledi de.
Bekledi. Hep aynı yerde, deniz kenarında, o bebeği kurban ettiği ağaç kovuğunun yanında bekledi. Burada beklerken neleri göze aldığını, neleri feda ettiğini, ne kadar düştüğünü, ne kadar karardığını, ne kadar kana bulandığını daha iyi fark ediyor, tüm bunlar ona tuhaf bir kararlılık yüklüyordu. Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovaladıktan sonra nihayet beklediği gemiyi ufukta gördü. Geminin demir atacağı derme çatma iskeleye heyecanla koştu. İşte bir süre sonra o gemi bu iskeleye yanaşacak, içinden bir kadın inecek, o kadın çocuğunun annesi olacaktı. Fakat bu kadar yakınken artık her şey, ilk defa sabırsızlığa yeniliyor gibiydi. Beklemek artık bir işkence haline gelmiş, gemi yürümez, deniz çağlamaz, rüzgâr esmez olmuştu sanki. Yıllar gibi geçen dakikalardan sonra gemi iskeleye yanaşınca siyah saçlı, uzun boylu, esmer tenli bir kadın gemiden inmiş, bu güzeller güzeli ama ölü gibi soğuk kadını görüp büyülenen adam sanki binlerce yıldır onu tanıyormuş gibi hissetmiş, hemen yanına gidip elinden tuttuğu gibi onu evine götürmek için çekiştirmeye başlamıştı. Kadın itiraz etmemişti, hiç bir şeye, hiç bir zaman itiraz etmemişti. Adamın karısının tüm hakaretlerine sessiz kalmış, yumurtanın haşlandığı kazanın önünde 3 gün boyunca hiç hareket etmeden beklemiş, kendisinden istenen her şeyi harfiyen uygulamış, 3 gün boyunca haşlanmış o koca, kor gibi sıcak yumurtayı bir lokmada yutarken zorlandığına dair tek bir emare bile göstermemiş, üzerine düşen görevi yerine getirince yine hiç bir şey söylemeden oturduğu yerden doğrulmuş, çıkıp gitmişti. Günahkâr adam mutluluktan uçuyordu. Sadece kendinden istenen her şeyi harfiyen yerine getirmiş olması değil, yıllarca beklediği çocuğunun annesi böyle bir kadın olduğu için de. İşte kadın böyle olmalıydı. İtiraz etmemeli, sesini çıkarmamalı, boyun eğmeli, ondan isteneni sorgusuz sualsiz yerine getirmeli, gitmesi gerektiğinde de gitmeliydi. Böylece adam da kadını takip etti, evden çıktı.
Birlikte aylar boyunca yolculuk ettiler. Hep doğuya gittiler, her zaman doğuya. Çöller ve dağlar aştılar, vadiler ve denizler. Bazen ormanda kamp kurdular, bazen köylerde geçirdiler geceyi, bazen şehirlerde. Kadının karnı her gün daha da büyüdükçe adam daha da mutlu oluyor, kadının yüzündeki taştan oyulmuş ifadesizlik ve mezar soğukluğu hiç değişmiyordu. Önemi yoktu, istediğine kavuşacaktı ya. Çok az daha bekleyecek ve sonra çocuğunu kucaklayacaktı.
Ve öyle oldu. Oğluna bir soğuk kış gecesi, bir çöl şehrindeki harabe evlerden birinde kavuştu günahkâr adam ve sessiz karısı. Saçları çöl gibi parlayan, teni toprak gibi koyu, gözleri mağara gibi karanlık bir oğlan doğdu. Uğruna sadece insanların değil, tanrının da kurban edildiği, görülemeyenlerin görülüp, yaşanamayacakların yaşandığı, en karanlık günahların işlendiği bu çocuk, kendisi için akıtılan kanı kabullenirmiş gibi, babasının onu temizlemesine dahi izin vermemiş, kana artık su gibi alışmış adam da yıllarca yolunu beklediği bu çocuğu tereddüt etmeden bağrına basmış, kan kokusunun içinden bebeğin kendi öz kokusunu bulmaya çalıştıysa da başarılı olamamıştı. Doğumdan sonra annenin ve babanın akıbeti bilinmiyor. Ancak bu oğlanın tarihi değiştirdiği kuşlar tarafından rivayet edilir. Zira onlar bu ölümlünün hükmüne girecek, onun gözleri ve kulakları olacak, ona elçilik edeceklerdi. Bu oğlanın adı Süleyman'dı.
Bir kaç yıl sonra köyün yakınındaki mağarada, sudan şişmiş, çürümüş ve gözleri yuvalarında olmayan bir ceset bulunduysa da köy halkından kimse kaybolmadığı için önemsenmemiş, adamın cesedini mağaradan çıkarmaya bile tenezzül edilmemişti. Günahkâr adamın dördüncü karısı, kocasının geri dönmeyeceğinden emin olduktan sonra bir başka adamla evlenmiş, tam dört çocuk doğurmuştu. Kaçırılan bebeğin ailesi de genişlemiş, anne ve baba bu korkunç olayı rüyalarında bile hatırlamamışlardı. Evlerin çatılarındaki kuş evleri bakımsızlıktan çürümüş, insanlar tarafından beslenmeye alışan kuşların avcılık yeteneklerinin gelişmesi için bir kaç kuşak geçmesi gerekmişti. Bir zamanlar içinde kuşlara adak adanan, insanların kurban edildiği ağaç kovuğundan bir ağaç gövdesi daha çıkmış, biri dağlara, biri denize uzanan bu iki gövdeli ağacın kutsallığını insanlar zaman içinde unutmuştu. Ama kuşlar değil; kuşlar unutmamıştı. Onlar her zaman, her ötüşlerinde bu hikâyeyi anlatacaklardı.
Hikâyeye göre, tüm bu olanlardan sonra Ukab ölmüş ve bir daha canlanamamıştı. İbadet edilen her şey gibi, bir süre sonra o da unutulmuştu. Yine de, göç eden kuşlar, geceleri yollarını kaybettiklerinde gökyüzüne bakarlar, esîrdeki sekiz yıldız onlara yol gösterirken Ukab'a şükür ederlerdi.
3 mırıltı.:
"Kah çıkarım gökyüzüne
Seyrederim alemi
Kah inerim yeryüzüne
Seyreder alem beni"
nesimi
" Bir bebek çaldığını, bu bebeği kendi elleriyle öldürüp kuşlara yem ettiğini, bir mağaraya girip boğulana kadar ilerledikten sonra anlaşılamaz bir şekilde gözlerini bir adada açtığını, bu adada karşısına çıkan kocaman bir tavus kuşunun ona Ukab'ın yumurtasını çalması gerektiğini söylediğini, sonra da kuyruğundaki 99 insan gözüyle birden onun ruhuna baktığını ve kendinden geçtiğini, kendine geldiğinde de yine açıklanamaz bir biçimde kendini mağaranın girişinde bulduğunu, sonra da günlerce beklemenin ardından bir açıktan faydalanıp Ukab'ın yumurtasını çaldığını, bu yumurtayı bir gemiden inecek olan tanımadığı bir kadına yedirdikten sonra evlat sahibi olacağını mı anlatacaktı, üstelik kendisine bir kaç hafta gibi gelen bu zamanın aslında yıllar boyunca süren bir zamana yayıldığını mı söyleyecekti? Bu saçmalığa kim inanırdı, böyle bir hikâye hangi hasta zihinden çıkardı, kim bunu tahayyül edebilir, kim böyle bir şey anlatabilirdi? "
To the bosom of Death: what was underneath soon seem’d above,
A cloudy heaven mingled with stormy seas in loudest ruin;
But as a wintry globe descends precipitant, thro’ Beulah bursting,
With thunders loud and terrible, so Milton’s Shadow fell
Precipitant, loud thund’ring, into the Sea of Time and Space
Post a Comment