Toplumda gözlenen anomaliler, her ne kadar zararlı gözükseler de, son derece sağlıklı bir sonuca hizmet ederler. Dışarıdan baktığımızda çılgınlık ve dahi tahtasızlık olarak nitelendirebileceğimiz, boğalar tarafından kovalanmak, tepeden yuvarlanan bir peynir tekerleğinin peşinden yuvarlana yuvarlana kafa göz yarmak benzeri örneklerini verebileceğim modern dünyaya da yansıyan yahut geçmişte kalmış toplu seks şölenleri, şarapla yıkanma bayramı gibi kitlesel anomaliler, toplumların akıl sağlığını koruması için büyük önem arz ederler. Bu zamanla kanıksanmış çılgınlıklar, toplum kurallarına uymak yükümlülüğünde olan insanların, bu zor görevi ifa ederken harcadıkları eforu egzos borusuyla dışarı atması gibidir. Bu durumun bizim toplumumuzda, diğerlerine kıyasla, epey düşük kalibrede örnekleri mevcut tabii ki. Katharsisini en fazla milli maçlarda ve düğünlerde havaya kurşun atmakla yaşayan, içimizdeki en öfkeli kitlelerin bile bir noktada halayla rahata erdiği düşünülürse ve bunların da anomali, çılgınlık (veya tahtasızlık) olarak nitelendirilmesinin epey zor olduğu göz önüne bulundurulursa, rutindeki başarısızlığımız, öfke kontrolüne yatkın olmayışımız bir ölçüde açıklanabiliyor.
Ama çılgınlık, toplumsal olduğu kadar kişisel bir ihtiyaç aynı zamanda. Bir ölçüde bunu içgüdü olarak gördüğümü söyleyebilirim. Dört-beş yaşlarındaki yeğenimi odada bir süre yalnız bırakmak mecburiyetinde kalan annesinin, odaya geri döndüğünde kafeslerinde yemlenmesi ve bir umut şakıması gereken üç muhabbet kuşunun, yemlenmek veya şakımak için olmazsa olmazları, minik kafalarını sobanın üstünde görmesi ve tıfıl yeğenimin de "Benim başım üşüyordu, onların başları da üşümesin diye sobaya koydum, geri takacaktım" cevabı vermesine bir asabiyeci tarafından psikopatlığa giriş tanısı konulabilir. Bense bunu masum bir içgüdü olarak algılıyorum.
Yaptığım gözlemler neticesinde, kitlesel çılgınlığı en yoğun olarak yaşadığımız zamanın, toplu taşıma araçlarında geçirdiğimiz vakitler olduğuna kanaat getirmiş bulunmaktayım. Katharsisimizi en yoğun şekilde -ama farkında olmadan- yaşadığımız, çılgınlığın sınırlarını ihlal ettiğimiz bu zamanların en güzelini, en debdebelisini minibüslerde geçiriyoruz. Şu manzarayı gözünüzde canlandırın:
Şöför, karanlık güçler tarafından ele geçirilmiş boş bir bilinçle, sanki o delilik vasıtasına pilotluk yapmak için yaratılmış gibi bir kararlılık içinde. Annesinin bir türlü susturamadığı, etrafındakilere mahçup olmamak için dillendirdiği "Yeter artık çocuk, vallahi dilini koparacağım" gibi kanlı hayallerin olası kurbanı bebek, korku filmlerinde her şeyin farkında olan ama insanların bize bir şey anlatmaya çalışıyor diye düşünmesine rağmen hiç bir şekilde umursamadıkları evcil hayvan gibi etrafındakileri uyarmayı görev bellemiş gibi, kesinlikle detone olmadan, lavda sabah duşunu almış gibi kıpkırmızı olana kadar ağlıyor. Bebeğin bu canhıraş ağlamasına, biri chipmunk efektli, bir diğeri latifbaz ama öte yandan bilinçli ses tonlu iki radyocunun, her cümlelerinden sonra kahkaha tuşuna gönül rahatlığıyla bastıkları bir radyo programı eşlik ediyor. Cehennem kapılarındaki kadim "Hiç bir şekilde cam açtırmayın" yazıtını ilahi bir misyon edinmiş zebaniler, menapoza girdikten sonra 30 kilogram alan ve "Eve gidem de Araf Zamanı izleyem" planına eşlik eden binbir dalavereyle dolu düşünce içindeki, elinde röntgen poşeti taşıyan teyze kılığına girmiş, olur ya biri cam aç diye alarm vaziyetindeler. Açık mavi diğer delilik vasıtasıyla girdiği yarışı kazanan şöför, bir kişinin daha aklında hasar açmış olmanın mutluluğuyla yolcusunu indirip yeni kurbanını minibüse alıyor. Kızcağız sanki başına gelecekleri ilk adımdan anlamış, çaresizlik içinde yazgısını kabul edip yanıma oturur oturmaz omzuma vuruyor. Duymak için kulaklığımı çıkarıyorum:
- Ya pardon, arabada bir şey mi oldu? Demin inen adamın altı yoktu da?
- Hayır bir şey olmadı, diyorum.
Kulaklığı geri takıyorum. Hayır bir şey olmadı mı? Bu delilik tarafından ben de mi yutuldum? Ben de mi aklımı yitirdim? Altı mı yoktu? ALTI MI YOKTU? Cevabım karşısında iyiden iyiye neyle karşılaştığının farkında olan kız, korku dolu gözlerle bana bakarken, kulaklığımı çıkarıyorum tekrar:
- Altı yoktu derken ne demek istediğini anlayamadım, diye soruyorum.
- Yani pantolonu yoktu, onun altı da yoktu. Bilemiyorum. Kötüydü.
Göz ucuyla baktığım, gayet düzgün giyimli (giyimli mi?) yaşlı amcanın acaba akıl sağlığıyla birlikte bağırsak sağlığını da mı yitirip yitirmediğini düşünüyorum. Peki ama öyleyse pantolonu neredeydi? Yoksa kız bir sihirin, bir illüzyonun etkisi altında mı kalmıştı? Daha da vahimi, benim bu illüzyona yenik düşme ihtimalim olurdu. Yanımda oturan -yanımda oturan!- adamın altının olmadığını göremeyecek kadar bu deliliğe aşina olmuş olabilir miydim? Bu vasıtadaki o meşum kokunun sebebi bu olabilir miydi?
Kaptan, diye sesimi yükseltiyorum, efendimizi övmeliyiz, onun vazifesinin ne kadar ulvi bir amaca hizmet ettiğini göz önünde bulundurmalıyız, bu yüzden kaptan diyorum ona. Kaptan, bu koku nedir böyle, diye soruyorum, sonuna insan kulaklarının duyamayacağı bir yahu eklemliyorum ki saygısızlık olarak algılamasın. Motor üstüne koyduğu lahmacun yığınının içinden bir lahmacun daha alan kaptanımız, gülerek cevap veriyor:
- Geçen bi' kadın bebeğinin bezini değiştirmiş, sonra da klimanın önüne atmış, o da orada unutulmuş (unutulmuş mu?), böyle bir koku sindi kaldı. Arabayı üç kere yıkattım, koku geçmedi gitti. Lanetli bu araba lanetli.
Biraz önce korkudan titreyen kız kahkahalar atıyor. Teyze kılığındaki zebaniler göbeklerini tuta tuta, memelerini sallaya sallaya gülüyorlar. Az evvel bebeğinin dilini kesme planları yapan anne kıkırdıyor. Korkuyorum. Gökyüzünde tek bir bulut yok ama denizin üzerinde bir bulut oluşuyor sanki, bir bulut fabrikası görüyor gibiyim. Cthulhu R'lyeh'teki evinde uyanmış, sabah kahvesinin suyunu kaynatıyor, dünyamıza adım atmak için hazır artık. R'lyeh'in kadim zamanlardan beri burada, Pendik sahilinde olduğunu düşündükçe beynime kramp giriyor. Bu delilikten kurtulmak için o sihirli sözcükleri söylemek için son gücümü kullanıyorum:
- Müsait bi' yerde.
İndiğimde, birbirinin içine geçmiş on farklı rüyadan uyanmış gibiydim. Bu aralık gününde, gökyüzünün lekesizliğinden faydalanan güneş gözümü yakıyordu. Ama hava buz sarkıtı gibiydi. Evin içine sinsice girmiş, saatlerce ev halkının gelmesini beklemiş, sonra da hepsinin gırtlağını teker teker kesmiş bir katil gibiydi soğuk. Hissettirmeden, fark ettirmeden, bulduğu her açıktan içeri giriyordu. Kulaklığımı geri taktım. Blueneck çalıyordu, bu sefer dünya ortadan ikiye bölünse, denizin içinden çıkan Cthulhu Pendikspor atkısı takıyor da olsa çıkarmayacaktım bir daha yerinden. Tık tık tık, albümün başına döndüm. Bir albüm boyu, yaklaşık 50 dakika, sürecek bir zaman öldürme süresi tasarladım kendime. Aylar sonra ilk defa müzik dinleyecek, belki bir süre sonra tekrar kalem oynatmaya başlarsam yazacaklarımı şekillendirecektim kafamda. On yıllar boyunca komada kalan bir adamın merakı, şaşkınlığı, ürpertisi vardı içimde, Pendik sahilinde rüzgar tarafından defalarca bıçaklanarak katledilirken.
Kayıp bir 50 dakika geçirdim. Bu 3000 saniyeye tekabül ediyor. Bu zaman zarfında beynim aşağı yukarı 2500 düşünce üretmiş olmalıydı. Ne düşünmüştüm, ne hayal etmiştim, ne kurgulamıştım? Hangi imgeler, hangi cümleler düşmüştü dimağıma? Hiç biri yoktu. Sadece bir iz. Sanki o 50 dakika içerisinde bir odaya girmiş, birini öldürmüş, ardından cesedi yok etmiş, bulabileceğim en ucuz çamaşır suyuyla kan lekelerini temizlemiş, ardından yaptığım her şeyden habersiz bir şekilde kendime gelmiş gibiydim. İzleri takip edebilirdim. Bir cinayeti çözer gibi, Auguste Dupin soğukkanlılığıyla her şeyle yüzleşebilirdim. Yahut zamanla gerçeğin bana yavaş yavaş gelmesini bekleyebilirdim. İkinci seçeneği daha makul buldum.
Tüm bu delilik içinde dahi olsalar da -ya da filhakika tam da bu yüzden- kendimi en rahat hissettiğim yerler minibüsler oluyor. Her şey o minibüslerde, karanlık köşelerinden sırıta sırıta geliyor, yerlerine kuruluyor. Bu kayıp 50 dakika, belki elli minibüs yolculuğundan sonra tamamen çözülecek. 2500 düşüncenin tamamı olmasa da bir kısmının izini sürebileceğim. Yine de hali hazırda gizemini çözdüğüm düşüncelerin en anlatılabilir olanını paylaşmak isterim.
Birincisi ve en önemlisi, Blueneck'in agresiflik ve sükunet arasındaki o iki zemin arasında, yerden göğe uzanan kubbesinin Repetitions ile birlikte daralması ve o iki yüzlülüğün biraz daha silik bir hale gelmesi. Başka bir durumda bunun kötü bir şey olduğunu, nihayetinde o söz konusu ikiliğin çok da karşılaşılabilen bir şey olmamasından hareketle, Blueneck'in önemli bir vasfını yitirdiği eleştirisini yapabilirdim. Buna rağmen, sükunete evrilen bu müziğin dikkatli bakınca koyun postundaki vahşi kurt olduğu da anlaşılabiliyor. Yani, bu karşıtlık hali biraz daha sezgisel, daha müphem bir hal alıyor. Böyle olunca da Blueneck'in müziği daha esrarlı, daha sisli bir hale bürünüyor. Bu müthiş bir şey. Zira albümün geneline hakim olan bu hava, şarkıların depresifliğiyle birleşince rahatsız edici bulduğumuz, ama neyin bizi rahatsız ettiğini çıkartamadığımız, acıklı bir tablo ortaya çıkıyor.
Az evvelki kubbe benzetmemde ısrarcıyım. Albüm bir kubbe gibi, parabolik bir eğimle yükseliyor, Una Salus Victus ve Ellipsis ile zirveye çıkıyor, ardından yavaş yavaş alçalıyor, reverans yaparak bitiyor. Elbette bu bahis konusu sükunet dolu inişlerde ve debdebeli zirvelerde, Blueneck'in, kendi formülüne bir tutam daha fazla piyano ve çok daha fazla yaylı katmasının payı var. Formül her zamanki gibi hayal kırıklığına uğratmıyor, hatta bu daha puslu, daha karanlık havanın Blueneck'e çok daha fazla yakıştığı kanaati hasıl oluyor bende. Öte yandan, az evvel anlatmaya çalıştığım gibi, albümün iniş ve çıkışlarının çok iyi ayarlanmış olması, kusursuz "albüm mühendisliği", şarkı bazında tekil olarak baktığımızda değil ama bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, Repetitions'ı diğer Blueneck albümlerinden bir karış yukarıda tutmama yol açıyor.
Bu, geç bir yazıydı, evet biliyorum. Albümlerle ilgili, şarkılarla ilgili laklak etmeyi bu kadar özlemişken, uzun zaman boyunca adam akıllı dinlediğim bu albümden başlamayı daha uygun gördüm; yazmasam, bu albümle ilgili hissiyatımı kısacık bir girizgahla ortaya koymaya başlamasam sanki eksik kalacak, mezar gibi soğuk bir aralık ayında, Pendik sahilinde kaybettiğim 50 dakikayı çözmeye asla başlayamayacaktım. Önümde daha 49 dakika, 2300'den biraz daha fazla düşünce varmış gibi hissediyorum.
Sanatçı: Blueneck
Albüm: Repetitions
DOWNLOAD.
1 mırıltı.:
Yazının başlangıcı bir şiiri çağrıştırdı bende, paylaşmak isterim: "deliler rengidir gri gökkuşağının / bir deli gittiğinde, aklı eksilir dünyanın" (Şairi çok araştırdım ama bulamadım. Ekşi'de "huissi" adında biri, eskiden.)
Post a Comment