20080723

Müzikal Ötenazi Üçlemesi: Low, Slowdive ve Homesick For Space.



















Low'dan, Slowdive'dan, Homesick For Space'ten, neredeyse her yazıda, bu kadar yoğun bir şekilde söz etmemden ötürü, uzun zamandır aklımdaydı bu kült ve fakat saklı grupların, kült albümlerini Limbo Pillow'a taşıma fikri. Lakin, Low'dan ya da Slowdive'dan benden daha fazla etkilenmiş, salt bu yüzden de bu grupları benden daha iyi anlatabilecek kişiler vardı, evet. Üstelik yanıbaşımdalardı ve Limbo Pillow'a farklı isimler taşımak hiç de kötü bir fikir değildi. Dolayısıyla bu üçlemeye karar vermiş bulundum.

Sezen, yazıya döktüğü olayı bana ilk anlattığında korkunç şekilde etkilenmiştim, öyle ki Low'a bakış açışım tamamen değişmişti.
Berçin'e ise Slowdive sevgisini bildiğimden ötürü bir Slowdive fikri armağan ettim, o da çok güzel bir Slowdive yazısı ile karşılığını vermiş bulundu.
Bendeniz ise, Homesick For Space yazımla bu iki grubun tamamlayıcısı olma görevini üstlendim ki, hakikaten de başlık şu kertede doğrudur; birlikte alındığında yüksek doz etkisi yaratabilecek bir harman var bu yazıdaki üç grupta. Bu vesileyle, bu harmanı hazırlamakta bana yardımcı olan Sezen ve Berçin'e de teşekkürlerimi sunmuş olayım.
























Efendim Low'un son albümü Drums and Guns şerefine belgesel-film "You May Need A Murderer" çıkmış. Daha pek kimsenin haberi yok sanırsam, ya da kimse konuşulmaya değer bulmamış. Ben de daha zaman bulup da kesik kesik izlemekten fazlasını yapamadım. Dikkatimi çekenler bir müzik belgeselinden ziyade bir aile belgeseline benziyor olması, solo şarkılar, bol bol düşünce akışı, hayatla dalga geçmeler, konserler ve güzel görüntüler oldu. Ben Mimi Parker'ı en son bir fotosundan görüp sarılmak istediğimde hamileydi, şimdi sarı sarı nurtopu gibi çocuklarıyla aile saadeti yaşıyormuş, birlikte Alan Sparhawk ile şarkılar söylüyorlarmış.

Şimdi aslına bakarsanız ben bir grubu çok severim ama o gruptaki insanların adları, yaşadıkları yer, doğum tarihleri pek ilgi alanıma girmez. Bununla gurur duymuyorum elbet, bazen kendime şaşırdığım oluyor, şarkı sözlerini ezbere bilip müzisyenin gerçek adını nasıl bilmem diye. Böyle entelektüel bilgiler yerine kafamı işgal eden şeylerin daha duygusal durumlar olmasıdır belki bunun sebebi, bilmiyorum. Low da hakkında hiçbirşey bilmeden yıllarca dinleyip, tek albümüne aşık olduğum, o albüm ve şarkılarla beynimde yeni duygusal bağlar kurarak bilgi akışını sağlayan bir grup. Evet ben, diğer albümleri pek sevmiyorum. Sadece tek albümle ilgili bu yazıyı yazacağım, çünkü son albüm Drums and Guns'da "öteki" Low albümlerinden pek farklı değil benim için.

Low albümünü indirip de dinlemediğim bir haftanın sonunda, bir akşam, İstanbul'un İzmit tarafına yakın bir kesiminde yaşayan babamın yanına gidiyordum. Otobüs tek tek yolcularını
indirdi, son durağa yaklaşırken otobüste bir tek ben ve sürücü kaldık. I Could Live In Hope albümü çalmaya başladı ve bir anda kendimi daha önce hiç tatmadığım, korku ve hüzün karışımı bir duyguyla başbaşa hissettim. Fear. Son durak, deniz kenarında, bomboş bir otobüs durağıydı ve yüksek, sarı yol ışıklarından başka hiçbirşey yoktu. Hava oldukça soğuktu. Aksi gibi telefonumun da şarjı bitti ve orada öylece kalakaldım. Kalakaldık. Low ve ben. Banka oturdum ve bomboş bir yola bakmaya başladım. İnsanın durumunu dramatize ederek kendini koskoca bir tiyatro sahnesine hapsetmesi durumunu yaşıyordum. Müzik öyle garipti ki o an dinlediğim şeyden nefret ediyordum ama bir şeyler beni next tuşuna basmaktan alıkoyuyordu. Cut. Hipnotize olmuş gibi dakikalarca o garip şarkı sözlerini dinleyip durdum. Albüm o kadar bütünlük içerisindeydi ki sanki şarkılar hiç değişmiyordu, üzerimdeki karanlık örtü her yanıma dolanıyordu. Neler düşündüğümü tam olarak hatırlamam elbette mümkün değil fakat kendimi daha önce hiç bir müzik albümüyle birlikte karanlık bir denize düşüyormuş gibi hissetmemiştim. Elbette insan bazen korkar, bazen hüzünlenir, bazen kahkaha atmak ister, bazen bağırmak ister, bazen nefes alamaz, bazen içi huzurla dolar. Ama bunların hepsi birden yaşanınca kalbiniz şişerek ağzınıza geliyor adeta ve işte o an neyin insana böyle bir müzik yaptırabileciğini
merak ediveriyorsunuz. Slide. Sarı ışıklara baktım dakikalarca, gözlerimi kıstım; sarılar çizgi haline geldiler. Nefes aldım ve ciğerlerim buz gibi oldu. Güldüm ve denizle karışık beton kokusunu içime çekip karşımdaki simsiyah denize bakmaya devam ettim. Sanki arkamda beni izleyen birileri varmış gibi geldi, bakmaya korktum. Sonra beynimde gitarlar yankılanmaya başladı. Lullaby. Sanki sonsuza kadar orada kalacakmışım gibiydi herşey, kimse gelmeyecek. Koskoca dünyada bir ben kalmışım ve bomboş banklar. Sea. Bir de deniz. Down. Kendi kendime sarıldım, kendi kendime karşı sessiz kalarak avuntu buldum. Drag. Kendimi olmayan şeylere yenik düşmeye hazır gibi hissettim ve gelip beni birşeylerin alıp götürmesini beklemeye başladım.

Babam dakikalar sonra geldi; arabaya biner binmez kusar gibi ağladım. Albümü bitirmeyi başarsaydım neler olacaktı acaba, daha ne hayaller görülecekti. İlk defa bu albüm ile "bunlar nasıl insanlar?" diye sordum. Evli bir çift ve bir basçı olduklarını öğrenince ise daha da karmaşık
bir hale geldi herşey. I Could Live In Hope grubun ilk albümü. Evli iki insan neler yaşar da böyle şarkılar besteler, böyle az ama garip ve hüzün-korku dolu sözler yazar? Ne gördünüz, ne işittiniz, kim sizi acıttı bu kadar? Nasıl böyle bir albüm yapabildiniz, nasıl böyle bir albüm yaparken benliğinizden hiç bir şey kaybetmediniz?

İşte, Low'un gizemi bu sorularda ama en çok da müziğinde yatıyor.

Sanatçı: Low
Albüm: I Could Live In Hope

Şarkı listesi:
1- Words
2- Fear
3- Cut
4- Slide
5- Lazy
6- Lullaby
7- Sea
8- Down
9- Drag
10- Rope
11- Sunshine

DOWNLOAD.
























Hayatımda belkide hiç görmeyeceğim,tanıyamayacağım insanların yaptıklarıyla hayatımı derinden etkileyebilme ihtimalini düşünüp korkarım. Sık sık tedirgin olurum. Ama bu bir yandan yarattığı tedirginliğe tezat güven verir. Bu insanların düşüncelerini kendime yakın bulursam bilmediğim bir yerde dahi olsa varlıkları beni mutlu eder. Bir yandan da kıskanırım. Oldukları yeri,ordaki insanları,şarkılarında yansıttıkları her duyguyu yaşamalarına sebebiyet veren tüm çevresel faktörlerinden uzak oluşumu.

Filmlerdeki sahnelerin nabızlarına göre şerbet niteliğindeki fonlarını hep kıskanmışımdır,kıskanmışızdır hepimiz. Kafamızda, yaşadığımız sahnelerin arkasına koyduğumuz kendi müziklerimiz ve onlardan oluşan bi soundtrack vardır muhakkak. Ve ne zaman herşeyi masanın üstüne koyup düşünmek istediğimizde playlist bellidir. İşte 'benim hayatımın bi soundtracki olsa..' diye başladığımda hep aklıma ilk Slowdive gelir. Bir şehirden diğerine geçerken yaşadığım en büyük tıkanmaların,boğazımdaki yanma hissinin sabihi hep onların kulaklığımdan gelen sesidir. Ve yine onları dinlerken aklıma gelen anlar hep hayatımdaki en güzel,en samimi,en hüzünlü en 'ben' anlardır. Yine bundan dolayıdır ki ben Slowdive'ın müziğinden korkarım.

Gelmiş geçmiş en iyi shoegaze albümü olduğunu düşündüğüm,çoğu kişinin ve müzik otoritelerinin de benimle hem fikir olduğu 'Souvlaki', içinde hiç bir şarkının atlanmadan dinlenebildiği, Winamp'te bir şarkının diğer şarkının üstüne alınması suretiyle yer değişimine gerek bırakmayacak şekilde eşit güzellikte ve yoğunlukta şarkılarla dolu bi albüm.Ki grubun diğer albümlerinin arasında kolayca sivrilebiliyor. Atmosferik havası ve bu havayı destekleyici -genellikle Rachel Goswell'e ait- şarkı sözleriyle öyle olmamasına rağmen sanki bir konsept albümmüş resmi çiziyor.Sadece müzikleriyle konsept bi albüm sayılabilecek bir hikaye baştan sona..

Alison'ın klibini izlediniz mi bilmiyorum.Ama ben yüzlerce kez izledim. Ve her defasında aynı zamanlarda okumayı sökmeye çalışan küçük bir çocuk olduğumu içten içe bilmeme rağmen o parti görüntülerinde kendi yüzümü aradım. Eskiden, okumayı sökmeye başlamadan bile önce video kliplerde çekilenlerin insanların doğal,gerçek hayatlarından görüntüler olduğuna dair inancımı tekrar yaşamaya başladım.Ve o klipteki insanları kıskandım bu kez,onlardan 14 yıl ve binlerce kilometre uzaktaydım.

Yeni indirilen albümleri ilk dinleyişimde sindiremeyip beğenmeme huyuma karşılık Souvlaki'yi ilk dinleyişimde nadiren kullandığım repeat tuşuna tıklayıp yatağıma yattım. Bahsettiklerini düşündüm. Benden bahsediyorlardı. İşin ilginci kendilerini dinleyen pek çok yakınıma da böyle hissettiriyorlardı.

Sanatçı: Slowdive
Albüm: Souvlaki

Şarkı listesi:
1- Alison
2- Machine Gun
3- 40 Days
4- Sing
5- Here She Comes
6- Souvlaki Space Station
7- When The Sun Hits
8- Altogether
9- Melon Yellow
10- Dagger
11- Some Velvet Morning
12- Good Day Sunshine
13- Missing You
14- Country Rain

DOWNLOAD.
























Gelelim Homesick For Space'e. New York'lu grubun ilk albümü Unison, 2003 yılında yayınlanmış, pek gürültü koparmadan belirli bir kitlenin beğenisini kazanmıştı. Slowdive ya da Low kadar eski ve kült olmasalar da, hissettirmeden gelip içimize süzülen, orada yuvasını yapan ve saldırmak için doğru anı bekleyen bir müziğin yeni Mesih'i diyebiliriz Homesick For Space için. Keza benim nezdimde de durum pek farklı değil; Homesick For Space hayatıma ne zaman girdi, derimin altına hangi ara yerleşti, kanıma nasıl karıştı, hiç bilmiyorum. Ama bir gün uyandım, içim boştu, tıpkı Gregor Samsa gibi hissediyordum ve kabuklarım arasında bir Homesick For Space şarkısı, Echo Of Your Eyes, yankılanıyordu; zehirleniş hikayem budur. Ama Homesick For Space zehrinin üzerinde durmak, bu farklı kimyasalı etüd etmek icab ediyor.

Evvela şunu söylemekte yarar var; Unison'ın çıktığı yıllara hakim olan emo rüzgarının Homesick For Space'i de etkilediği tartışmasız bir gerçek. Ama buradaki emo'dan kastımız elbette ucuz ve arabesk bir duygusallık değil. Filhakika, yoğun, karanlık ve karanlık olduğu kadar mat renklerle bezenmiş bir yapıdan söz ediyorum. Bu etkiyi akustik gitarlarda ve vokallerde gözlemlemek mümkün olsa da, Homesick For Space'e bu yoğun duygusal kimliğini katan primer öge hiç tartışmasız ki piyano. Albüme de adını veren, açılış şarkısı Unison'ın ardılı Drop Your Mask'te, piyanonun oynadığı role bizzat şahit oluyoruz. Ama grubun tek alamet-i farikası bu değil elbette, vokalin nasıl olduğuna değil de, ne olduğuna dikkat ettiğimizde, zekice yazılmış ve acıyla örülmüş şarkı sözleri, Homesick For Space'in içimize yaptığı o sessiz sedasız yolculuğun en önemli adımları oluveriyor birden. Hiç şüphesiz ki bu minvalde akla gelen ilk örnek, Oh,How You Shine olacaktır. Çok uzun, çok komplike, çok şiirsel sözlerden bahsetmiyorum, hayır. Yalın, direkt ve samimi birer Garcia Lorca şiiri saklı sanki her şarkıda; yoksa dört mısrayla insanın içine işleyebilir miydi Echo Of Your Eyes, ya da Skeletons On The Sill'deki üç cümleyle anlatılır mıydı eve güneş ışığının dahi girmediği ve hiç bir şeyin ve hiç kimsenin dışarı çıkmadığı o yalnızlık günleri?

Şu bir gerçek ki, Homesick For Space dümdüz bir yoldan, içsel bir yolculuğa çıkarıyor dinleyiciyi Unison ile. İnsanın ruh halini radikal bir şekilde değiştiren o albümler gibi değil Unison, bir şeyi gösterme, bir konu üzerinde durma gibi bir derdi yok, sadece anlatıyor ve anlatımıyla ruh halinizi değil, benliğinizi, kimliğinizi değiştiriyor; üstelik bir kere değil, neredeyse her dinleyişte, gizli dünyanızın ya da geçmişteki bir anınızın kapısını açıveriyor.


Sanatçı: Homesick For Space
Albüm: Unison

Şarkı listesi:
1- Unison
2- Drop Your Mask
3- Sink Or Swim
4- Oh,How You Shine
5- Across This Barren Sea
6- Skeletons On The Sill
7- Echo Of Your Eyes
8- In rapture
9- Sins Defined
10- Smoke And Steam
11- Convictions

DOWNLOAD.

2 mırıltı.:

Anonymous said...

Belki Sezen Hanım'a sormam daha uygun olur ama burası üzerinden de ilerlemem pek abes olmayacak kanaatindeyim. Low'dan Alan Sparhawk'un son projesi Retribution Gospel Choir'den haberiniz vardır muhakkak. http://www.retributiongospelchoir.com/ da 2 şarkıyı dinlemek mümkün fakat kalitesi tartışılır. Daha iyi bir kaynak gösterebilir misiniz?
Tabii tatil dönüşü, güzel bir gün batımından sonra ayağınız ağrımaz ve şikayet etmezken.

Anonymous said...

yunus'un şiirleri ya da demeleri gözüme hep basit görünmüştür; sanki herkes, istese böyle dörtlükler çiziktirebilir, ne olur ki bundan gibi.. kimse yazamazdı tabi. muhteviyatının derinliği vardı bir kere, ve basitliğin inanılmaz uyumu. hiçbir zaman ağdalı değildi eserleri. öyle ki ilk okul sıralarında bile ezbere bilinir ve sevilirdi. yunus'u özel yapan da tam da işte buydu. mukaddesiyatını bir kenara bırakırsak aynı yüklemeleri bire bir low için yapabilirim. i could live in hope öyle bir albüm ki şarkılar bazen 3 riff'ten müteşekkil, bazen sadece bir cümlelik liriklerden mütevellit. albüm isimleri bile hep tek isimlik. alabildiğine ve olabildiğine minimal.. tüm albümün üzerine sinmiş bir uyuşukluk var. tıpkı yunus'un şiirleri gibi "ben de low'unki gibi şarkılar üretebilirim" diyorsun, olmuyor tabi. olmasına da gerek yok bir yerde. çok naif bir albüm, öyle de kalmalı diye düşünüyor insan. diğer low albümleri böyle değil, ya da daha rafine bir söylemle i could live in in hope diğer albümler arasından en temayüz edeni.
öte yandan, türleri açısından bir üçleme olmasa da diğer iki albümle, evet, ötenazi kısmına en uyan albüm bu olurdu üçü içinden..