20100127

Senin Hikayen.
























Sen hatırlamıyorsun ama reklam filmi müziği eşliğinde dans ederken 18 aylıktın; annen ve babanın reklam kuşağını sevmesine neden olmuştu bu dans, eve gelen herkese muhakkak gösterilirdi, "müziğe yatkın olacak bu" imasıyla elbette. Eve gelen misafirlerden sonra annen ve baban da sıkıldı, sen de daha eğlenceli şeyler keşfettin, tüm oyuncaklarını ağzına sokmak gibi. O dansından ilkokul yıllarına kadar bir daha müzikle hiç bir alakan olmayacaktı, ilkokulda ise sana öğretilen marşları, izci şarkılarını ve en çok da melodileri çok çabuk algılanabilen hafif müzikeri dinleyecektin. İlk idolün Michael Jackson'dı ama daha o zamandan gelen bir alışkanlıkla popüler olandan soğuyacaktın, işin komiği bunu yapan tek kişi olduğuna inanmandı, bu şekilde kendine bir özellik payesi biçmiştin. Herkesin aynı yola başvurduğundan haberin yoktu.

O zamandan edindiğin ve hayat boyu kurtulamayacağın bir alışkanlık da Türkçe sözlü müziğe veba muamelesi yapmandı. Ev temizlerken bir türkü mırıldanan anneni diğerleri gibi görecektin, zorla götürüldüğün düğünlerde baban yarı sarhoş halay çekerken ondan utanacaktın. Senin amacın öğretmenin çocuğu gibi olmaktı, ortaokula geçince sen de onun gibi olacak bütün ilkokul öğrencilerini kendine hayran bırakacaktın, onun dinlediği müzikleri dinleyecek, saçlarını onun gibi yapacak, onun gibi giyinecektin.

Sahiden de ortaokula başlayıp o çirkin üniformayı giydiğinde bütün ilkokul öğrencileri sana hayrandı ama senin amacın onları değil, karşı cinsi etkilemek olmuştu. Metallica ve Slayer dinliyordun, Megadeth'in ismini Megadeath olarak yazmıştın yeşil asker çantasının üzerine tükenmez kalemle ama olsun, nasıl olsa kimse anlamıyordu. En ufağı üzerine bir beden büyük gelen t-shirt'leri almak için babanla kavga etmiştin, en sonunda bir şekilde kabul ettirdin ama baban seni o halde görünce "Ne bu hal" diye bağırmış, sen yatağında cinselliğinin abecesini öğrenirken annenle uzun uzun konuşmuştu, endişeliydi. Oysa sen dinlediğinin ne olduğunu herkes bilsin istiyordun, herkes diğerlerinden ne kadar farklı ve özel olduğunu anlamalıydı. T-shirt'ler bir başlangıçtı ama bir süre sonra zaten herkesin Metallica dinliyor olduğunu fark etmeye başladın, sana kalırsa hepsi senden özenmişti. İlk başta hoşuna gitmişti, doğru yolu gösterdiğini düşünmüştün ama sonra özelliğini kaybedeceğini düşünerek "Metallica bozdu" demeye, dinleyicilerinin bunun farkında olmadığını söylemeye başladın. Onlardan farklı olduğunu kanıtlamak için dinlemesi daha zor müzikleri tercih etmeye başladın. Ah, ilk brutal ve scream vokali duyduğunda tahammül edememiştin duyduğun şeye ama olsun, değerdi.

Liseyi black metal ve death metalle geçirdin, dinlediğin müzikler sertleştikçe tavırların da sertleşiyor, giydiklerin ve saçların diğerleri tarafından daha katlanılamaz bir hal alıyordu. O lanet saçların ve serseri kıyafetlerin yüzünden babanla kaç defa kavga ettin, annen kaç defa araya girdi, sen onlardan her seferinde daha çok nefret ettin, 20 sene sonra gırtlak kanseri olacak Danimarkalı bir adamı daha çok severken. Ama hayatın boyunca peşini bırakmayacak o lanetle bir kez daha karşılaştın: tek değildin. O yüzden saçlarından da, kıyafetlerinden de vazgeçtin, Satanizm'e inanmayı aptalca bulmaya başladın çünkü bir Tanrı yoktu. Bu yüzden din bilgisi öğretmeniyle kavga eder, onu alt ederek dinin kalbine çelik bir bıçak saplayacağına inanırdın. "Ben bütün kitapları okudum da söylüyorum!" en sık başvurduğun yalandı, Küçük İskender'den ve Penguen'den başka hiç bir şey okumuyordun. Hayatın ne kadar renksizse, kıyafetlerin bir o kadar renkli olmaya başlamıştı. Pantolonların bollaşmış, çizmeler yerini adidas'a bırakmıştı, yeni kimliğin alternatif metaldi. Karşı cinsle olan tüm iletişimin bocaladığı, asla yeterince sevilmediğin ve içindeki o doymak bilmeyen beğenilme arzusunu bir türlü doyuramadığın için arada mebzul miktarda Anathema ve Tiamat dinlemekten de geri kalmıyordun. Zamanla bu hüzün ihtiyacını emo'dan gidermeye başladın; t-shirt'lerini değiştirmesen de pantolonun daralmış, saçın düzleşmiş, adidas'ların Vans olmuştu.

Üniversiteye başlayınca internette daha çok zaman geçirebilir olmuştun, her ne kadar diğer ev arkadaşların son derece gereksiz aktivitelerle internet hızını düşürseler ve bu çoğu zaman büyük kavgalara yol açsa da yat artık diyen bir baba ve müziğin sesinden rahatsız olan bir anne yoktu. Ekşi Sözlük'ü ve mp3'ü keşfettin, ardından da arkadaşlık sitelerini, sosyal network'leri. Artık üniversitede okuduğun için büyüdüğünü düşünmeye başladın, alternatif metal çocukların dinlediği bir müzikti, herkes zaten emo dinliyordu ve emo'yla dalga geçmeye başlamıştın bile, bol ve renkli kıyafetlerle komik gözüktüğünü nihayet idrak edebildin. The Smiths, The Cure, Leonard Cohen, Tom Waits dinlemeye başladın, hiç birini asla sevmedin, sevemedin ama bunu kimseye itiraf edemedin. Kötü müziğe tahammül etme sınırların genişlediğinde CocoRosie, Xiu Xiu gibi gruplarla tanıştın; ikrah ettiğini yine kimseye itiraf edemesen de evde olmadığın zamanlarda açtığın müzikle Last.FM'de büyük bir Xiu Xiu hayranı portresi çizebilmiştin.

İnternetin en güzel yanı buydu, olmak zorunda değil, görünmek zorundaydın. Müziği dinler görünmek için dinlemene bile gerek yoktu, bir şeyi bilir görünmek için bilmene de. Yine babanla ettiğin kavgalardan sonra onu bir dijital fotoğraf makinası almaya ikna ettin, görünme çabalarına görüyü de soktun. Deviantart'ta sergilediğin fotoğraflar bir süre sonra Facebook'a yüklenecekti. Güzel gözükmediğini düşündüğün binlerce fotoğrafı 0 ve 1'lere ayırırken nadir bir kaç tanesini herkesle paylaştın, paylaştıklarınla flört ettin ama daha fazla ileri gidemediniz. Zaten sen de internetten sıkılmaya başlamış, Facebook hesabını dondurmuş -kıro kaynıyordu ve herkes oradaydı- hayatın dışarıda olduğunu keşfetmiştin bile.

Daha fazla dışarı çıktığın ve artık müziğini internette dinleyemeyeceğin için yeni bir çözüme muhtaçtın. Babanla yine günlerce kavga edip teknoloji ve müzik aşkı gibi argümanlar kullandıktan sonra bir iPod'a kavuştun. İki gün sonra bir şekilde çizecek ve 5 ay sonra yenisini almak için "eskidi, daha iyi modeli çıktı" gibi argümanlar hazırlamaya başlayacaktın. Öte yandan harcamaların ayyuka çıkmıştı, daha fazla dışarı çıkmak demek daha fazla pantolon, daha fazla t-shirt, daha fazla ayakkabı demekti. Aynı renk ve aynı model olan 3 tane ayakkabın varken yenisini aldığın için baban kredi kartını iptal etmeseydi daha mutlu olabilirdin. Zaten bir süre sonra pahalı markaların modası geçmişti; tahammül edemeyeceğin müzikler dinlemek yerine geçmişin o kadim ve kadife müziğini dinlediğin barlarda ve konser salonlarında ikinci el kıyafetlerle ya da ebeveynlerinin eskileriyle salınıyordun.

Geçmişten geleceğe yaptığın geniş adımlı sıçrayışla elektronik müzik dinlemeye başlaman da uzun sürmedi. Her zamanki gibi iPod'unun içindeki "genre" kısmının yoğunluğuna uygun olarak kıyafetlerin de değişti. Neden bilinmez, Bizimkiler'deki Kapıcı Cafer'in masa örtüsü niyetine kullandığı siyah kırmızı kareli kumaşı gömleğinde, eteğinde, montunda kullanmaya başladın. Vücudundaki tüy oranı gözle görülebilir bir şekilde artarken sen daha güzel olduğuna inanıyordun. Anlamsız bir biçimde analogu över, iPod'a bu kadar bağlıyken kasetleri ve plakları fanatikçe savunurken dijital fotoğraf makinesinin yerini de önce Canon A1, sonra Holga alıyordu. Geçmişe ait duyduğun bu tanımlanamaz obje fetişiyle, ilkokulda hesap makinesi ve entegre infraredi yok diye burun kıvırdığın Casio saatini de şimdi haftalığının yarı fiyatına alıyordun.

Bir süre sonra modayla ilgili bir blog açtın ama twitter'ın daha az emek istediğini anladıktan sonra blog'dan sıkıldın. Facebook hesabını tekrar aktif hale getirdin, Farmville oynarken artık neo-classic dinliyordun; dışarı çıkmaktan da vazgeçtin, hepsi çocuk gibi davranan aptallardı, senin kadar bilgin ve olgun değillerdi. Dışarı çıktığın nadir zamanlarda giydiğin kıyafetler de klasikleşmeye başladı, elbiseler ya da süveterler, en sonunda büyüdüğünden tamamen emindin. Eski filmleri seyrettiğini söylemek için o katlanılmaz Casablanca'ya bile katlandın, Gone With The Wind'i dilinden düşürmedin, Chelovek S Kino-apparatom'u bulmak için harcadığın zamanı Felsefe Taşı'nı bulmak için harcasaydın eminim ki şimdi evinde altın üretiyor olurdun. Bir kaç dergiye sinemayla ilgili yazı gönderdiysen de geri dönmediler, yine de sen film festivallerini hiç kaçırmadın. Konserlere gittiğin gibi film festivallerine gitmeden önce de saatlerini ayna karşısında geçirir, göze batmak için elinden gelen her şeyi yapardın. Çoğu kişi sana bakıp gülerdi, kıskançlıktan olduğunu düşünürdün. Kimse senin gibi değildi, olamazdı da, hakkında ne söylüyorlarsa hepsi sana duydukları haset yüzündendi.

Günün birinde bir yerlerde hikayene rastladın, başkasınınkiyle karıştırdın.

20100123

Ólafur Arnalds - Dyad 1909






















Bundan tam 2 yıl önce, yılbaşını nasıl geçireceğimizi planlıyor, yeni yılla ilgili hatırlamayacağımız değişiklikler planlıyor, tutmayacağımız sözler veriyorduk; hiç bir şey farklı değildi. Bundan tam 2 yıl önce Ólafur Arnalds'ın ilk albümü Eulogy For Evolution menşeili ses dalgaları kulağımızdan içeri giriyor, üç ufak kemikciği titreştiriyor, oradan beynimize ulaşıp ruhumuzu koyu kırmızı bir renge boyuyordu.

Hiç bir şey yine farklı değil 2 yıl önceden; Arnalds’ın ilk albümünün çıkışından tam 2 yıl sonra bu sefer yeni bir kaydın ses dalgaları var kulağımızda ve ruhumuz sulu boya yaparken fırçayı temizlediğimiz o bardaktaki su gibi rengarenk. İlk albümüyle ne olacağını usulca fısıldamış olan Ólafur Arnalds, en sonunda ne olduğunu gümbür gümbür haykırıyor Dyad 1909 ile; kendi halinde beste yapan ve bu besteleri kısıtlı bir kitleyle paylaşabilen bir müzisyenin Wayne Mc Gregor gibi ünlü ve mühim bir koreografın yeni oyunu için besteler yapan bir müzisyene dönüşmesini keyifle ve biraz da gururla izliyoruz.

Dyad 1909, bir sahne performansına eşlik edecek müziklerin toplandığı bir albüm. Viğ Vorum Sma..., Lokaou Augunum,3326 gibi aşina olduğumuz eski Ólafur Arnalds eserlerinde hem Arnalds’ın var olanı değiştirmekteki başarısına hem de çalıştığı prodüktörün ona kattıklarını görmek umut verici. Albümle ilgili bir diğer cezbedici nokta ise, albümün yapım aşamasının çeşitli sosyal platformlarda neredeyse adım adım irdelenmiş, sıfırdan varoluşuna kadar geçen zamanın sergilenmiş olması.

("Dergi yazısı" formatına göz kırpan yazılarımı buraya taşımamaya çalışsam da bu seferlik bir istisna yapabileceğimizi düşünüyorum. Yazı bant'ın Ocak-Şubat 2010 sayısında yer aldı.)


Sanatçı: Ólafur Arnalds
Albüm: Dyad 1909

Şarkı listesi:
1- ...og lengra
2- 3326
3- Brotsjor
4- Fra upphafi
5- Lokaou Augunum (Dyad 1909 Version)
6- Til Enda
7- Viğ Vorum Sma... (Dyad 1909 Version)


DOWNLOAD.

20100119

Álfheimr - These Songs We Sing Will Fade To Silence
























Ortalama 80 kilogramlık et yiyen bakteriler olarak yaşadığımız bu dünyada, en hızlı ve en çabuk tüketilen sanat dalı olan müziğe dair kavramların etlerini kemirdiğimiz, ortada bir kaç parça kemik, tırnak, diş ve saç teli bırakıp daha da şişkin bir vaziyette yolumuza devam ettiğimiz malum. Her bir organından tutup çekiştirmeden, dişlerimizi derisine geçirmeden önce "indie" kavramı da bir janrdan fazlasıydı. Bugünlerde düşük tempolu, yumuşak geçişli, basit akorlu ve düşük oktavlı bir müzik janrı olarak tanımlayageldiğimiz indie, kıpkırmızı yanaklara sahip olduğu vakitte plak şirketlerinden bağımsız müzik yapan idealist bir müzik akımını temsil etmekteydi. Punk'ın o meşhur "do it your self" öğretisinden geldiğimi defaatle dile getirmiştim, dumanı üzerinde tüten bir yazıyla müzik endüstrisine yaklaşımımı da çok net bir biçimde dile getirdim; hal böyleyken bağımsız -indie- sanatçılara özel bir alaka besliyor olmam da normal.

Álfheimr, Özgürlükler Ülkesi'nin en batısında yaşayan Madison'ın projesi. These Songs We Sing Will Fade to Silence albümünü kendi başına çıkarmış Madison, albümün her aşamasıyla bizzat kendi ilgilenmiş. Bu yüzden öznellik kokuyor bu albüm bir hayli ve ben bu yüzden seviyorum böyle albümleri. Evet duyduğumuzda aklımızın yerinden oynamasına sebep olacak denli karmaşık bir müzik vaad etmiyor bu albüm, bir müzikal dehayı işaret eden besteler içermiyor ya da plak şirketlerini peşinden koşturacak bir yenilik de taşımıyor ama fena halde insan kokuyor işte. Öte yandan elektronik bazlı müziğin artık çocuk oyuncağı olduğu ve hominidae familyasına dahil olan her canlının rahatlıkla elektronik müzik yapıp Urban Outfitters yahut American Apparel'dan da alış veriş yapmayı ihimal etmeyerek kendine sanatkar dediği şu zamanlarda Álfheimr'in müziği itinayı sonuna kadar hak ediyor.

Lakin Álfheimr'i mütena bulduğum esas husus müziğinden ziyade söylemleri. Albümünü bedava paylaşan Madison, dijitalize edip .rar dosyalarına sıkıştırdığı ilhamının yanına bir metin dosyası ekleyerek dinleyicisiyle tek taraflı bir iletişime geçmiş. En mühimi, müzik için para verilmesi gerekliliğini reddettiğini fakat dijital gitarlar kullandığı bu şarkılar yerine gerçek gitarları kullanarak müzik yapma arzusuna ulaşmak için bir gitar almak istediğini, bu yüzden de yardımların müziğine ne kadar katkıda bulunacağını vurgulamış. Nazar-ı dikkatimi celbeden bu metni okuduktan sonra Madison'ın MySpace'ine girerek fikr-i takipte bulunmak istedim; bir dinleyicinin sahiden de Madison'ın ihtiyacı olan gitarı alması için ona yardımda bulunduğunu görmek bir hayli hoşuma gitti. Bu samimiyet, yakınlık, açık sözlülük o kadar arzuladığım bir şey ki, hiç de adetim olmadığı şekilde Madison'a mesaj atarak konuşmak istediğimi söyledim. En nihayetinde Limbo Pillow için de bir ilk olacak biçimde ufak çaplı bir röportaj yapmaya karar verdik. Dünyanın diğer ucundaki bir adamın yaptığı müzik bu noktadan sonra annesinin kek sevgisi yüzünden dişil bir isme sahip olan sınıf arkadaşımın, iş arkadaşımın müziği oluverdi.


d.e.: Melodiler kafamızın içinde dönüp duruyor, bazen parkta oturup insanları izlerken bazen işte ya da dersteyken sonra da bir şarkı haline geliyor. Bu albümdeki şarkılar nasıl oluştu, işte ya da okuldayken mi?
Madison: Albümü kaydederken çalışıyordum, açıkçası okula gidecek param da pek yoktu. Ama şarkıların çoğu uyumadan hemen önce ortaya çıktı diyebilirim. Albümün neredeyse yarısı, uyumadan hemen önce not defterime karaladığım fikirlerden ya da melodi parçacıklarından müteşekkil.

d.e.: Tüm bu finansal problemlerle boğuşurken ve iş rutinine hapsolmuşken böyle dolu bir albüme imza atmak zor olmadı mı?
Madison: Albümdeki tüm kayıtları ben gerçekleştirdim, mixing ve mastering'ini ben yaptım; albüm için gerçekten çok düşük bir bütçeyle çalışmak zorundaydım. Şarkılarla ilgili bazı fikirlerim vardı daha evvel ama bir anda gelen bir ilhamla her şeyi tek bir fikir çerçevesine oturtmaya karar verdim. Gelişigüzel bir şekilde oldu her şey ama ortaya çıkan sonuç da beni memnun etti, ben de üzerine gittim.

d.e.: O halde bir amacın, bir sebebin vardı. Neydi bu?
Madison: Evet, tuhaftır ki bir amacım varmış gibi hissediyordum, sanki yapmam gereken bir şeyi yapıyormuşum gibi. Hiç bir zaman kelimelerle aram iyi değildi, galiba albümün duygusal çıkış noktası tamamen buydu.

d.e.: Peki esas amaç ne, varmak istediğin nokta? Dünya turuna çıkmak mı, rock-star olup milyonlar kazanmak mı?
Madison: Müziğimin şimdiki halinden daha popüler olabileceğini sanmıyorum, olsa bile bu çok büyük bir sürpriz olurdu. Ama internet üzerinde oluşan bir dinleyici kitlesi var; Japonyadaki, Macaristandaki, Türkiyedeki insanların müziğini dinleyip bundan etkilenmesi bile başlı başına büyük bir olay.

d.e.:Son olarak; insanlar genelde bahanelerin arkasına saklanmayı tercih ediyor. Bir şeyi yapmak için zamanın yeterli olmadığını, imkanların kısıtlı olduğunu söyleyip hayalet gibi yaşıyorlar. Sen tam zıddını yapıyorsun, nedir bunun sırrı?
Madison: Kısıtlamaları bir özgürlük olarak görmek lazım. Tüm bu gündelik zorunlulukların yaratıcı bir yanı var. Kişisel meselelere gelince, bu da zaten kullanman gereken bir şey.


Sanatçı: Álfheimr
Albüm: These Songs We Sing Will Fade To Silence

Şarkı listesi:
1- Wasted Time, Part One: The Moon Says "I Love You"
2- Each Day We Pass is Borrowed Time
3- It Shouldn't Have Mattered
4- The Remnants of Our Shattered Lives Collide Like Glass on Glass
5- Hypnos & Thanatos (Breathing In, Breathing Out)
6- The Slow Approach to Midnight
7- Asleep and Falling There; Dead and Dying

DOWNLOAD.

20100116

Important Notice: Fuck You.
























It's been two years since I started to write about music, or hide what I have to say while I seem to write about music. This is not me blowing off candles, I'm past that. This is the moment I speak my mind, loud as hell and clear as crystal, after all the shit I've taken from record label spokesmen, angry pimps who define themselves as "artists", little people against so-called piratism, Blogspot and Rapidshare policies. So here's the naked, brutal truth with a 15 inch dong dangling between its legs:

The current market value of music industry is above 14 billion dollars. Less than eight companies have the lion's share, the same companies reigning over storage media, broadcasting, publishing, digital music. Compact discs were developed by one of those companies, Sony, more than 30 years ago. Since then, we've been using compact discs for data storage instead of cassette tapes. Compact discs are made of plastic and aluminium dust, the production costs are cheaper, recording is much easier and faster yet a compact disc was/is/will be more expensive than a cassette tape in the market. According to the simple economics, if a substitute commodity has cheaper production and storage costs, the market price is always cheaper. So why do we pay an approximate of $15 for an album published in compact disc format? It's simple: no matter the production cost or recording process, the corporate record label and compact disc manufacturer (meaning the same damn company) have their own fat share. Here's the cake graph printed on a $15 compact disc:

$6 - Record label's share
$4 - Retailer's share
$2 - Transportation and storage costs
$1 - Advertising and other expenses
$1 - Manager's share
$1- Artist's well earned money.

Let's make things a bit more fun. iTunes' yearly revenue is approximately 2 billion dollars with an estimated profit margin of 15 to 20 percent. Now why do we pay Apple? Apple doesn't publish music, it certainly doesn't act as an agent, advertising and broadcasting are minimal at best, storage and operating costs are estimated to be $0.05 for a $0.99 song which equals to 5%. Give me one simple explanation why I should give 10% of my money to a company I have NO real business with. The hype slaves are attached to the overpriced iPods because they are paying for the brand, the identity they are willing to show off. The same people talking about the unnecessity of material things, the same people watching fast-food anarchy documentaries, the same people who think they are so different than the others, the same people listening to the mp3 of a band singing about the anti-capitalist movement while being signed to the biggest record label in the world. Just because the hype slave douchebags could find their identities at last by owning an overpriced inferior mp3 player with an oh so fucking minimalistic design, Apple earns 15% of a song. Who exactly is the fucking pirate now?

On the other hand, the tip-top of the food chain gets all the money while the others are chewing on bread crumbs. Bruce Springsfield can sing all day about white butt freedom and Bono can go to every black corner of the Earth but in the end of the day they are the ones riding their Jaguars, throwing parties and sniffing coke in their mansions with helipads and tenis courts. The other artists are left alone with their ten-percenter agents, genius producers, concert promoters and organizers.

Agents, music award broadcasters, big shot magazine editors, concert organizers, sponsors, record labels, merchandisers, digital music percenters; they're the fox waiting for the crow to sing. Music is not an industry, it's not a piece of cheese in the crow's beaks. This can very well change by doing what they call piratism. Don't give your money to people who have taken absolutely no part in the music you listen to. Instead, I urge you to donate money to artists, just throw in a one dollar bill and you're pretty much giving the same percentage of a $15 cd. Give your money to people who deserve it; the ones who feel, the ones who compose and perform.

Find Dulcinea, trick Sancho Panza, grab a stick and sharpen it. Rest will definitely follow.

20100108

2009; En İyi 20 Albüm.

Geride bırakılan senenin en iyi albümlerinden ya da filmlerinden ya da konserlerinden bahsetmek ilk kimin fikriydi, bilmiyorum. Fikrin özünde ne gibi bir amaç mevcuttu, bilmiyorum. Tek bildiğim şey bunun artık ritüelleşmiş bir eski yıl geleneği haline gelmiş olması. Bu açıdan bakınca da ortaya fazlasıyla eğlenceli bir şey çıkıyor. Yılın bir döneminde karşılaştığım herhangi bir albümü dinlerken örneğin, o albümün yıl sonunda kendimce karalayacağım bir en iyiler albümünde aşağı yukarı hangi sıraya düşeceğini tahmin etmeye çalışmak bile başlı başına bir haz kaynağı. Eh, bir de bu listeyi kişisel beğenilerin törpülenmesiyle ortaya çıkmış ve ilgilisinin de ilgisini bu şekilde çekmiş bir mecrada yayınlamak söz konusuysa eğer, ilgilinin -ekseriyetle namevcut- en iyiler listesiyle bir mukayese işine girmesinin de eğlenceli olacağını düşünmekteyim. Öte yandan, tembellikten ya da kimbilir hangi nedenden ötürü bu blog'da yer almayan albümler hakkında iki kelam etme, bir de download için link sıkıştırma fırsatının da dahliyle, işte benim sandalyemden 2009'un en iyi 20 albümü:


20) Russian Circles - Geneva
Russian Circles hayatımıza Enter gibi karavana şarkı bulmanın pek zor olacağı bir albümle girdi. Genelde bu tip kusursuz albümlerle sahneye çıkan grupların önündeki en büyük engel, attıkları ilk adım olur. Ne yazık ki Station bu korkunun çalılıkta kırmızı ışıklar saçan gözleriydi;Geneva'da sivri kulakların da belirginleşmeye başladığını görüyoruz. Russian Circles dinleyicisinin yüksek beklentilerini tam anlamıyla karşılayamamşı; Enter'la mukayese edilmesi güç bir albüm olsa da, muadilleri arasından sıyrılmış, listede yer almayı hak etmiş bir albüm olduğunu düşünüyorum Geneva'nın.



19) Maybeshewill - Sing The Word Hope In Four-Part Harmony
Maybeshewill Japanese Spy Transcript gibi herkesi büyüleyen bir albüme imza attıktan sonra kendi formüllerini tekrar edip 65daysofstatic gibi fabrikasyon işler yapmak yerine müziklerini bir deneme-yanılma işlemine tabi tuttular. Elektronik ögelerin yerini çınlayan drone'lara ve metal riff'lerine bırakmasının son halkası olarak görebiliriz Sing The Word Hope In Four-Part Harmony'yi. Öte yandan deneyselliğin, her yemekten bir kaşık koyulan tabldot öğününden farklı bir noktaya değerlendirilmesi gerektiğini de unutmamak gerekir ki bu albümün daha üst sıralara uzanamamasının yegane açıklamasıdır.


18) Mono - Hymn To The Immortal World
İnsanlar sebepsiz yere -ya da çok salakça sebeplerle- salt müziğe değil, janrlara tanrı muamelesi yapıyorlar. Eğer adı post-rock olagelmiş janrı tanrı olarak ele alsaydık, peygamberlerinden biri olarak muhakkak Mono'yu gösterirdik. Belirli kurallar tebliğ etmiş ve bir "cemaat-i kâmil" haline gelmiş Mono Hymn To The Immortal World ile sinematografik bir müzik kavramı yaratmıştı. Şarkıların kendi içlerindeki hikayesi, teneffüsleri, süregelen hayatları Mono'nun neden "seçilmiş" payesine layık olduğunu açıklamaya yetiyor.



17) The Black Heart Procession - Six
Plak şirketi bulma sorunlarının sona ermesiyle birlikte açıklanan yeni The Black Heart Procession albümü şüphesiz senenin en heyecan verici havadislerinden biriydi. Ne var ki albümün kendisi, yarattığı heyecanın gerisinde kalarak şüphesiz senenin en büyük hayal kırıklığını yaşattı. Beklentileri denklemden attığımızda ise bir şekilde ruhumuza ulaşmayı başarmış bir albüm olduğunu söyleyebiliriz Six için. Çuval giyse yakışır kabilinden değerlendirebileceğimiz kişiler gibi gibi The Black Heart Procession'ı Gökhan Tepe coverlasa dinlenir kategorisinde değerlendirdiğim için, yarattığı tüm hayal kırıklığına karşılık Six'i mühim buluyorum.

16) Hildur Gudnadóttir - Without Sinking
Ayinesi iştir kişinin derler; son zamanlarda İzlanda'nın ayinesi işi değil, ismi olmuştu. Kavramları kurcalamaya pek meraklı yaramaz ve şımarık çocuklar kendini ya da başkalarını taklit ve tekerrür ededursun, şımarık çocukların oyuncağı olmayan Hildur Ingveldardóttir Gudnadóttir atmosferi kasavet yüklü bir ada ülkesinin müzikal dökümünü yapıyordu. Gudnadóttir'in çellosundan terk olan notalar keder verici, sert, kaldırılması güç gerçekler gibi ruhu örseliyor.




15) Katatonia - Night Is The New Day
Katatonia gibi geniş bir hayran (müşteri olarak okuyunuz) kitlesine sahip bir grubun üç sene gibi uzunca bir süredir herhangi bir satılabilir materyal üretmemiş olması işin finans yönüyle ilgilenenler açısından büyük bir gelir kaybı olarak nitelendirebilir. Öte yandan The Great Cold Distance gibi en hafif tabirle "boş" olarak nitelendirilebilecek bir albümden sonra grubun kozasını örüp üzerinde Night Is The New Day yazan parlak kanatlarla çıktığına şahip olanlarımız için üç sene gibi bir süre olsa olsa optimum koza istirahati olabilir.



14) Piano Magic - Ovations
Bir grup düşünün, 15 yıla yakın zamandır müzik yapsın ve tüm bu süre içerisinde hiç bir aşırılığa, saçmalığa adı karışmamış olsun, imza attığı 10 tane albümün içinde bir tane bile gereksiz nota, ilgi çekmek için uydurulmuş bir prodüktör süsü, yer doldurmak için gökten zembille inmiş bir fazlalık olmasın. Piano Magic hep aynı; aynı sadelikte, aynı samimiyette, aynı doygunlukta sakin sakin müziğini yapmaya, dinleyicisini memnun etmeye devam ediyor. Ovations çığır açma potansiyeli taşıyan akıl almaz bir albüm değil ama her Piano Magic işi gibi, olması gerektiği gibi bir albüm ve bu yetiyor.


13) Arms And Sleepers - Matador
Arms And Sleepers bundan 3 sene önce bir araya gelmiş bir grup ve bu grubun sadece 2009 yılında neşredilen bir ep, bir split, bir de stüdyo albümü olmak üzere üç adet neşriyatı var. Bir formül belirleyip o formül üzerindeki yol hatlarını takip ederek bir şeyler üretmek kolaydır ama ortaya çıkan şey bir süre sonra plastik kokar; Arms And Sleepers'ın hiç bir işinde etiket yok, zanaat ile ortaya çıkmış bir sanat var. Matador bu yönden güçlü bir albüm ama en güzel yanı, Arms And Sleepers'ın geleceğine dair ipuçları barındırıyor olması.



12) The American Dollar - Ambient One
Müzisyenlerin kendi eserlerini yeniden yorumlama ya da akustikleştirme girişimleri genelde kızartma tavasında kullanılan pis yağla yapılmış öğrenci yemeğinin tadını anımsatıyor. The American Dollar'ın kendi naçizane klasiklerini yeniden yorumladığı albüm Ambient One ise farklı tariflerin denendiği, farklı baharatların öne çıktığı, farklı tat dengelerinin hüküm sürdüğü yepyeni bir ziyafet.





11) Callisto - Providence
Sludge ve post-rock birbirleriyle dirsek teması içinde bulunan, zaman zaman birbirlerine tatsız el şakaları yapan janrlar. Callisto bu iki janrı harmanlarken yırtık brutal vokaller yerine duygusal temiz vokaller, çınlayan drone'lar yerine melodik riff'ler ve yer yer fusion tonları taşıyan bass'lar ya da üflemeliler gibi janr kırmızı çizgileri içinde yer almayan enstrümanlardan istifade ediyor. Providence bu üslubun kendini bulduğu ve olgunlaştığı bir albüm; gerek enstrüman hakimiyeti, gerek beste becerisi gerekse sözlerin hedefi çerçevesinde değerlendirilince Callisto'nun şimdiye kadar tartışmasız en iyi albümü olma niteliğinin yanı sıra senenin de en iyileri arasında.

10) Jeniferever - Spring Tides
Başka başka gruplarla mukayese edilerek ya da onlar üzerinden tanımlanarak geçen bir süreden sonra Jeniferever'ın kendi yörüngesine oturduğu albüm Spring Tides'ta grup adına müzikal bir devrimin yaşanmış olduğunu söylemek hata olur ama isteneni, bekleneni, hedefleneni vermiş olduğunu söyleyebiliriz. Gözümüzün önünde "çok iyi grup"lardan biri büyüyor beyler bayanlar, gözünüzü kırpmamaya, kulaklarınızı tıkamamaya çalışın.




9) Pelican - What We All Come To Need
Pelican'ın sene içinde çıkardığı Ephemeral, gereksiz olarak tanımlanabilecek bir ep idi. Peşi sıra gelen albüm, What We All Come To Need'ten sonra ise ep'nin iştah açıcı bir meze olarak masaya konmuş olduğunu anlamış olduk. Zira tadımlık bir şarkıyla kursağımıza oturmuş yumru, albümün ilk şarkısıyla beraber şeker gibi erimiş, açlığımız tavan yapmıştı. Pelican'ın enerjisinin farklı bir faza büründüğü albümün en fazla göze çarpan yanı kuşkusuz ki albüm kartonetinde adı geçen konuk sanatçılardı ki müzikal çeşnilerin geniş yelpazesini açıklamak için Aaron Turner, Greg Anderson gibi isimleri telaffuz etmek yeterli olacaktır.

8) Whitetree - Cloudland
İçinde yaşadığımız zamanın ve üstünde yer aldığımız zeminin en önemli bestekarlarından olarak gördüğüm İtalyan piyanist Ludovico Einaudi'nin Almanyalı electronica grubu To Rococo Rot elemanlarıyla birlikte oluşturduğu Whiteland, ilk albümü Cloudland ile sessiz sedasız bir şekilde filizlendi. Yan projeler genelde yapay gölet gibidir ama bu örnekte o göletin okyanus büyüklüğünde olduğunu söylersek abartmış olmayız; Cloudland alışıldığı üzere fevkalade notalardan müteşekkil besteler ve eşlik eden sade ama etkili elektronik aksamlar ile yılın en büyük sürprizi oluyor.


7) Nadja - Under The Jaguar Sun
Üretkenliğin tecessüm olduğundan ve Nadja isimli bir gruba büründüğünden neredeyse eminiz. Nadja bu yıl içinde tamı tamına 7 (yazıyla, yedi) işe imza atmış olsa da kanımca aralarında en fazla ön plana çıkan, Under The Jaguar Sun albümüydü. Biri drone'lardan ibaret soundscape'ler, diğeri de yine drone'ların ağırlıkta olduğu şarkılardan oluşan iki albümün birlikte dinlenmesi prensibi üzerine yapılmış Under The Jaguar Sun ile Nadja, Neurosis ve Rosetta'dan sonra benzer deneyi muvaffakiyetle gerçekleştiren gruplardan biri oluyor.



6) Balmorhea - All Is Wild, All Is Silent
Senenin henüz başında çıkmış yeni Balmorhea albümü All Is Wild, All Is Silent The Pit and The Pendulum'daki o gıcırdayan, ürkütücü sarkaç gibi koca bir sene boyunca üzerimizde sallanmaya, tam dik açıda vücudumuzun bir noktasını teğet geçmeye devam etti. Yıllardır beraber olduğun birinin gözlerinin içine bakıp aşık olduğun o ilk güne dönmek, aynı hissi taşımak gibi Balmorhea dinlemek; tüm o tanıdıklık hissine eşlik eden bir tazelik hali söz konusu. Albümün Machinefabriek, Eluvium, Helios gibi isimlerce remixlendiğini de hatırlatmak gerek.



5) Jesu - Infinity
Justin Broadrick kendini sınamak için yeni engeller icad ediyor; herhalde ben de Justin Broadrick olsaydım sadece "şarkı yapmak" ile tatmin olmazdım. Fakat bu açıdan bakıldığında bile 50 dakikalık tek bir şarkı yapıp bunun içinde bütünselliği yakalama gayreti fazlasıyla zalimce bir engel. Ne var ki Infinity başındaki bir iki dakikayı saymazsak, Jesu adı altında sıralayabileceğimiz en dolu işlerden biri olmayı başarıyor. Zorluğun güzelliği koşulladığını düşündüğüm açıklamasıyla beraber, güzellik skalasında bir numarada olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilir, Heart Ache ve Silver tutkunlarını kızdırabilirim.

4) Long Distance Calling - Avoid The Light
Almanyalı grup Long Distance Calling, bundan önceki kayıtlarında karmaşanın içinde kaybolmuşken Avoid The Light ile hiç de sakinleşmeden kaosu intizam ederek karşımıza çıkıyor. Albüm her ne kadar Katatonia özlemi çeken bazı dinleyiciler için tek bir şarkıdan ibaret olsa da, Katatonia ekseninden bağımsız düşünüldüğünde eksiksiz ve boşu olmayan bir albüm olarak duyu organlarımıza kazınmayı bildi.





3) Blueneck - The Fallen Host
Üç yıl öncesinin en büyük sürprizlerinden ve keşiflerinden biriydi Blueneck pek çok kişi için. İngiltere'nin dünya müzik atmosferine eksiltmeden her yıl hediye ettiği diğer fevkalade underground gruplar gibi "one-hit wonder" olduğu düşünülmüş, üzerlerine koca bir bardak soğuk su içilmişti ki Blueneck The Fallen Host ile teşrif etti. Üç yıl önceki "wonder"larını tarumar edip yerine daha görkemli bir yaratabilmiş bir grup Blueneck, The Fallen Host ile kirli, paslı, kasavetli bir sükunet sunuyor.



2) Exxasens - Beyond The Universe
Tek kişilik İspanyol ordusu Exxasens, uzayın katı, yapışkan esîrinde seyir etmeye, karşılaştıklarını seyir defterine yazıp bize aktarmaya devam ediyor. Seyir defteri, sayfa 2: Uzayda örümcekler var, ses telleriyle ördükleri kat kat ağlar insanları hapsetmeye görsün, örümceğin midesine inene dek ateşli kabuslarda ecinniler görüyor, gaipten sesler duyuyor, bir yandan bitap düşerken bir yandan da daha fazlası için umut besliyorsunuz. Uzak olmayan bir galaksinin bir köşesinde karşılaştığımız uzay örümceklerinin bu kadar çekici olacağını bilseydik Lagari Hasan Çelebi gibi havalanırdık gökyüzüne zaman kaybetmeden ve doğru zamanı beklemeden.

1) Isis - Wavering Radiant
Bir grup daha ne kadar iyi olabilir, bir albüm daha ne kadar yukarıya çıkabilir? Tanrı'nın yüzünü görmeyi bırak, ona dokunup hissedebilmek söz konusuysa ondan sonraki adım vahdet-i vücud olup, evrenin tahtına çıkmak mı olacak? Wavering Radiant iyinin ne kadar daha iyi olabileceğini, yukarının yukarısını, Tanrı'nın kanının damarlarımızda dolaşmasının ne menem bir şey olduğunu gösteriyor. Barındırdığı yegane çizik, bozuk, kusur olsa olsa albüm kapağı olabilir kanımca, ki o da zerreden hallicedir.




1- Isis - Threshold Of Transformation
2- Exxasens - Stars In The Desert
3- Blueneck - Waving Spiders Come Not Here
4- Long Distance Calling - The Nearing Grave
5-
6- Balmorhea - Remembrance
7- Nadja - Sun1Jaguar
8- Whitetree - Other Nature
9- Pelican - The Creeper
10- Jeniferever - Ox-Eye
11- Callisto - Rule The Blood
12- The American Dollar - Anything You Synthesize
13- Arms & Sleepers - Matador
14- Piano Magic - March Of The Atheists
15- Katatonia - Idle Blood
16- Hildur Gudnadóttir - Opaque
17- The Black Heart Procession - Liar's Ink
18- Mono - Silent Fight Sleeping Dawn
19- Maybeshewill - Our History Will Be What We Make Of It
20- Russian Circles - Fathom

DOWNLOAD.

20100103

2009; En Kötü 5 Albüm.

Sevmemeyi seviyorum. Hiddetlenmeyi, o hiddeti yoğurup ukde haline getirmeyi, ardından da pimi çekip o ukdenin gümbürtüyle infilak etmesini seviyorum. Bu sevmeme vaziyeti böyle bir temaşayı, sevme masumluğunu beraberinde getirdiği için bir süre sonra cümbüşe dönüyor. Sevdiğin insanlarla birlikte sevmemek çok daha debdebeli hatta, sevmeme halinden damıtılan o mutluluğu ritüele dönüştürüyorsun; kişi sayısı arttıkça zevk de artıyor, bir nevi sevmeme-orjisi yaşanıyor, huysuzluğun kıraathanelerde gördüğümüz o basık sigara dumanı gibi ortamı çepeçevre sardığı ama bir yandan da hayat kaynağı işlevi gördüğü bir sevmeme hali, uyuz olma, gıcık olma ritüeli.

Bu hissiyat az ya da çok, hepimizde mevcut aslında. Televizyonlar sevilmeyen insanlarla dolu; yarışma programlarının jürileri kendini sevdirmemek için yapmadıkları şahbazlık kalmayan belli başlı kişilerden müteşekkil, tahrik ve tahkir tartışma programlarından eksik olmuyor, Yemekteyiz'de insanların bir şeyi sevmemesini seviyoruz mesela ki o adam o çorbayı adabıyla içip teşekkür etse bu program izlenmeyecek. İşte en sevmediğimiz adamlar, sadece sevilmedikleri için gazeteci, şarkıcı, internet şöhreti, zengin. Demek ki genlerimizde, beyin kıvrımlarımızda, ruhumuzun kuytularında saklı olan bir sevmeme duygusu var; sevmemeden kaynaklanan aşağılamayı, hor görmeyi seviyoruz. Çünkü bu şekilde kendimizi yüceltme, daha akil gösterme, kötüyle kıyaslayıp parlatma şansı yakalayabiliyoruz, tıpkı en yakın arkadaşlarını acuzelerden seçip onlara kıyasla daha fazla göze batmayı büyük bir çaresizlikle umut eden kafayı kavramlarla ve mukayeselerle bozmuş eblehler gibi. Bu sadece güzellik, zeka gibi konularda da ortaya çıkan bir durum değil; az da olsa malumata sahip birinin eçhelle kedinin fareyle oynaması gibi oynayıp sonra bunu afişe etmesi ardından da Roma'ya dönmüş Sezar gibi şişinmesi özellikle son zamanlarda, önemli sosyal ve politik meselelerde de çok sık rastladığım bir örnek.

Sevmemeyi, huysuzluk yapmayı, dalga geçmeyi hatta aşağılamayı pek seviyorum amma ve lakin cehaleti veya aptallığı -neredeyse- tescilli birinin linç edilmesini, sevmeme temaşasında kahkaha tekmeleri yemesini kişiliğime yediremiyorum, bu duruma sessiz kalınmasını da 10 kişi arasına alınmış güçsüz birinin yediği dayağı çekirdek çitleyerek izleyen adam bağlamında ele alıyorum. Bu çirkin, bu çok aşağılıkça, insanlığa, onura mugayir bir durum. Ben artık politik malumatı Turancı tarih hocasının endoktrinasyonundan ibaret lise öğrencisine verdiğiniz kıçıkırık cevaplardan nemalanmanızı okumak istemiyorum, ruh hastası şarkıcı-heveslileriyle dalga geçmenize şahit olmak istemiyorum, bu barbarca ve sizin nereden güç almaya çalıştığınızı gören birinin gözlerinden zavallıca.

Benim derdim suyun beriki yanındakilerle; sevmeme halim cüheladan, aptal taifesinden çok cühelayla, aptalla mukayese ederek kendini yüceltenden doğuyor. O Romalı komutan duruşunuzun altındaki cahilden daha cahil, aptaldan daha aptal olan küçücük egoyu görebiliyorum, kendinizi pazarlamak için yırtınan ruh hastası şarkıcı-heveslilerinden daha zavallı bir pazarlama işleminin gizeminizi algılayabiliyorum, o havadaki burnuzunn estetik ameliyatından evvel halini kafamda canlandırabiliyorum. Tüm bunlar neticesinde dalga geçmek için çok daha nitelikli, kakara etmek için çok daha bol malzemeye sahip oluyorum.

Vaziyet bundan ibaret özetle ama bu tanımdan yola çıkarsak eğer Monty Python külliyatından daha geniş bir kakara malzemesine sahip oluruz. O yüzden sevmeyip, kakarasını yapmak için biraz da gelenekleştirme yolunda ikinci adımı atmak için 2009'un en kötü beş albümünü mihraka alıp ilerleyelim.

Listemizin beşinci sırsında Yeşim Salkım var, Serdar Ortaç gibi bir sevimsizlik fenomeninin ellerinden çıkmış şarkılarla bezenmiş Bambaşka albümüyle. Yeşim Salkım'ın müzik piyasasına girdiğinden beri Deli Mavi harici elle tutulur, kulakla duyulur, notası bilinir başka bir şarkısı olduğunu hiç hatırlamıyorum ben. Yine de yıllardır piyasanın içinde, herkes aptalken bu abla akıl küpü, Hürrem Sultan'la Kleopatra'yla yarışacak bir muhakeme vasfı, bir malumatfuruşluk var kendisinde. Aptal yerine koyduğu sen evinde Pentium IV chipsetli bilgisayarınla Twitter'ı 3 dakikada load ederken o milyon dolarlık evinde uzay hızında twitliyor. Yıllardır Deli Mavi harici elle tutulur tek muvaffakiyeti olan istikrarlı trollüğü internete de bulaştırdı sonunda. Her an Hasan Cihat Örtervari bir hamleyle bu blog'a yorum yazabilir, ortaya çıkmamış kasetlerimden konuşabilir, sabah programlarında dedikodumu yapıp ipliğimi pazara çıkabilir. Yeri geldiğinde de dedikoduya sinesini siper eder, asla kabul etmez, trollüğe geçit vermez. Bu tip durumlar için ehliyet ister, teste tabi tutar, başarısız olunursa dedikodu izni vermez. Çirkefliğin Big Brother'ı, all seeing eye, never closing jaw. Şarkıcılıktan elini eteğini çekse dolar üzerine resmi basılır, Societas Draconistrarum'u canlandırır, Baphomet önünde secdeye varır. Ama o bunun yerine şarkı söylemeyi tercih ediyor. Lanet olsun!
























Yeşim Salkım'ın bir üst modeli, büyük üstadı Hülya Avşar da bu sene albüm çıkardı. "Saygı, sevgi hayatımızın gerçeği." gibi deruni sözlerin bulunduğu şarkısının klibini şuradan izleyebilirsiniz. Hülya Avşar'ın albümünü aslında en başta 2009'un en iyi albümleri arasına almayı düşünüyordum. En nihayetinde yıllardır durak tanımayan "Ben en güzelim, çok güzelim." terennümü yerine saygı ve sevginin hayatın gerçeğini oluşturduğu bir aşk şarkısını dinlemeyi tercih ederdim. Ama bunun yerine koli paketine sığacak boyuyla güzellik standartlarını baltalayan bir kadının güzel olduğunu duyurma hezeyanları durmadı, üstelik bu hezeyanların yanına Recep Tayyip Erdoğan methiyeleri, Kürt sorunu analizi gibi Hülya Avşar'dan duymayı en son isteyeceğimiz şeyler de yerleşti. Durum öyle bir noktaya geldi ki, Hülya Avşar'ın Kürtlükle, Kürt sorunuyla, başbakanımızın boyu ve boyutlarıyla ilgili söylediklerini dinlemek yerine ömür boyu ne kadar güzel olduğunu dinlemeyi kabul edecek hale geldik. Hatta istedik ki biz Hülya Avşar'ın doğal klip çektiği evinde hizmetli olarak yaşayalım, bahçıvanlık yapalım, o bize gelsin ara sıra "Güzelim" desin, he abla çok güzelsin diyelim, mutlu olsun gidip dişini fırçalasın ama politikadan bahsetmesin. Ama o ne yaptı? Politikayı yedi bitirdi, entelektüellerin ağda periyodunun da standardını tespit etti, güzelliğini de dile getirdi, tenis de oynadı, bir de üstüne albüm yaptı.


















Kürt sorunundan medet uman ve bu haliyle yılın en kötü albümleri listesinde üçüncü sırayı kazanmaya muvaffak olan şarkıya imza atan şarkıcımız Nihat Doğan. Nihat Doğan 1071 adlı bu şarkısında yapılmayanı yapıyor ve ilk defa şarkı içinde duyuru yapan şarkıcı olarak tarihe geçiyor. Janrlar arasındaki ince çizgiyi tarumar eden sound'u ve tarihsel saptamalarla şahlanmış şarkısında bugün Türk ve Kürtlerin kardeşliğini sorgulayanlara duyuruda bulunuyor, adeta belediye hoparlörü gibi, gazete ilanı gibi duyuruyor, arz ediyor.

Biliyorsunuz Nihat Doğan'ın bir duyuruda bulunma, kendi tabiriyle "felsefik söz" söyleme, nutuk atma, gider yapma gibi bir huyu var. Beş dakika rahat durduğuna şahit olmadık, devamlı olarak bir grandiyöz sızıntı içinde. Ordularını savaşa hazırlayan bir komutan edasıyla aşiret çocuğu olduğunu ve kaç akrabası olduğunu söylüyor, Halil İnalcık'a "söyle bakiym Karlofça kaçta imzalandı" havasıyla yaklaşacak bir kararlılıkla tarihsel tespitlerde bulunuyor, Rasputin'e sevişme dersleri verecekmiş gibi aşk ve seks hakkında ahkam kesiyor. Ama kardeşim, bu işin de bir sınırı olması gerekmiyor mu? Biz Ahmet Kaya'yı ülkeden kaçırmadık mı, Şivan Perwerleri kovmadık mı, Kardeş Türküler konserlerini satırla basmadık mı, sarı-kırmızı formanın altındaki yeşil zemin ne ifade ediyor diye makaleler yazılmadı mı amiral gemisi gazetelerde? Şimdi birden ne oldu da sinek zartası elektronikasıyla Kürtçe türkü söylenir hale geliyor, nasıl bir oportunizm bu? Analar ağlamasın da, senin ağlayan analar üzerinden parana para katma hevesini ne yapalım? Böyle bir çiğlik, böyle bir iğrençlik var mı? Binlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının yaşamına etki etmiş, iki milleti karşı karşıya getirmiş, o kadar kanın ve gözyaşının müsebbibi olmuş koskoca bir sorun varken Nihat Doğan'ın "ak günlere açılım, ak ak ak ak ak" diye yaranma şımarıklığını kabul edemiyorum ben. Çocukluğumda Türkçe'den fazla Kürtçe duydum ama bu kadar basit bir dilin böyle iğrenç konuşulup söylendiğine de ilk defa şahit oluyorum. Nihat Doğan'ın G-Man gibi gözümüzün içine bakıp "This is where I get off" diyeceği noktayı acaip merak ediyorum, nerede duracak, nasıl bitirecek. Geleceğe sırf bu merak için yolculuk ederdim gençliğimi göz ardı edip.

Şu noktaya kadar yerlilerden şaşmadım ama ilk iki sırada evrensel ağır toplarımız var. Bunlardan ilk önce değineceğimiz: Animal Collective. 2009 yılında çıkardıkları Merriweather Post Pavilion albümü ile 2009'un en kötü ikinci albümü ödülünü almaya hak kazanan Animal Collective'i anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Kabul ediyorum; benim de çok saçma müzikler dinlediğim oldu, Blood Duster'a bile tapındığım bir dönem mevcut hayatımda ama böylesi bir saçmalığın müzikal devrimmiş gibi ele alınıyor olmasına anlam veremiyorum bir türlü. Müzikal değil bu ve artık bu çocukça saçmalıkların bir doyum noktası olsun istiyorum. Lütfen keman yayıyla elektrogitar çalma, meleklerin dilini yaratma, latifbaz takma isim kullanma gibi müzikle alakası bile olmayan konular ilgimizi cezbetmesin, bu ilginin yarattığı hayal ile müzik baş tacı olmasın. Bu noktada 13melek'in tanımının eşsiz olduğunu söylemek lazım: "Grubu sevenler Animal Collective’in çok orijinal işler yaptığını söylüyor, her albümde sanatlarını bir adım öne taşıdıklarını iddia ediyor. Bence de öyle. Animal Collective rastgele, ilkel sesleri bozuk vokallerle sarmalamakta ve can sıkıcı ritim ve melodileri şarkı diye yutturmakta çok orijinal gerçekten de, her albümde de bu kepazeliği bir adım ileri taşıyorlar." Dürüstçe ifade etmem gerekirse, Animal Collective dinleyeceğime Nihat Doğan dinlemeyi tercih ederim, benim için sözün özü budur.



















Gelelim 2009'un en kötü albümüne. Bir kaç ay önce bu soruyu kendime sorsaydım sanırım 2009'un en kötü albümü için tartışmasız Lady GaGa'yı aday gösterirdim. Ama biraz kulak kabartınca ne müziğin, ne sözlerin ne de işin temaşa kısmının hiç de fena olmadığını görüyorum. Bunu hayatında bir kez bile dans etmemiş biri olarak söylüyorum; Lady GaGa'nın şarkıları fevkalade bir dans etme, eğlenme isteği doyuruyor insanda. Kendisini yerden yere vururken kullandığımız Madonna mukayesesinin ne kadar boş olduğu aslında biraz düşününce ortaya çıkıyor. Lady GaGa'da olmayan ama Madonna'da olan ne var, ya da biraz daha Ahmet Çakaresk bir üslupla soralım: Madonna kim kardeşim? Ne yapmış Madonna? Akıl almaz bestelere mi imza atmış, mukayese edildiğinde Macbeth'in yanında Ah Şu Gençler gibi kaldığı şeyler mi yazmış, ne yapmış? Cüretkar davranmış, kendine iyi bakmış, iyi dans etmiş ama bunları yapabilmesi mümkün gözüken biri çıkınca Madonna'nın ulaşılabilemezliğinin öne sürülmesi için Madonna'ya has, taklit edilmesi mümkün olmayan şeylerden bahsetmemiz gerekir ki bu da mevcut değil. Röportajlarıyla, açıklamalarıyla da feci samimi buluyorum Lady GaGa'yı ben; en azından sahnedeki kişiliği bir "kostüm" olarak görebiliyor ve bize de bunu gösteriyor, kandırmıyor, göz boyamaya çalışmıyor. Bu yüzden de en azından yılın en kötü albümü olmamayı hak ediyor. Yılın en kötüsü içinse seçimi siz yapabilirsiniz, orasına karışacak değilim fakat ufak bir tüyo verebilirim: silahla başlayıp gülle bitiyor.

Pek yakında Limbo Pillow'da dimağları çalkalayacak, ruhları sarsacak bir başka liste, 2009'un en iyi 20 albümü listesi karşınızda olacak. Sinirimiz o zamana kadar geçer diye tahmin ve umut ediyorum.