20090917

Exxasens - Beyond The Universe






















Evvelce de söylemiştim; benim ibadetim hissetmek. Hepimizin zaman zaman yaşadığı o ani ve batın his patlamalarına tepkisiz kalamayışımın nedeni bu. Duştayken, ayakkabılarımı bağlıyorken, henüz uyanmışken, otobüs beklerken bir anda vahiy gibi içime damlayan şeylerin üzerine gidiyor, kurcalıyorum büyük bir zevk ve merakla. Burada okuduğunuz yazıların veya okumadığınız masalların hepsi böyle çıkıyor. Bir karıncanın adımları ya da alt geçitler hakkında ipe sapa gelmez tespitlerde bulunan birinin sözleriyle açılan algı kapılardan kafamı uzattığımda gördüklerimden müteşekkil aslında her şey. Ne var ki, bazen o kapılar açılmıyor yahut açılsa da içerisini zifiri bir karanlık doldurmuş oluyor, bir şey görmek mümkün olmuyor. Bu tip durumlarda da kapının haritadaki yerini işaretliyor, ileriki bir vakitte tekrar ziyaret etmek üzere olduğu gibi bırakıyorum.

Henüz bir kaç gün önce, ayakkabılarımın bağcıklarını hizaya sokmaya çalışırken, gezegenleri ve yıldızları yiyen, karadeliklerde saklanan bir dev düştü aklıma; gezegenlerin milyar yıllık hayatlarının ihtiva ettiği en ufak şeyi -tozu, toprağı, anıyı, sesi, parmak izlerini- her çiğneyişinde tadan, yıldızların alevlerini dilinde gezdiren bu devin kapısından içeri kafamı uzattığımda, sanki inine göz atıyormuş gibi, karadelik karanlığında bir boyutla karşılaşınca, kapının yerini işaretledim ve uzaklaştım.

Exxasens'in uzunca bir zamandır beklediğim ikinci albümünü, Beyond The Universe'ü, tamamen dinlerken yaşadığım o vecd halinin sonunda, algımın ışıkları açıldığında, kendimi o kapının içinde, gezegenleri çiğneyip yıldızları yutan devle karşı karşıya buldum. Bu söylediklerim, yaşadığım hissi tarif etme ya da teşbihte bulunma gibi gerçekle bağlarını koparmış deneyimlerden muaf, daha çok içimdeki med-cezirin sebeplerini tahlil etme niteliği taşıyor. Bu durum herkes için geçerli olmayacaktır elbette, kimisi için çok kötü bir müzik ya da müzik olarak bile adlandırılamayacak bir gürültü silsilesi olabilir Exxasens'in yarattığı. Ama benim sinir uçlarımda mühürlenmiş olan his tam olarak böyle ve artık ne zaman Exxasens dinleyecek olsam, o devin içimdeki kıpırtısını hissediyor olmamın sebebi de tam olarak bu.

Polaris albümüyle esîrin üzerine bina edilmiş bir konsept kurgulayan Exxasens'in yıldızları, gezegenleri, karadelikleri bu albümüyle de çağrıştırması çok doğal. Albümün başlangıç şarkısı Red In Sky'ın sonundaki Sovyetler Birliği milli marşıyla başlayan albümün Copernicus ve Apollo 11'e ithaf edilmiş Spiders On The Moon gibi şarkılarla devam etmesi, benim gözlerimde Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan uzay yarışının, esîrde boğulmuş kahramanlarını canlandırıyor.

Exxasens'in tek kişiden ibaret bir proje olduğuna inanmak daha da zorlaşıyor Beyond The Universe ile. Bu kadar kusursuz bir incelikle düşünülmüş ve inşa edilmiş ayrıntılar, birbirlerinin üzerinde salınan soundscape'ler, boşluk doldurmaktan ziyade bir bütünü tamamlamak için çalındığı aşikar olan riff'ler ve tüm bunların üzerine yazılabilecek tartışmasız en uygun ritmler ile, Beyond The Universe için şunu söyleyebilirim: Hiç bir şekilde tansiyonu düşmeyen, bir an için insanı kulakları sıkmayan, gediği veya boşu olmayan bir albüm.

Bir önceki albüm Polaris'ten anımsayacağımız üç şarkı var Beyond The Universe'te. Bunlardan ilki, Standstill cover'ı olan ¿Por Que Me Llamas A Esta Horas? ki, Polaris'te Mira Mama ismiyle yer almıştı bu şarkı. Mira Mama'nın Polaris için taşıdığı o farklı ama hususi hava, ¿Por Que Me Llamas A Esta Horas?'ta daha ileri bir boyuta taşınıyor, daha hafiflemiş ve fakat daha çok soundscape'i içinde barındıran haliyle. Diğer şarkılar Polaris ve Spiders On The Moon da, daha önceki nüvelerini taşıyor olsalar da neredeyse yeni birer şarkı olarak görülmeyi hak edecek denli yeni bir çok ayrıntıyı ihtiva ediyor.

Uzun sayılacak bir süredir ruhumu doyurmaktan uzak bir çok albümle haşır neşir oldum. Eylül ayıyla birlikte bir patlama olacağını az çok tahmin ediyordum ki The Black Heart Procession, iLiKETRAiNS, Nadja gibi isimlerin yeni albümleriyle teşrif ettiği, gezegenimizi örten atmosferin de bu duruma elinden geldiğince arka çıktığı şu zamanlarda Exxasens'in albümü ruhu doyuran bir albüm olmakla kalmıyor, tahayyül ettiğim o devin içimde yaşadığına inanmama yetecek bir şekilde, sanki bir gezegenmiş de her dinleyişte o gezegenin üzerinde yaşamış sayısız insanın sayısız duygusunu hücrelerime zerk ediyormuş gibi hissetmeme sebep veriyor. Büyük konuşmayı pek sevmem ama bu sefer prensiplerimi biraz zorlamamda sakınca yok; Beyond The Universe arşivimin en kıymetlisi, ufak evrenimin Canis Majoris'i olmaya namzet.


Sanatçı: Exxasens
Albüm: Beyond The Universe

Şarkı listesi:
1- Sky In Red
2- Signals From The Outer Space
3- Lost In Space
4- ¿Por Que Me Llamas A Esta Horas?
5- Polaris
6- Stars In The Desert
7- Gray
8- Absolute Infinite
9- A Singular Deploy
10- Copernicus
11- Spiders On The Moon
12- Boolean
13- Stellar

DOWNLOAD.

20090915

Batman Yazıtları.
























İlk gittiğim film, Michael Keaton'ın başrolde oynadığı Batman'di. Her ne kadar Joker'in tebessümüyle gönül bahçemizin güllerini suladığı sahnelerde babam korkmamam için gözlerimi kapamış olsa da -Teenage Mutant Ninja Turtles'ta Splinter da aynı durumdan mustarip olacaktı- ve bu uzun yıllar süren bir jokerphobia yaratmış olsa da, sinema salonundan çıktıktan sonra hissettiklerimin boyutu gerçek anlamda boyumdan büyüktü. Bu hislerin rehberliğiyle filmin soundtrack albümünü binbir göz yaşı şantajıyla satın aldırmış ve albümdeki Batdance'e de yürekten vurulmuştum. El kadar sabinin "Betmeynn" diye şarkı söylemesi her nedense ev ahalisini yabancı dile ve müziğe yatkınlığımın filizlenen bir çiçeği olarak algılanmış bu yüzden Batman takıntım çeşitli oyuncaklarla beslenerek olur olmadık yerde Batdance'in dilime tek uygun bölümünü söylemeye devam etmem konusunda teşvik edilmiştim. Tabii bu teşvikin sonucu, sadece Batman nam kurgu karakterine değil, şarkıyı söyleyen ve The Prince, The Symbol, The Love Symbol #2, Christopher, Gemini, The Artist Formerly Known As Prince gibi namlarla anılan kurgusallığa çok yakın olsa da ne yazık ki gerçek olan karaktere de yakınlaştırmıştı beni. Kişinin ilk müzik idolünün The Prince olması vahim sonuçlara gebe bir tecrübe ama bu tecrübeye bilahare değiniriz.

Bu şekilde doğmuş, bu şekilde teşvik edilmiş Batman sevgim, ilkgençliğimde daha da büyüdü. Çizgiromanları her daim sevdim ama ne Superman ve Spider Man, ne de Zagor, Mister No gibi kahramanlardı ilgimi çeken; kahramanlık eksenli çizgiromanlar arasında favorilerim Spawn ve Batman'di ki, diğer telaffuz ettiğim isimlere nazaran bu neşriyatın bulunması çok daha güçtü. Zira Türkiye'de, çok eskilerden beri oturmuş bir çizgiroman kültürü var olmasına rağmen bu kültürün temelini Zagor, Mister No, Dylan Dog, Tommiks gibi fumetti'ler oluşturmuştu. Şahsi kanaatim, fumetti'lerin süpergüç paradigmasına kıyasla daha gerçekçi ögeler ihtiva etmelerinin bu seçimin esasında büyük rol oynadığı yönünde. Hal böyle olunca her yerde bulunabilecek fumetti'lere kıyasla Spawn ya da Batman gibi çizgiromanların piyasada dört yapraklı yonca yaygınlığında olması normaldi. Aslında bu şekilde geçmiş zaman mastarıyla konuşmamak gerekiyor çünkü durum günümüzde de farklı değil; Türkiye sathında çizgiromana ulaşabileceğimiz yer sayısı bir elin parmaklarını geçmediği gibi bu mekanlardaki neşriyatın da yabancı dilde olması okul dönemindeki okurları olumsuz etkiliyor. Yine de NTV Yayınları'nın son zamanlardaki çizgiroman atağıyla bu çemberi kırabilecek güçte olduğuna inanıyorum, inanmak istiyorum. Zira o binbir güçlükle ve yüksek maliyetle ulaştığım Batman'lerin, Spawn'ların, The Sandman'lerin sadece edebi değil hayati anlamda da kattıklarını ölçmeye kalksam yeterli büyüklükte kefe bulamam.

Baktığım zaman -nasıl ki Türk milletinin DC Comics ya da Marvel yerine fumetti'yi tercih etmesinin nedenleri varsa- benim de Superman'i, Spider Man'i görmezden gelip Spawn'u ve Batman'i tercih etmemin nedenleri olduğunu daha net görüyorum. Ayrımın en esas noktası, Clark Kent ve Superman arasındaki yahut Peter Parker ve Spider Man arasındaki o süperego/alter-ego çatışmasının Batman ve Bruce Wayne özelinde hiç bir şekilde geçerli olmaması. Bruce Wayne ne ise, Batman de o. Ne Clark'ın Lois Lane gibi güç manyağı ikiyüzlü bir kadının peşinden koşmasını görürsünüz ne de Peter gibi Jonah Jameson kalantoru karşısında süklüm püklüm olmasını. Bruce Wayne olsaydı Lois Lane'i "Gözlüğümüz var diye bana köpek çekerken elin süperine neden iş oluyorsun" diye bir güzel kovalar, Jonah "Bu fotoğraf olmamış Bruce" dese objektifi ağzına monte ederdi; Lois'in, Jonah'ın, May Parker'ın yarattığı günlük sıkıntıları elin kötü adamı üzerinden çıkarayım bir güzel rahatlayayım mantığı değil, salt adalet ve salt iyilik ışığında ilerleyegelmiştir Batman. Bunu yaparken de gözümden lazer çıkartayım ama çakıl taşı karşısında dut yemiş bülbüle döneyim gibi bir yolu yordamı da yoktur. Dayağını da yer, kurşunu da yer ama "Yemek buldun koş, Kriptonit gördün kaç" gibi korkulardan ziyade, dayağın da kurşunun da üzerine gitmekten imtina etmez Batman.

Batman'i sevmemin bir nedeni daha var ki, o da Batman'in hiç bir zaman stabil bir karakter olmaması. Devamlı değişen, farklı farklı şekillerde karşımıza çıkan bir kahraman Batman. Neşriyattaki farklı eraların yanı sıra, sinema perdesinde ya da animasyonlarda da farklı farklı bir çok şekilde Batman çıktı karşımıza. Örneğin ben en çok James Robinson Batman'lerini okumayı severim, perde karşısındaki favori Batman filmim Batman Begins olsa da favori Batman'im Michael Keaton. George Clooney'nin Batman'i canlandırdığı Batman & Robin'den ikrah etmem ya da Nolan'ın yönettiği Batman serisindeki futuristik Batman kostümlerine bir türlü alışamamış olmam da, karakterin kendi içindeki fraksiyonlarını benim nezdimde geçerli kılıyor. Dolayısıyla ben tek bir karakter olarak değil, daha çok algıya açık ve bu yüzden daha zor bir karakter olarak görüyorum Batman'i. Tornadan çıkma stereotipik süperkahraman mantığından ayrı bir kahraman olması, Batman'i benim gözümde ayrı bir noktaya taşıyor.

Tüm bunların hele müzik konseptli bir blog'da yer almasının nedenini sorabilirsiniz, bayram değil seyran değil Dark Knight seni neden öptü sorusunun cevabı da merak edilecektir tabii ki. Batman aşkımın aniden alevlenmesinin sebebi, yeni çıkan Batman oyunu, Batman: Arkham Asylum.

Biliyorsunuz, daha evvel de söylemiştim, en az müzik kadar zevk aldığım bir şey oyun oynamak. Eh, bu oyun Batman gibi ruhumun en dip noktasına yerleşmiş bir karakter üzerine bina ediliyorsa bu şekilde açılıp saçılmam da doğal. Bundan hareketle daha da ileri gidip bir Batman: Arkham Asylum yazısı yazmam da kaçınılmaz. Nihayetinde, yaşamının büyük bir kısmını oyun dergisi okuyarak geçirmiş biriyim. Bu zamanlarda en büyük hayalimdi oyun dergisinde yazar olmak, en güzel oyunları ilk defa oynayan, akla hayale gelmeyecek güçlü bilgisayarlara sahip insanlar olarak görürdüm oyun dergisi yazarlarını. Eğlenerek para kazanıyorlardı ve bunu yapan azınlık arasında olmaları da onları dünyanın en mutlu insanı yapıyor olmalıydı. Tabii ki bayraktarımız GameShow'du ve GameShow'un kapatılmış olmasıyla rüyadan uyanma hali baskın geldi. Yine de içimde bir uktedir oyun yazısı yazmak, o yüzden ucundan da olsa Batman: Arkham Asylum ile ilgili ufak bir bölüm de sıkıştırabilirim bu yazının içine.

Evvela şunu söyleyeyim, ben oyunların ekseriyetine sanat eseri inceliğiyle yaklaşıyorum. Bu bir çokları için anlaması zor bir tanım farkındayım ama nasıl ki Ayasofya'nın kubbesine bakınca, Wagner dinleyince ya da edası kusursuz bir şiir okuyunca içimizde bir yangın kopuyorsa, ben de Sanitarium oynadığımda, Planescape: Torment oynadığımda, Bioshock oynadığımda aynı yangını hissediyorum. Batman: Arkham Asylum da bu oyunlardan biri, bir sanat eseri. Tüm Batman sevgimden bağımsız söylüyorum bunu.

Eidos'un Tomb Raider ile yarattığı oyun türüne geri dönüyoruz Arkham Asylum ile. Zifiri karanlık bir atmosfer taşıyan Arkham'da geçiyor oyunun tamamı; Joker'in Arkham'ı fetih planı ve kendi ordusunu yaratma hayali üzerine sıralanan bir hikaye örgüsü var oyunda. Elbette oyunun Arkham'da geçiyor olmasının en önemli artısı, Batman hikayesinde yer alan neredeyse tüm karakterlerin, özellikle de kötü adamların, oyuna bir şekilde dahil olması. Elbette Joker'in orkestra şefliğini üstlendiği bu kakofonik koroda Harley Quinn'den Scarecrow'a, hatta Clayman'e uzanan bir çok kötü adam var.

Joker'in üzerinde bilahare durmak gerekiyor. Zira Batman The Dark Knight ile Heath Ledger olağanüstü bir Joker çıkarmıştı karşımıza. Evet, Batman serisine dahil olmuş hiç bir kötü adam sırf kötülük olsun diye kötülük yapan, bir Lex Luthor ya da Dr. Octopus yüzeyselliğinde kaostan haz alan karakterler değil, trajik bir hayat hikayesinin arka planını oluşturduğu intikam ya da rahatlama tercihleriyle ön plana çıkan karakterlerdi. Fakat Ledger'ın Joker'i, bu derinliği deri altından damarlara ilerleterek bir fenomen ortaya çıkardı; kötülük yapmaya çalışan ve kötülükten, kaostan zevk alan bir karakter değildi o. Aksine, insanların içindeki kötülüğü onlara kanıtlamaya ve insanların o kötülüklerini kucaklamaları gerektiğine inanan bir anti-kahramandı. Yaptıklarının manevi birer dayanağı vardı ve bir dava güdüyordu.

Maalesef Arkham Asylum'daki Joker, Ledger'ın yarattığı Joker'e gerek maddi gerek manevi anlamda uzak bir Joker. Yine de Joker'in ortalama halinin bile olağanüstü bir derinlik barındırdığını düşünürsek, oyunu fazlasıyla eğlenceli kıldığını söyleyebiliriz yarattığı kaosun. Bunun yanı sıra, Harley Quinn'e duyduğum deruni aşkın bu oyunla daha da ileriye gittiğini söyleyebilirim. Hali hazırda bayıldığım bir karakter olan Harley'nin bu sefer sadece soytarı kıyafetiyle değil, hemşire etekli soytarı kıyafetiyle ortaya çıkmasının bu ilerlemeyle alakasını söylemek istemiyorum. Fakat ben, oyunun en iyisinin Scarecrow olduğunu ve Scarecrow'un dahil olduğu bölümlerin oyunun şahikası olduğunu düşünüyorum. Ben hayatımda hiç bir oyunda bu kadar yüksek bir gerilimin, bu kadar yoğun bir duygusallığın bu denli iyi bir şekilde yansıtıldığına şahit olmadım. Eğer Arkham Asylum bir Mona Lisa ise, Scarecrow'un dahil olduğu bölümler Mona Lisa'nın gözleri. En az Undying kadar baş döndürücü, Mc Gee's Alice kadar psikosomatik bir hal alıyor Scarecrow'un baş rol oynadığı kısımlar.

Ne yazık ki oyunun kötü yanları da var. Evvela Batman'in korkunç kaslı görünümü bence oyunun en büyük falsosu. Zira Bruce Wayne kaslı olsa da hiç bir zaman günde 15 yumurta içip hayatının yarısını fitness salonlarında geçiren adamlar kadar kaslı olmayan, bu açığını da batsuit ile kapatan bir karakterken, büklüm büklüm katlı omuzları ve Roberto Carlos'tan kalın bacak kasları fazlasıyla karikatürize, itici. Bir zamanlar Show Tv'de de yayınlanmış Adam West'in başrolde oynadığı Batman dizisindeki yengeç koşuşunu bu oyunda da görmek animasyondan iki puan kırmamıza sebep oluyor. Fakat her haliyle, muhakkak oynanması, keşfedilmesi gereken bir oyun Batman: Arkham Asylum.

İşbu yazıyla Batman hakkındaki tüm içsel dinamiğimi bir şekilde dışarıya taşırırken, blog'un şahsi yapısına uygun olması hasebiyle, Batman'in anatemasını oluşturduğu bir müzikal ürüne de yer vermek isterim yazıya nihai noktayı koymazdan evvel: Onca Batman müziği arasında, Batman'e en uygun müzik olduğunu düşündüğüm, Danny Elfman'ın Batman Returns için bestelediği Batman Returns Suite.

20090906

RamaZam Muadili İstihzalardan Muaf Haberler.
















Eylül ayı nihayet teşrif ettiler, beklenen bir çok albüm ise kapıyı tıklatmadan önce son bir kez üstlerini başlarını düzeltiyor. Bu demektir ki, bu sayfalarda bir kabarıklık gözlemlenecek kısa bir zaman içerisinde. Med-cezirin bu med halinden evvel kısa bir bülten yapayım isterim, geleneğin devamı niyetine.

- Exxasens'in yeni albümü Beyond The Universe tamamlanmış. Albüm şu an için ön-alım faslında, dağıtımların bir kaç hafta içinde gerçekleşmesi bekleniyormuş. Beyond The Universe dahilindeki dört şarkıyı buradan etüd edebiliyoruz. Polaris'ten Mira Mama'ya vurulmuş olanları hoş bir sürpriz bekliyor. Bunun yanında, Stars In The Desert'ın son bir kaç aydır dinlemeye vakıf olduğum en güzel şarkı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

- Pelican'ın yeni albümü What We All Come To Need, ekim ayı sonlarına doğru yayınlanmış olacak. Albümde Sunn O)))'dan Greg Anderson ve Isis'den Aaron Turner gibi konuk müzisyenler yer alacak. En son Pelican kaydına da ismini veren Ephemeral'ın yanı sıra grubun MySpace'inde yayınladığı son şarkı da albümle ilgili beklentileri yükseltiyor. Aaron'ın bu işteki payı nedir bilemem ama Strung Up From The Sky'daki Isis havası oldukça yoğun. Şarkıyı buradan çekebilirsiniz.

- Russian Circles da yeni albümü Geneva'yı ekim sonuna yetiştirmeye çalışıyor. Albümden sızan ilk parça Malko, grubun Enter'dan bari arttırdığı math-rock dozunun altın vuruşu. Bu kaosun albüm içinde bir bütünselliğe kavuşup kavuşamayacağı yönündeki merakımızı gidermek için albümün tamamını dinlemek gerekiyor.

- Yndi Halda'nın yeni albüm kayıtları bir iki hafta içinde bitecek imiş. Yoğurtçu yoğurdum ekşi demez ama Yndi Halda gibi beste konusunda bulutlar üstünde yirmi bin fersah irtifada bulunan bir grubun, yeni albümün şu ana kadar yaptıkları en iyi bestelerden müteşekkil olduğunu söylemesi insanı umutlandırıyor. 2006'dan bu yana sessiz kalan ve sadece dört şarkıyla kendine münhasır bir yer kazanan Yndi Halda için bir kaç ay daha sabretmek gerekebilir.

- Immanu El, Moen nam yeni albümünü kasım ayında yayınlayacak. MySpace üzerinden yayınlanan şarkılara bakılırsa, Moen huzura kaçacak.

- Ve şimdi magazin. Kıvanç Tatlıtup laboratuvarda kanser araştırması yaparken yüksek oranda uranyum ışımasına maruz kaldığı için ağzı burnu yanmış, Arap Bacı'ya benzemiş. Bunun üzerine, ilim irfan aşığı genç kızlarımız da kendilerini radyolojiye vermiş. Ülke olarak çağ atlamamıza sebep olan bu ilgiden sonra dünya dışı yaratıkların ülkemizi ziyaret etmesi ve hepimize altın plaket vermesi bekleniyor.

- Süreyya Karabulut delirdi! Şok şok şok! Kafası kesilen kızından sonra ekran karşısında güldürmeçli hareketler yapan Süreyya Karabulut hakkında detaylı haberlerimizi "VayAllah'ın delisi!" haber bantıyla birlikte vereceğiz. Hepsi, el kadar sabileri Türk-Kürt meselesi üzerine birbirine kırdırırken "Hahahah bakın büyümüş de küçülmüş veletler." manalı bıyık-altı tebessümleri atmamızdan sonra.

[Fade in- Sofya'da Dans]

Yeni güldürmeçlerle tekrar birlikte olmak ümidiyle; hisleri paylaşmak için. Mutlu akşamlar.
[Fade out- Sofya'da Dans]