20090828

Sentenced - The Cold White Light






















Dünyanın bir ucunda, bilmediğiniz bir adresteki neye benzediğini bilmediğiniz bir evde, bilmediğiniz bir masanın karşısında, nasıl gözüktüğünü nasıl koktuğunu nasıl tebessüm ettiğini bilmediğiniz bir adamın bazen bildiğiniz bazen bilmediğiniz müzikler hakkında yazdığı yazılara bilmediğiniz anıları, bilmediğiniz duyguları yedirdiğini gördünüz bu internet sitesinde. Tüm bu anonimite içinde, sanmıyorum ki sizi bunlara okumaya yönelten şeyler merak duygusundan peydahlanmıştı. Öyle zannediyorum ki, insanın kendisine benzeyeni bulma dürtüsüydü bu; bir ihtimal sizinkilere yakın bir şey benim içimde oluşmuştur ya da sizinkine benzer bir duyguyu tatmışımdır herhangi bir şarkıyı yahut albümü dinlerken ve siz de kendinizi benim aynamdan görmek istemişsinizdir. Ama bazen, o aynayı kendime dahi tutamıyorum.

Güzel gruplar, güzel şarkılar, güzel albümler vardır evet. Ama hiç bir kusuru olmayan, hiç teklemeyen, hiç bir şekilde akıcılığının önünde engel bulunmayan albümler vardır ki, onların yeri her daim ayrı olagelmiştir. Ben, bu albümlerle ilgili yazma girişimlerimin hepsinde kendime ayna tutmaya muvaffak olamadığımı fark ettim. Bunun sebebi, söz konusu albümlerin anıların ya da duyguların ötesinde oldukları, hayatımın içine kalıcı bir şekilde dahil olmaları ve farklı anılar ya da farklı duyguları tetiklemeleri. Yanisi, albümlerin kendilerinin birer anıya, duyguya evrilmeleri.

Aynı durumu, The Cold White Light için de yaşıyorum. Ruhumu ya da hafızamı kurcaladığımda, The Cold White Light ile ilintili onlarca farklı şey ortaya çıkıyor, tam anlamıyla bir temaşayla karşı karşıya kalıyorum. Hangi birini anlatabilirim, hangi biri, bir diğerinden daha fazla anlatılmaya layıktır? En iyisi, hepsini olduğu gibi bırakmak ve Sentenced'dan bahsedilecek ise adetimin dışına çıkıp derine inmemek gerekiyor. Yine de, The Cold White Light'ın şahsım için taşıdığı anlamın zerresini içimden çıkarabilirsem mutluluk duyacağım.

Çoğu kişi aslında Sentenced'ın alamet-i farikasını Frozen ya da Crimson olarak düşünür. Bencileyin, Sentenced bu söz konusu albümlerle devamlı irtifa kazanmış olmasına rağmen, The Cold White Light'ta varabileceği en yüksek noktaya vakıf olmuştur. Ki bunu salt müzikal sebeplerle değerlendirmemek gerekir. Sentenced, hali hazırda müzikleri kadar ve hatta kanımca müziklerinden çok sözleriyle, bahsettikleriyle dinleyiciyi nefessiz bırakmaya muvaffak olmuştu. Fakat The Cold White Light, istisnasız her şarkısında ölümü mihrakına alıyordu. Ve Poe'nun kendine sorduğu soru ve bulduğu yanıt, aynı zamanda The Cold White Light'ın neden diğer Sentenced albümlerine kıyasla daha nadide olduğu bilmecesini çözüyordu: "Tüm melankoli konuları içinde, insanın tüm evrensel anlayışına göre en melankolik olan hangisiydi? Cevap açıktı: Ölüm. Peki bu melankoli konularının en şiirsel olduğu hali neydi? Elbette güzelliğin ölümle müttefik olduğu hali." Albümün bu dünyadan göçüp gitmiş bir eski sevgiliye adanması kuşkusuz ki bu edimi daha gerçekçi kılıyordu.

Ama sadece ölümldeğil, pişmanlık ve suçluluğun personalaşması üzerine yazılmış Guilt And Regret ya da "tek" olma hissiyatı üzerine bina edilmiş, müzik tarihinin kanımca en lezzetli aşk balladlarından olan You Are The One gibi birden fazla konuya dokunan bir hava hakimdi The Cold White Light'a. Bu şarkılar içinde, Aika Multaa Muistot'u ayrı bir yere koymak gerekir; ismi "Hatıraları Gömecek Zaman" manasına gelen bu şarkı, normalde zamanla birlikte elekten geçtikçe arda kalan güzel hatıraları değil, kötü hatıraları ihtiva edip güzel hatıraları unutmak üzerine yazılmıştır ki, sanıyorum bir şarkının daha güzel bir tetiği olamaz. Lakin, sadece sözlerdeki doygunluk ya da grubun müzikal hakimiyeti değil, videolar da bu albümün sivriliğini arttırmıştır. Albümle birlikte gelen Killing Me Killing You videosunun yanı sıra, No One There için hazırlanan video da ölümün ve güzelliğin içiçe geçtiği bir başka fazı yansıtıyordu;



Şubat ayında evinde ölü bulunan Miika Tenkula'nın bu albümden hemen sonra kendini içkiye vurduğu, grubun bu albümden sonra dağılmaya karar verdiği düşünülürse, albümün manevi değeri gözümüzde büyüyor elbette. Sentenced, The Funeral Album ile tabutun kapağını son kez açıp jübile yapmışsa da, The Cold White Light grubun yapabileceğinin en fazlasıydı. Ölümün eleğinden geçtikten sonra muteber olan geriye zerre büyüklüğünde bir şey bırakabilmek idiyse eğer, benim eleğimde Sentenced The Cold White Light'ı bırakmıştı.


Sanatçı: Sentenced
Albüm: The Cold White Light

Şarkı listesi:
1- Konevitsan Kirkonkellot
2- Cross My Heart And Hope To Die
3- Brief Is The Light
4- Neverlasting
5- Aika Multaa Muistot
6- Excuse Me While I Kill Myself
7- Blood & Tears
8- You Are The One
9- Guilt And Regret
10- The Luxury Of A Grave
11- No One There

DOWNLOAD.

20090823

İbne Basın, Bunu Da Yazın.

















Yalanlar birer karadeliktir; en ufağı bile zamanla tüm evreni içine çekecek, her şeyi hiçliğe çevirecek kadar güçlüdür. Binayı yıkmak için çekilen tek bir tuğladır yalan, okyanusu boşaltan tek bir deliktir. İnsanı öldüren tek bir kağıt kesiğidir. Ve yalanın daha da kötü, daha da karanlık bir fazı var ki, o da insanın kendisine yalan söylemesidir, kendisini kandırmasıdır.

Ünlü düşünür Gregor Haus'un da dediği gibi, herkes yalan söyler. Bunda bilinmedik, beklenmedik bir şey yok. Şahsi menfaatler onurunuzun üzerinde olabilir, menfi kaybı değil manevi kaybı göze alabilirsiniz. Ama insanın kendisine yalan söylemesi, akıl alır bir şey değil. Aksi halini, yani insanın kendisine karşı dürüst olmasını, samimiyet ile tanımlıyoruz.

Tam da bu zamanlarda, samimiyetin dibe vurduğu bir dönemdeyiz; samimiyetsizliğin ayı ve güneşi aynı hizaya geldiği için etraf şimdi daha karanlık. 10 yıldır sürekli yaşamakta olduğumuz ve her 17 ağustos tarihinde tecelli eden deprem samimiyetsizliğini bu sene ramazan samimiyetsizliği takip etti. Üstelik, her yıl daha da bir artıyor yaşadığımız samimiyetsizliğin dozajı; bağışıklık kazandıkça daha fazlasını talep ediyor ve daha fazla müptela oluyoruz buna.

Daha önce de yazmıştım, altı aydır her haber bülteninde, her gazete sayfasında tanık olduğumuz korkunç bir cinayet var. Ve ne yazık ki bu cinayetin katili, maktulünün akrabaları birer figür haline geldiler, biz ise cinayeti bir trajedya ya da acıklı bir film olarak izliyoruz. Katilin yakalanmasını vicdanımız için istiyor değiliz; bir Türk filmi gibi şekillenmiş zengin oğlan-fakir kız aşkını, bir gerilim filmi gibi işlenmiş bir cinayeti, bir polisiyle film gibi planlanmış kaçışı takip etmekten başka bir şey yapmıyoruz ve katilin yakalanması adalete olan inancımızı ya da toplumsal vicdanımızı değil, sadece "mutlu son" istencimizi doyuracak. Zira adaletin vuku bulmasını umursamadığımızı, devlete duyulan güvenin doğruluğunu sorgulamadığımızı ispatlayacak Uğur Kaymaz gibi onlarca örnek var. Gel gör ki, bu yaşanan filmin "gerçekçiliği" ve yönetmenin interaktiviteyi işin içine katmasıyla birlikte, yüzlerce farklı internet mecrasında bu senaryoya dahil olan ve zorunlu duyarlılığını gösterip kendine yalan söyleyen on binlerce insan sayabiliriz.

En sonunda meselenin gelip dayandığı nokta bu duyarsızlık. Ama bu, üç tane berbat film yönetince televizyona çıkıp toplumsal tespit yapma hakkını kazanan cahil yönetmenin cümle içinde kullandığı duyarsızlık değil, hissizlik değil. Suratına atılan tokadı hissetmemek ayrı bir şey olabilir ama bu tokadı görmezden gelmenin adı samimiyetsizliktir, insanın kendisine yalan söylemesidir. Ve bu kadar görmezden gelinen tokadın ardından, herkesin üzerinde "görmezden gelinemeyecek bir tokat" olarak ortak kanaate vardığı tokada zoraki bir ah etmek bugün verilen tüm tepkilerimizin özeti.

Tam on yıldır "kutladığımız" 17 ağustos tarihi üzerine verilen tepkiler de aynı tezgahtan çıkma. Bu depremden bir buçuk yıl önce Adana'da yaşanan deprem üzerine yapılan haberler bir kaç gün sürmüş, ardından bir diğer zoraki duyarlılık gündemine, Kerim Tekin'in vefatına geçilmişti. Tam 210 kişinin öldüğü bu depremin etkisi, 210 tane fanı olmayan bir şarkıcının efsaneleştirilme sürecinden daha az ilgi görmüş olacak ki aradan geçen bu kadar yıldan sonra ölüm yıldönümünde tek bir şarkıyla her televizyon kanalında anılan bu rahmetli şarkıcımızın yanında 210 kişinin esamesi okunmamaktadır. Halbuki bu 210 kişinin kolları vücutlarından ayrılmış, kafatasları duvarların altında çatlayarak kulaklarından beyin parçaları akmış, apartman demirleri henüz bir kaç saat evvel yedikleri lezzetli yemeklerin öğütüldüğü midelerini delerek bu yemeklerin etrafa saçılmasına sebebiyet vermişti.

Bunların aynısı 17 ağustos tarihinde de yaşandı. Asla gerçeğe kavuşamayacak bir umutla kurtarılmayı bekleyen Metin en sonunda oynatabildiği tek yer olan başını sağa sola vura vura kendini öldürdü. Satın almak için onca borcun altına girip uğruna aç kalmayı göze aldığı duvardan duvara dolap Nihal'in üzerine düşerek bütün kemiklerini kırdı, Nihal belki dakikalarca yaşadığı acıyı hissetti, birazdan öleceğini biliyordu ve bir türlü ölemedikçe yaşadığı acı katmerleniyordu. Yıkılan apartmanın altındaki fırın sabaha ekmek yetiştirme telaşıyla alev alev yanıyordu ve artık ekmek tepsilerini değil enkazı ısıtmaya başlamıştı ki Ali bu kor gibi enkazın üzerinde kızararak öldü, tavanın üzerinde pişen bir sucuk gibi. Yanyana yatan Tolga ve Lale kim bilir hangi düşün içindeydiler kiriş tam boyunlarının üzerine düşüp kafalarını gövdelerinden ayırdıklarında.

Bunları bilseydiniz, her 17 ağustosta "İstanbul depreme hazır mı?" sorusuyla ilgilenir miydiniz? Her 17 ağustosta ağlatılmak için ekrana çıkarılan ve zifiri karanlık dehlizlerde cehennemin ta kendisini yaşayan insanlara "Peki neler hissettiniz?" diye sorabilir miydiniz? Tüm bunların birer film olduğu, birer masal gibi anlatıldığı ve bir filme ya da masala verilen ah tepkisi kadar ve sadece bu kadar bir tepkiye müstahak oldukları gerçeğini kabul edebilir miydiniz?

Baudrillard eğer bugün yaşasaydı twitter'ına "BeNi BiR TeK SeN aNLaDıN, SeNDe YaLNıŞ aNLaDıN!" yazardı, çünkü Körfez Savaşı'nın hiç var olmadığını, televizyonda gördüğümüz şeylerin bir filmden ibaret olduğunu söylediğinde herkes onu komplo teorisyeni bir manyak olarak görmüştü. Halbuki o, orada savaşan askerlerin, kopan kolların, patlayan kafaların, parçalanan topukların değil ekranda kayan izli mermilerin savaşın yüzünü yansıttığını ve bnun olsa olsa bir film olabileceğini anlatmaya çalışıyordu. Ve ama hayır, bu medyanın suçu değildi, Baudrillard'ın yanlışı buydu. Bu, sessiz yığınların suçuydu. Çünkü sessiz yığınlar, tokatı görmezden gelmediklerinde yaşayacakları acının farkındaydılar, bunu kaldıramazlardı, dayanamazlardı ve dayanmayacakları için rahatlarını bozmaları gerekirdi.

Eğer bugün Münevver Karabulut'un başının kesilirken neler hissettiğini, o suratın kana bulandığında nasıl bir hale geldiğini düşünürsek vicdanımızı twitter'a yapılan yorumlarla rahata kavuşturamazdık. Eğer bugün 17 ağustosta hayatını kaybetmiş onbinlerce insanın zamanında sevdiklerini sarmalayan kopmuş kollarını, öpmeye doyulamayacak alınlarının parçalanmasını, altın sarısı saçlarının kana bulanmasını düşünürsek Facebook'taki bir status update'le bunun ağırlığının altından kalkamazdık. Gidip sorumluların yakasına yapışmamız, ses tellerimiz kopana kadar bağırmamız, etrafı tarumar etmemiz gerekirdi. Ya da hiç bir şey değiştireyeceğimizi düşünüp sessizce hüngür hüngür ağlardık. Ama hepsi samimi olurdu, kendimize yalan söylemezdik, yapmak zorunda olduğumuz bir şeyi yaparmış gibi, bir angaryayı yerine getirirmiş gibi, bulaşık yıkarmış gibi üzülmezdik, üzülür görünmezdik.

Üstelik bu görünürlüğün, bu duyarlılık maskesinin çok da çabuk çöpe atılmayacağı bir zamandayız. Ramazanla birlikte o maske suratımızda yatıya kalıyor. Reklamlarda güleryüzle iftar yapan bir aile görüyoruz, şirin evine konuk olduğumuz Hatice Hanım bu akşam işten gelen kocasına hazırladığı iftarlığı gösteriyor bize, yumuşak sesli bir mütedeyyin dürüst olmanın ehemmiyeti üzerine bir mesel anlatıyor. Ve o güleryüzle iftar yapan aile beş aydır kirasını ödeyemiyor, muhtemelen bu sene ısınmak için bin dereden su getirecekler. Hatice Hanım, komşusu Figen'in aldığı yeni koltuklar üzerinden iftardan sonra eşine sünepe herif diyecek. Yumuşak sesli mütedeyyin amca reklam arasında sudan bir sebeple kameraman asistanın annesine sinkaf edecek. Ve bu ülkede bir gecede 41 kişi öldürülüyor, her yıl yüzlerce masum kıza tecavüz ediliyor, işe girerken sigortadan muaf olmak zorunda olduğunu aksi takdirde işe kabul edilmeyeceğini söyleyen patronlar bir aydan sonra köpek gibi çalışan işçisine tek kuruş vermeden kapıyı gösterdikten sonra köpeğine premium mamalar alıyor ama nedense bu ay içinde bir rüya ülkesindeyiz, hepimiz huzur içinde yaşıyoruz, huzura kavuşmak isteyen müminler oruçlu ağızlarını her açtıklarında misk-i amber kokusu yayılıyor etrafa, her kelimeleri öylesine arı, öylesine temiz ki.

Biz tam da böyle kendimizi kandırmaya, kendimize yalan söylemeye, bu karadelikte kaybolmaya devam ediyoruz. Tam da böyle konuşurken susuyoruz, duyarken duymazdan geliyoruz. Tam da böyle yalan söylüyoruz.

20090809

Hildur Gudnadóttir - Without Sinking






















Hayatımda ilk kez "seni seviyorum" cümlesini telaffuz ettiğimde dokuz yaşındaydım. Nedense bu, kendine "büyükler" diyen diğer insanlar için gülünç bir şeydi, amcaya pipi gösterme ritüeli yahut "bizim oğlan çok güzel Süleyman Demirel taklidi yapar" minvalinde bir durumdan fazlası değildi. Büyükler nâm güruhun oy birliğiyle aldığı karara göre, dokuz yaşındaki bir çocuğun sevmesi namümkündü, herhangi bir gerekçesi yoktu bu kararın, temyiz yolu da kapalıydı.

Gel gör ki, dokuz yaşında olmasına rağmen hayatının yarısından fazlasını tek başına geçiren, evde neredeyse tek başına yaşayan, yemek yapıp bulaşık yıkayabilen, yani kendi kendine yeten bir çocuktum. Eh, o yaşta elinizde keman gibi manen ağır bir enstrümanın yükü altındayken ve İntizar'dan Nasıl Geçti Habersiz'den nemalanmışken ve hayatını yalnız idame ettiriyorken, bir çocuğun duygularıyla yüzleşmeye başlaması, sevgiyi keşfetmesi çok da anormal bir durum gibi gelmiyor bana. Aradan geçen onca yıl sonra, o günkü duygularımı tarttığım vakit, hakikaten de yaşadığım hissin sevgi ya da aşk diye adlandırılmasında hiç bir sorun görmüyorum. Hayatı boyunca cinsel dürtüleri ya da zoraki birliktelikleri aşk, sevgi diye adlandıran bir Büyükler mercii için bunun ayırdına varmanın imkansızlığı da ortada.

İlk kez "seni seviyorum" dediğimde karşılık aldığımı hatırlıyorum. Sevmenin ve sevilmenin bu tip bir yaşta tecrübe edilmesi, yaşadığım -sadece duygusal değil- tüm insani ilişkilerde bana çok büyük faydası dokunmuş, olgunluk kazandırmış bir artıydı. Eğer ki sahilde el ele yürüyüp birlikte Ataol Behramoğlu okumak, derste devamlı olarak gözgöze olup tebessüm alışverişinde bulunmanın adı ilişkiyse, yaşadığımızın adı ilişkiydi ve o ilişkinin bana esas olarak kattığı şey, erken yaştaki ilişki olgunluğu değil, "seni seviyorum" deme adabıydı.

Dokuz yaşın getirdiği nasıl bir duygu ve düşünce birlikteliği, "seni seviyorum" demeyi ağacın dallarını budamaya, söylenmesi elzem olan ve fakat sık yapıldığında da ağacı çıplaklaştıracak bir istiare yaratabilir, bugün bile anlayamadığım bir şey bu fakat söyleyenini sevmeme ve söylediğini unutmamama şaşmamak lazım. Bu istiarenin kafamda yarattığı imtinalı kullanım zorunluluğundan hareketle olsa gerek, her daim duygusal yoğunluğun ulaşılabilecek en uç noktada olduğu anlarda çıktı ağzımdan bu mühim cümle. Ve fark ettim ki, cinsel haz ile yaşanan boşalmaya benzer bir durum hakim oluyor insan metabolizmasına; içinde yükseldiğini hissettiğin duygular, kimyanı etkiler hale geliyor, bir şekilde bu içsel devinimi dışa yansıtma zorunluluğu taşıyorsun. Magmanın kabarıp patlaması gibi bir şey bu ve ağlarken akıttığımız gözyaşları, gülerken attığımız kahkaha, canımız yandığında dilimizden süzülen ahûvahtan farksız. Yani meselenin en basit boyutunda, canı yanan bir adamın ses telleri vasıtasıyla bu hissi yaşaması ya da üzgün birinin gözyaşı bezeleri harekete geçiyorsa, tüm bunların hiç bir açıklaması yoksa, tüm bunlar hiç bir açıklamayı taşımadıkları için saçma sapanlarsa ve bir o kadar da korkunç ölçüde doğallarsa, sevginin vücudu titrettiği, kimyamızı bozduğu o anlarda "seni seviyorum" demek de o kadar doğaldı.

Şimdi ben buraya nereden ve neden geldim? Neden seni seviyorum demeyi, Macaulay Culkin'in başrolünde oynadığı çocuklar için bir romantik-komedi filminden hallice olan ilk aşk hikayem üzerinden anlattım?

Şu yüzden; bazen, bazı müziklerle tanış olduğumda, içimde "seni seviyorum" deme zarureti yaşadığım o anlardaki gibi bir kimyasal reaksiyon oluşuyor, içimde evvela hissedilir bir boşluk peydahlanıyor, sonra yavaş yavaş o boşluk doluyor, dolduktan sonra taşmaya başlıyor ve hücrelere, damarlara, sinir uçlarına, tüm vücuda sirayet ediyor. O andan itibaren yaşanan durum neticesinde bir şey yapma zorunluluğu hasıl oluyor, tıpkı "seni seviyorum" diyip anlık bir boşalma yaşamak gibi, ağlamanın verdiği ya da acı çekerken vah etmenin getirdiği o rahatlama gibi. İstemsiz bir şekilde elimle masaya vurarak bir patlama sesi yaratmayı bekliyorum, kalbim karadelik gibi içeri burkulmaya başlarken de bir şeyler demek istiyorum.

Hildur Gudnadóttir'i ilk dinlediğimde işte tam da bu anlattığım ruh halini yaşadım -teşekkür ederim Bora-. Çellist Gudnadóttir'in kendi bestelerinden müteşekkil ve enstrüman namına sadece yaylıların yer aldığı Without Sinking albümü, Gudnadóttir'in kendi adıyla çıkardığı ilk albüm olmasına rağmen, bir kaç notayla ilk bakışta insanı kalbinden vurmayı, kimyasını bozmayı beceriyor. Elbette çellonun kendine özgü tınısı ve ihtiva ettiği müzikal ağırlık, aklımıza Esmerine'i getiriyor. Ne var ki, Esmerine bestelerinden daha melodik ve daha sakin, daha duyguları hedefleyen bir yapısı var Gudnadóttir şarkılarının.

İsminden kolayca anlayabileceğimiz üzere İzlanda menşeili olan hanımefendinin daha evvelden içlerinde múm, Pan-Sonic gibi grupların da yer aldığı bir çok kişiyle ortak çalışmaları mevcut. Elbette aklımıza bir Ólafur Arnalds denkleşmesi geliyor, ama Gudnadóttir'in tek başına yaptıkları da kıymeti ziyadesiyle hak ediyor.

İzlanda'nın kendini ve birbirlerini tekrar eden gruplara yaptığı ev sahipliğinin ardından farklı bir yapıya bürünmesi ve bu yapının bir öncekinden daha sade ama daha nadide olması sevindirici bir durum. Uzun zamandır, göbek bağı birlikte kesilmiş gibi duran İzlanda menşeili gruplar yorucu olmaya başlamıştı, bu yeni dalganın yarattığı değişim ve yeniden yapılanma bizim "abi İzlanda çok güzel yaaaa"cılara da ulaşır mı, en büyük merakım bu.


Sanatçı: Hildur Gudnadóttir
Albüm: Without Sinking

Şarkı listesi:
1- Elevation
2- Overcast
3- Erupting Lİght
4- Circular
5- Ascent
6- Opaque
7- Aether
8- Whiten
9- Into Warmer Air
10- Unviled

DOWNLOAD.

20090805

MØN - MØN






















Hiç çok yakınınızda bomba patladı mı? Ya da bir anda her şeyin yerle bir olduğuna şahit oldunuz mu? Böyle anlarda sanki zamanın durduğunu hissedersiniz; sanki yaşam, his, ışık, ses, koku o patlama anında öylesine yükseğe çıkmıştır ki, ardından her şeyin varlığı önemsiz bir hale bürünür. Bomboş bir sessizlik, ışıksızlık, hissizlik, tam anlamıyla bir hiçlik hakim olur havaya ve takriben bir saniye süren bu zifiri boşluğun ardından infilakın etkileri ortaya çıkar; insanlar inler, toz parçaları havada uçuşur, ışık gözleri delen bir yapıya bürünür, koku çekilmez hale gelir.

Benim herhangi bir konu hakkında kalem oynatma sürecim de buna benziyor. Bir haber okuduğumda, bir fotoğraf gördüğümde, bir film izlediğimde, bir şarkı dinlediğimde, yolda bir berduşun feri sönmüş gözleriyle karşılaştığımda, minibüste giderken bulutlar nazar-ı dikkatimi celb ettiğinde bu infilakı yaşıyorum ben. Öyle gürültülü, öyle kuvvetli bir infilak ki bu, ardından kendimi toparlayamıyorum. Organlarım, hücrelerim, duygularım, fikirlerim karman çorman oluyor. Bir sükûnet hakim oluyor içime. Ardından ise hepsi birlikte hücum etmeye başlıyor, yerli yerine oturmaya çalışıyor. Dağılan her şey bir harfe, bir kelimeye dönüşüyor ve Tetris-vari bir sırayla diziliyor. Yazıların tümünün oluşma hikayesi budur.

Ve lakin, bazen bu durum geçerliliğini kaybedebiliyor. Ekseriyetle yastığa kafamı gömdüğüm anlarda hücum eden anılardan, düşüncelerden, yorumlardan müteşekkil kelime sıraları, her ne kadar o ana göre kusursuz bir yapı taşıyor olsalar da, üşengeçlikten midir yoksa uykunun hükmünün daha fazla olmasından mıdır bilinmez, bir sonraki zamana erteleniyor. Erteleniyor da, o dizilen şeylerin düzeni bir daha arandığında tamamen bozulmuş, yok olmuş oluyor. Dağılmış bir inci kolyenin parçalarını toplamanın getirdiği o bunaltıcı baskının da zihne sirayet etmesiyle iş iyice karmaşık bir hale geliyor. Tabii bu infilakın peşi sıra yazılmayan bir yazının, söylenmeyen sözün hükmü olmadığından, sonradan üzerine eğilmek, incileri toplayıp tekrar bir sıraya dizmek işin masumiyetini, doğallığını bozuyor. Böylesi istemediğim, samimi bulmadığım, zorlama bir şey. Zorlama şeyleri sevmiyorum, saf bulmuyorum. Bu şekilde silinip gitmiş kaç tane hazır yazı, hazır masal, hazır mektup vardı, inanın bilmiyorum.

Bu silinip giden yazılardan bir tanesi de MØN'a aitti. Uzunca bir zamandır arşivimin ve müzik çalarımın gediklilerinden olan MØN için bir yazı kurguladığımı hatta albümlerini Rapidshare'e yüklediğimi hatırlıyorum. Fakat hatırlamadığım bir nedenden ötürü yazının hava olup uçması, su olup akmasıyla birlikte yazının varlığını ete kemiğe büründürmek, yaşamış olduğum acı-tatlı bir olayın vesilesiyle bugüne kısmet imiş.

Genellikle enstrümana ağırlık veren müziklerle haşır neşir olmanın en kötü yanı sanırım bu; akla takılan bir şarkıyı, ufak bir melodiyi hatırlamak için hiç bir somut verinin mevcut olmaması. Dolayısıyla ufak bir melodinin peşinden gözü kapalı bir şekilde koşma zorunluluğu. Haddinden fazla müzik dinleyen ve zihninin haddinden fazla bir kısmını bu tip şeylere ayıran biri olarak, çok sık karşılaştığım bir durum bu. Neyse ki peşinden koşarken de, hafızamı kendime kanıtlama hırsıyla yanıp tutuştuğum, acı ihtiva eden bir oyun olarak algılıyorum bunu. Ama zihnime böyle paslı inşaat çivisi gibi saplanan melodilerin peşinden koşup yakaladığımda ve o çiviyi yerinden söküp çıkardığımda, çivinin pasından olsa gerek, o infilak anı tekrar yaşanabiliyor. Şimdi olduğu gibi.

MØN, Fransız bir grup. Fransızlar, post-rock denegelen janr konusunda ketumlar. Az ama tesiri kuvvetli gruplar çıkıyor Fransa coğrafyasından, M83 gibi, Dont Look Back gibi. MØN da en az bu saydığım gruplar kadar ehemmiyetli ve yarattığı infilak da en az bu gruplar kadar kuvvetli.

Yedi kişiden müteşekkil MØN, kendini bir gruptan ziyade bir orkestra olarak nitelendiriyor. Yaylıların oynadığı rol bakımından da, sahiden orkestral bir hava taşıdıkları söylenebilir. Herhangi bir dile bağlı kalmayan ama bunu da yaparken Hopelandic gibi zırvaların sâyesine saklanmayan sakin bir vokale, sert ve sivri yaylılar eşlik ediyor. Grubun şarkılarının alışılageldik dur-kalklı post-rock şemasından çok farklı bir yerde olduğunu söylemek gerek bu tanımın üzerine, zira bilhassa yaylıların melodik yapısıyla insanın içine usulca sokulmayı ve en doğru yerde infilak ederek en fazla hasarı vermeyi beceriyorlar.

Maalesef kendi adını taşıyan bu albümlerini 2006 yılında yayınlamış olmasına rağmen uzunca bir süre sessiz kalmış bir grup MØN. Ve fakat, internet sitelerinde söylediklerine göre, yazın tamamını stüdyoda geçirmeye ve yeni bir albüm ortaya çıkarmaya kararlılar. Her halükarda, işbu albüm de kendi başına bir çok boyutu, bir çok cevheri ihtiva eden bir yapıya sahip. Öyle ki, hiç beklenmedik bir anda kafaya bir çivi gibi saplanabiliyor. Benim kendi kafamdan taze çıkardığım bu çiviyi size sunuyorum, meraklısı için yeterli büyüklük ve sivrilikte olan bu çiviye gözünüz gibi bakacağınıza, yeri geldiğinde de gözünüze saplayacağınıza inancım tam.


Sanatçı: MØN
Albüm: MØN

Şarkı listesi:
1- Ni
2- Try
3- Fimm
4- C.
5- Shannon
6- SMZ
7- Ti

DOWNLOAD.

Rafet El Roman - Sorma Neden



Rafet El Roman'ın ilk albümü Gençliğin Gözyaşları'nın klip parçalarından biriydi Sorma Neden. Gençliğin Gözyaşları benim için anlam ihtiva eden bir albüm. Rafet El Roman albümünün ihtiva ettiği anlam mı olabilirmiş diye sorabilirsiniz, Yecüc ve Mecüc boyutlarındayken ilk sevgiliden alınan ilk hediye bu albüm ise fazlasıyla olabiliyor. Bir de bu şarkıyı çalmaktan korkunç bir haz almam da ayrı bir boyutudur işin ama pek girmek istemiyorum ona, girince çıkamıyorum zira.

Rivayete göre, tam da klipteki hikayeye benzer bir durum yaşayan, eşini kaybeden bir arkadaşı için yazmış şarkıyı Rafet El Roman. O dönemlerde Türk popüler müziği klip yönetmenlerine sirayet etmiş "Arkadaş Ölme Klibi" furyasının pek de tepeden inme bir şey olmadığını söyleyebiliyoruz o yüzden bu klip için. Lakin bu Arkadaş Ölme Klibi furyasının tavan yaptığı Ayna-Gittiğin Yağmurla Gel klibine ve kel ağabeyimizin haset ve inkarla dolu mimik ve jestlerine dikkat çekmeden de edemeyeceğim. Rafet El Roman klibine ve şarkısına ait anıların kıvılcımlanmasının müsebbibi de bu Ayna klibidir zaten.

Bu klibin sepia tonunun yanı sıra kasket ve bisiklet detayları bir dönem tüm aşk fotoğraflarını bu üç ayağa oturtmuştu. Klipte oynayan ağabeyin yakışıklılığı, kızlar için bir standart olduğu gibi, şurayı da işaret edeyim burayı da işaret edeyim tavrı beni çok fena germişti zamanında. Yine de, klip tarihimizin en başarılı kliplerindendir Sorma Neden, Türk popüler müziğinin nadide örneklerinden biri olduğu gibi.

Son olarak bu klipteki arkadaşlığın hayranı olduğumu da söylemem lazım. Arkadaşlık denen mefhumu "sana kadın mı yok, bırak onu geri dönerse senindir dönmezse aslında senin olmamıştır!!!!" klişeleriyle değerlendiren bir toplum zihnini aydınlatmalı bu klip. En kötü anında, seni bu kadar iyi anlayan, anladığı için tek kelime etmeyen ama elini omzuna atıp sadece susan arkadaş, en iyi arkadaştır. Bu klip de onun kulu ve elçisidir.

20090801

Jesu - Infinity




















Yaz aylarının müzikal açıdan ne kadar kurak geçtiği malum. İnsanı heyecanlandıran, duygularını kabartan albümlerin zaten nadir bulunan cevherler olduğu gerçeğini zaten kabullendik, bilhassa yaz aylarında bu nedretin dozu daha da artıyor, çölde su bulmuş gibi seviniyoruz. Lakin duyurular neticesinde beklemek, insanın sabrını yumuşatıyor. Heyecan ve duygu vaad eden albümlerin, temmuz-ağustos gibi çıkacağını biliyor ve bu gerçekten hareketle müzikal susuzluğumuza gem vurmaya çalışıyorduk. Bunun yanı sıra, hayal dünyasını yıkabilme kudreti taşıyor beklentiler. Vasatla yetinmek, sevmeye çalışmak, zorla sevmek gibi duyguların en mekruh tadını beraberinde getiriyor bu beklenti denen illet.

Bu sebeple ben, albümleri hastanın sabahı beklediği gibi beklemeyi sevmiyorum. Eğer içimdeki "albüm çıkıyormuş" heyecanını, dinlediklerimin bana vermesi gereken heyecanla karıştırırsam duygularım karman çorman olur, hiç bir tad alamam.

Jesu'nun duyurulan yeni albümü için de heyecanlanmamaya imtina ettim, gurbet yolu gözler gibi albüm yolu gözlememeye, şu kadar şarkı olacakmış kapak buna benzeyecekmiş gibi dekoltelere bakmamaya çalıştım. Ve fakat bazı albümlerin özel olma potansiyeli taşıdığı ruhumuzca mühürlenmiş bir gerçektir, Jesu'nun herhangi bir albümü üstünde de bu mühür a priori bulunmaktadır.

Bu tip albümler tanıtılırken, genelde kadim zamanlarda, albüm eleştirmenleri ekseriyetle "Albümü aldım, eve geldim ve kaset çalara takıp dinlemeye başladım" diye bir girizgâh kullanırlardı. Ben ise ecnebinin "pleasure-delayer" dediği cinstenim, mesafeyi alabildiğince arttırmaya, dayanılamayacak o noktaya gelmeye çalışırım. Bu yüzden az evvel bahsettiğim mührü taşıyan albümleri dinlemeden önce demlenmelerini beklerim, albümün ön-kritiğini, dedikodusunu yaparım. Bugün de albüm hakkındaki Mega Magazin programında, "tek şarkılık albüm mü olurmuş, dinlenmiyor öyle adamı kitliyor, bir bölümü seversin bir bölümü sevmezsin onun avına mı düşeceksin trackbar'da" gibi haberlerle konunun üzerine eğildim. Albümü olabildiğince kötüledim, rezil-i rüsva ettim, beklentilerimi zemin kata indirdim.

Albümün başlangıcında yaklaşık üç dakika süren ve yer yer Erol Köse prodüksiyonu izleri taşıyan civcivli bölüm neticesinde, dedikodularımın gerçeğe dönüştüğü gibi bir hisse kapılmış olsam da, albümün içine düşmem çok da uzun sürmedi. Bu tek şarkıdan oluşan albüm, Justin Broadrick'in evvelce söylediği gibi sahiden de Jesu'nun en 'organik' albümü olma özelliği taşıyor.

Şarkı yapısı itibariyle alışkın olduğumuz Jesu tadından farklı değil, fakat yirminci dakikanın ortalarına kadar sadece "çok iyi" olan şarkı, bundan sonra kopuveriyor. Albümün bu dakikasından sonuna kadar olan bölümü, Justin Broadrick'in magnum opus'u olarak kabul ediyorum ben naçizane. Bu oldukça subjektif bir yorum tabii ama ben hayatımda bu kadar yoğun, bu kadar zifirî çok az şey dinledim ve var olan tüm olumsuz şartlara rağmen bu saymış olduğum özelliklerin benliğime bu kadar doğrudan sirayet etmiş olması, bu albümün beni tam kalbimden vurduğunun delaletidir. O kadar zamandan sonra, insanın kulaklarının değil ruhunun pasının silinmesi işte tam da böyle bir şeymiş.


Sanatçı: Jesu
Albüm: Infinity

Şarkı listesi:
1- Infinity
DOWNLOAD.