20110613

A Storm Of Light - As The Valley Of Death Becomes Us, Our Silver Memories Fade


Toplam yaşadığım yıl sayısını, kemiklerimi kaç defa kırdığıma oranlarsam yaklaşık dört yılda bir, bir taraflarımı kırdığım gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Böylesi bir oranın beraberinde bir alışkanlığı getirdiğini düşünüyorum hiç bir zaman kemiklerimin kırılmasıyla ilgili bir korku yaşamadım, hatta zaman zaman hayıflandığım "şu uyluk çok aylak kaldı, bir kırılaydı iyiydi" diye düşündüğüm de vakidir. Esas korkum, kemiklerin kırılması ya da alçıyla dolaşmaktan çok, alçının çıkarılma anıyla ilgili. Hijyenik şarküterilerde pastırmaları şeffaflaşacak kadar ince dilimleyen makinelerin biraz daha insani boyutlarda olanlarıyla yapılan alçı kesme işlemlerinin hepsinde acaba kemiklerim de kesilir mi korkusu bütün vücudumu, beynimi ele geçirir. Bu benliğe hakim olan müthiş korkunun uyuşturucu, uzaklaştırıcı bir etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yani bir noktadan sonra o korkuyu, o tahammül edilemez endişeyi yaşamak, tüm hücrelerinle tüm sinir uçlarınla sadece ama sadece "kemiğim kesilecek mi" korksuna yenik düşmek kendimle yüzleşmemin belki en yalın, en direkt haliydi ve bunun gerçekten ulvi bir tecrübe olduğuna inanıyorum.

20110521

Ocoai - The Electric Hand













Bayram. Büyüdüğümüz gün. Anne ve babamızın özenle seçerek aldığı yepyeni kıyafetleri, gıcır gıcır ayakkabıları giymek için öyle bir sabırla bekleriz ve günün doğmasını o kadar çok isteriz ki, Şeytan'ın kendisi bile en temiz insanın ruhunu ele geçirmek için bile bu kadar sabretmemiş, içindeki yanan arzu ateşi bu kadar harlanmamıştır. Çok zordur o geceler, çok karanlıktır, ama o karanlıkta gardrobun iki kapısının aralığından çalılarda saklanan bir ecinnin kıpkırmızı gözleri gibi parlar o yeni kıyafetlerin ışığı. Nefsimiz ile ilk kez tanıştığımız bu gecelerde, irademize yenilip defalarca açtığımız gardrobun kapaklarının gıcırtıları kimseyi uyandırmasın diye gösterdiğimiz katil inceliği ertesi gün yerini boşvermişliğe bırakırken annemiz "bu leke nasıl çıkacak" diye kara kara düşünür. Oysa bayram sabahı taç giyme merasimine çıkacak kralın etrafında dönen saray eşrafı gibidir bizi giydirir, saçlarımızı tarar, ayakkabılarımızın bağcıklarını bağlarlarken.

20110406

Limbo Pillow Mixtape #05.















Kandırıldım; uzunca bir süre boyunca gökyüzünü kuzenlerimin boyadığını zannettim. Herkes uyurken bir merdiven yordamıyla uzanıp sabahı getirdiklerine, akşam da herkes uyusun diye yine merdivene çıkıp bir kova zifti gökyüzüne boca ettiklerine öyle bir iman etmiştim ki aksi yöndeki iddiaları kesin bir dille reddediyor, beni aksi yönde endoktrine etmeye çalışan anaokulundaki arkadaşlarıma "benim inancım bana senin inancın sanadır" diyordum. Gel gör ki bu kadar yürekten inandığım bir durum karşısında açıklayamadığım bazı vakalarla da karşılaşmıyor değildim. Mesela gün içinde hava açıkken nasıl bir anda kapanıyordu yahut iki dakika önce kapkara bir gün nasıl bir anda aydınlanıyordu? Yaptığım uzun ve kararlı araştırmalardan sonra kuzenlerimin beni kandırdığını geç de olsa anladım, zira evde ne boya kovası ne boya fırçası ne de merdiven bulamamıştım. Hal böyleyken ben istemeyerek de olsa hava olaylarının astronomiyle direkt alakalı olduğunu kabul ederken, arkadaşlarımın çoğu da aynı hava olaylarını teolojiyle ilintileyerek Mikhail'e inanmayı tercih ettiler.

Gel gör ki, hava olaylarının astronomiyle olan alakasına olan inancım uzun yıllar boyunca mart aylarında zayıfladı. Mart neden kapıdan baktırıyor, kazma kürek yaktırıyordu? Öğretmenler neden bu konuda kompozisyon yazmamızı istiyordu, bu kompozisyonlarla ne tip bulgulara ulaşmaya çalışıyorlardı, bu bulgularla hangi güç odaklarına hizmet edeceklerdi? Haber bültenlerinde neden spikerler ve muhabirler "mart kapıdan baktırır..." dedikten sonra cümlenin devamını sokaktan birine getirtiyorlar, bu esnada da müstehzi bir biçimde gülümsüyorlardı, bu neyin propagandası, bu neyin dümeniydi? Ülke üzerinde oynanan bu oyunlarla neye uğradığını şaşıran, aptala dönen insanlar mart bittiği gibi neden her yerde gevşeyen gönül yaylarından bahsedecekti? İktidarın kazma kürek yaktırma söylemine karşın oluşan bir kontra mıydı gönül yaylarının gevşemesi, bir şifre miydi, bir direniş miydi? Neden her sene yaşanan bu salak, saçmasapan döneme bir kişi de dur deme cesaretini göstermez, kitlelere önderlik etmezdi? Yoksa ederdi de susturulur muydu? Tüm bunların bir tesadüf olabilir miydi, hiç sanmıyorum!

Tüm bu manasız olaylar silsilesi bir yana, benim her sene mart aylarında içine girdiğim bir ruh hali var. Zira her sene bu zamanlar, geçmişimdeki yeni yetme punk evimin kapısını çalar, insan gibi zile basmayı bile bilmez, bütün evi sigara kokusuyla batırır, bağıra çağıra konuşur, devamlı küfreder. Ama hakkını vereyim, çok güzel müzik dinler. Zavallının mp3 playerı yoktur, hala discman kullanır ve yanında o kocaman discman'in yanı sıra cd'lerini sakladığı kocaman bir cd-case'i de taşımak zorundadır ki, bu cd-case'i markerlarla stickerlarla saçma sapan bir şekilde dekore etmeyi de unutmamıştır. İşte bu grotesk cd-case'in içindeki albümlerle ilgili uzun zamandır bir kaç kelam etmeye niyetliyim, önümüzdeki zamanlarda bazı albümlerle ilgili kalem oynatmam olası. Ama ondan evvel ufak bir mixtape yapmayı arzuladım, zira mixtape hazırlamayı ve dinlemeyi epey özlemişim, siz de bir aperatif olarak kabul edebilirsiniz.

İşbu mixtape'te yer alan tüm gruplar Amerikan menşeili. Hatta bir kaçı hariç neredeyse hepsi aynı plak şirketinin, Victory Records'un, rahle-i tedrisinden geçmişler. Bir ekolün etkisinin genişliği, basit doğan bir müziğin nasıl ilerlediğini, komplikeleştiğini, dallanıp budaklandığını da vurgulamak istediğimi itiraf edebilirim. Adet yerini bulsun diye ufak ufak üstünden geçeyim grupların istiyorum: Sick Of It All, punk-rock olarak isimlendirilen janrı hardcore'a evrimleyen grupların başında, alfa. Stretch Arm Strong hardcore denen janra gömülmüş "attitude" olgusunu en düzgün şekilde vurgulayan gruplardan biriydi, şarkısı da bu durumun bayrağı denebilir. Strike Anywhere politik söylemin yanında müziğin melodi oranını da arttırdı müziğin. Ignite bu melodik hardcore kavramını biraz daha ileri götürdü, Slowdown şahsım nezdinde tüm zamanların en güzel melodilerinden birini ihtiva etmekte olan bir şarkı. Snapcase şarkısı Zombie Prescription ise tam anlamıyla "sakat" bir şarkı, şizofrenik bir vaka. Boysetsfire mevcut politik söylemin yanına eser miktarda kişisel duygu yükleyerek emotional hardcore'a öncülük etti. Rise Against bu mixtape içinde belki en yaygın olarak tanınan grup, günümüzde hala aynı çizgisini koruyarak devam etmekteler ki son albümleri Endgame'in dumanı tütüyor. Shai Hulud ve Poison The Well janrın kalıplarını epey zorlayarak daha yırtık ve punk'tan ziyade metal'e daha yakın olan bir müzik yaptılar. Atreyu yine Victory Records bünyesinden çıkıp metale doğru koşan grupların başında geliyordu, elektropop kokan bazı ögelerin yanında saf heavy metal riff'lerine de yer verdiler. Strife şarkısı Will To Die'da kulağınıza tanıdık gelen vokal Deftones vokalisti Chino Moreno'ya ait. Misery Signals "metal etkileşimli hardcore" kavramını metalcore'a evrimleyen grupların başında geliyor, ki şarkıları Failsafe iniş ve çıkışlarıyla gerçek bir şaheser. Earth Crisis müziklerinden çok veganizm konusundaki militan tavrıyla tanınan bir grup oldu hep ne yazık ki, ama End Begins gerek müziği gerek vokal kullanımı ve tabii ki düzenlemesiyle dinlenmesi elzem bir şarkı.

Yukarıdaki tüm grupların şarkılarını seçerken, yüklerken, bu yazıyı yazarken kendimi mutlu hissediyor olmam, beni ziyaret eden o yeni yetme punk'a gülümseyerek ve minnetle bakmak benim için çok önemli bir şey. Çünkü o yeni yetme punk, dinledikleriyle birlikte, şu an müzik sahnesindeki çok az grubun öğretebileceği şeyler öğretti. İzninizle bu blog'da bir ilke imza atarak For The Record'dan alıntılayacağım ki bu mixtape'in ana duygusu bu şarkının bu satırlarında huzur içinde yatmaktadır:

..the magic of those songs sustain me through the years
I heard the word sincerity and I know now what that means
I learned it first with Black Flag, mohawks, combat boots and torn-up jeans.




1- Sick Of It All - America
2- Stretch Arm Strong - For The Record
3- Strike Anywhere - Infrared
4- Ignite - Slowdown
5- Snapcase - Zombie Prescription
6- Boysetsfire - Rookie
7- Rise Against - Prayer Of The Refugee
8- Shai Hulud - This Wake I Myself Have Stirred
9- Atreyu - Lip Gloss And Black
10- Poison The Well - Artists Rendering Of Me
11- Strife - Will To Die
12- Misery Signals - Failsafe
13- Earth Crisis - End Begins

DOWNLOAD.

20110404

Explosions In The Sky - Take Care, Take Care, Take Care




















İlkokulda "zaman"dan anladığımız şey, arka duvardaki panoya raptiyelenmiş genişçe bir tarih çağları şeridinden ibaretti. Mevsimlerin olabilecek en ekspresyonist şekilde resmedildiği (iki gürbüz çocuğun güneşlenmesi, dökülmüş yaprakları temizlemesi, kar topu oynaması ve çiçek toplaması) mevsimler tablosunun hemen altındaki bu şerit, insanların yazıyı keşfetmesiyle beraber gizli kocaman bir elin kocaman bir kronometreye basarak tarihe start verdiği gibi gigantik delüzyonlara sebep olmakla kalmamış, kavimlerin birbirini ittire ittire göç etmesi ve İstanbul'un fethinin "Haydi aslanlar; şehri fethettik, madem ki fethettik şehre girerken kırmızı bir kurdelayı makas ile keserek ve makas kesmiyor ehiehi diye bahşiş koparmak isteyen fırsatçıyı da zengin ederek Yeniçağ'a da giriverelim." şeklindeki bir mizansenle gerçekleşmesi gibi bir imgeyi de şahsen benim zihnime kazımıştı. Bu imge çok da kalıcı olmamıştı, zira lisedeki tarih bilgimiz daha komplike ve daha evrensel gerçeklere uygundu. Buna göre Yeniçağ adını verdiğimiz dönem, İstanbul'un fethi sebebiyle Roma'ya kaçan alim ve sanatçı tayfasının, "İstanbul'dan kaçtığımıza göre artık bilim ve sanat alanında çalışmalara başlayabiliriz, oysa İstanbul'da hep tembel tembel yatıyorduk, potansiyelimizi kullanmıyorduk, işte şimdi başlıyoruz, derslerimize günü gününe çalışacak ve eve geldiğimizde tekrar yapacağız!" benzeri bir karar almasıyla Rönesans'a ve reformlara imzalarını atmalarıyla başlamıştı. Üniversitede ise hocalar artık ne yapsak da tüm tarihi ecdadımıza mal etsek takıntısından kurtulup, ne yapsak da tüm tarihi yanlışları ecdadımızla ilişkilendirsek takıntısıyla hareket ederek, skolastik düşüncenin rasyonalizm, pozitivizm ve progresivizm karşısında yenildiğini ve böylece karanlığın yırtılarak bir aydınlık doğurduğunu, bizim de bu esnada karanfilli armut tatlısı, keşkül, güllaç yemekten başka bir halt yemediğimizi bize öğretmişlerdir.

Tüm bu hikayeden çıkarılacak sonuç şu olabilir; vakalar sabit olsa da kavramlar değişkendir ve bu kavramları nasıl yorumladığımız, vakaların getirileriyle ilgili çıkarımlarımızı da etkileyecektir. Tam da bu yüzden insanoğlu zamanına uygun kavramları baskın yorumlama teknikleri olarak kabul ederek, olaylara kollektif bir bilinçle bu kavramlar üzerinden yaklaşır ve en sonunda bu kavramların bayatladığını/bozulduğunu fark ederek, yeni bir zaman için yeni bir kavram damıtır. İşin ilginç yanı şu ki, bu yeni kavram sadece öncülüne karşı anti-tez üreterel  var olabilir ve bu şekilde de en az öncülü kadar uzunca bir süre varlığını sürdürebilir. Tarihçileri, politikologları, sosyologları bir kenara bırakalım da aklı azıcık çalışan bireyler olarak şunu soralım: dünya toplumunun -insanoğlunun- büyükçe bir çoğunluğu nasıl olur da birbirine bu kadar zıt olan kavramları kabullenebilir, olaylara bu kadar farklı açılardan bakıp hayatlarını, düşünce mekaniklerini, beğenilerini bu zıt kavramlara göre yıkıp baştan inşa edebilir, belirleyebilir? Bulacağımız yanıt kuvvetle muhtemel şu olacaktır: İnsan belirli, köşeleri keskin, başı sonu belirlenmiş, kuralları konmuş, ne olduğu netlikle anlaşılabilecek bir şeyin -herhangi bir şeyin- güvenine sığınır. Çünkü bu şeyin düzeninin, tanımlılığının, belirliliğinin kendi hayatının idamesi için ihtiyaç duyduğu düzene öncüllük edeceği fikrindedir. Bu yüzden kavramların birbirine ne kadar zıt olması değil, sadece tanımlarının net olması, belirli ve düzenli bir şablon oluşturması geniş kitlelerce benimsenmesi için yeterli olmuştur. En nihayetinde kavimler popolarını nazikçe tokuşturarak birbirlerini itmiş ve göç etmiş değillerdir yahut Ulubatlı Hasan göğsüne saplanan sayısız oka rağmen surlara üç hilalli bayrağı dikerken bayrak sopasını bir anda tüm dünyayın düşünce sisteminin değişmesine sebep olacak bir bilgisayarın tuşuna denk getirmiş değildir, insanlar sadece "yeni" ve "ne olduğu belli" bir düşünce sisteminin "daha iyi" olduğu gerekçesiyle kabullenmiş, böylece ilkokul sınıfındaki panoya raptiyelenmiş tarih çağları şeridini basacak matbaacılar ve öğretmenler rahat bir nefes almıştır.

Anlatmış olduğum bu düşünce mekaniği, sanat dediğimiz olgunun tüm dallarında da gözlemlenebilir ki, bu kadar uzun bir açıklama yerine daha basit ve daha üstten bakan bir yaklaşımla bu duruma kısaca "trend" diyoruz. Burası ekseriyetle müzik hakkında yazılan bir mecra olduğu ve bu konu başlığı da iki post-rock grubu olduğu için, bu yazı başından beri anlatageldiğim hakim anlayışın, yani trendin, mecra ve konu bazında yarattığı sonuçla, yani post-rock janrının trend olmasıyla sadede gelelim.

Post-rock kavramı sadece fonetik olarak değil, onomastik olarak da sırtını post-modernizme dayamış bir kavram. Sözünü ettiğim hakim görüşlerin birbirinden damıtılması ve düzenli bir bütün oluşturması sürekliliğine son veren bir olguydu post-modernizm; zira post-modernizm sadece öncülü modernizmin değil, modernizme kadar biriken tüm hakim anlayışların anti-tezi olma fikriyle ortaya çıkmıştı. Belirli bir düzen olmadan, moral değerleri umursamamaya gayret ederek daha özgür, daha doğru ve en önemlisi devamlı değiştirek kendimizle çelişme kısır-döngüsünü kırma iddiasıyla savunulan bir anlayıştı bu. Bu anlayışa atıfta bulunarak kullanılan post-rock janrı da son trend olan rockın (ve öncülerinin) dikte ettiği düzeni, tanımlarını reddederek, suyun içine konduğu kabın şeklini almasını değil akıp gitmesini ve kendi şekline ulaşması imgesiyle varoldu.

Bu bağlamda daha önce defaatle dile getirdiğim bir rahatsızlık, bir huzursuzluk taşıyorum. Tafsilatıyla uzun uzun bir kez daha anlatma niyetinde değilim, çoğunuzun bu husustaki fikirlerime aşina olduğunuz inancındayım, değilseniz ve merak içindeyseniz araştırma özgürlüğünüzü hatırlatmak isterim ki Change Of Plans yazısı ve yorumları harika bir başlangıç noktası olabilir. Ancak kısacık da olsa değinmek isterim ki yazının temelini şekillendirecek bir husus mevcut: Post-rock diye tanımladığımız janrın, kendisini tanımlayan belki de en önemli elementin -tanımsızlığın- kaybıyla bayatlaması mevzu bahis. Yanisi şu; artık bir çok grup, "post-rock yapma" gibi salakça bir saikle yola çıkarak, tanım gereği tanımsız olması icab eden bu janrı tanımlandırmaya, kalıplamaya zorluyorlar. Heyecanlı yeni yetmelerden ziyade janrın öncüleri kabul edilebilecek grupların bu zorlamalarında ısrarcı olmaları beni öfkelendiriyor.

Explosions In The Sky son albümüyle janrın öncüsü kabul edilen bu gruplar arasındaki "janrı kendi üzerinden tanımlama" rolünü sağlamlaştırıyor. Take Care, Take Care, Take Care Explosions In The Sky'ın altıncı (Arap rakamıyla 6, Roma rakamıyla VI) stüdyo albümü, bu arada yapılmış kısa çalarları, üstlenilmiş bir soundtrack albümünü saymıyorum. Tekrar ederek yazarsak belki ilginç bir albüm ismi olur mantığını ve çirkinler çirkini albüm kapağını bir kenara koyuyorum, ancak 11 senedir yaptığımız şeyi tekrar edersek belki yaptığımız şey ilginç olur anlayışını kabullenmem pek mümkün değil. Bir grubun bir janrı bu kadar etkilemesi, bu kadar albüm yapması, müzik evreninde gerçekten de uzun sayılabilecek bir süredir tavaf etmekte olması nasıl oluyor da böyle bir sonuç veriyor, böyle bir cürete geçit veriyor çok şaşırıyorum. Daha da şaşırdığım nokta insanların tekrar ettikçe tekdüzeleşen, bayatlayan bu müziği nasıl dinleyebildikleri. The Earth Is Not A Dead Place gibi gerçekten harikulade bir albüme imza atan bir grubun sekiz yıl boyunca hala aynı sularda gezinmesi, daha da kötüsü bu sekiz yıl boyunca üstüne neredeyse hiç bir şey koyamamış olması gerçekten çok trajik bir tablo ortaya çıkarıyor.

Olayın vehametini açıklayacak en net anektod şu olabilir: Take Care, Take Care, Take Care nam albümün çıktığından bihaber olsam, herhangi bir yerde bu albümün şarkılarından herhangi birini dinlesem, dinlediğim şeyin Explosions In The Sky'ın çıktığından bihaber olduğum albümüne ait bir şarkı olduğunu anlayabilirim. Grupların kendilerine özgü müzikal anlayışları olmasını, tıpkı bir yazarın nev-i şahsına münhasır bir üslubu olması gibi, kabul edebiliyorum. Ama nasıl devamlı aynı üslupta, aynı settingde, aynı konuda birbirinin neredeyse aynı kitapları yazan ve çok da satan Dan Brown'u değil de, yine aynı settingi ve aynı üslubu elden bırakmadan müzik/gemicilik/mekanik gibi konuları ele alabilmeyi başaran İhsan Oktay Anar'ı "daha yazar" kabul ediyorsam, yılda iki üç farklı kayıt çıkarıp her birinde farklı bir tadı yakalayabilen Arms And Sleepers'ı örneğin, ya da her albümünde farklı bir alana elini atan This Will Destroy You'u hemşehrileri Explosions In The Sky'dan "daha müzik" olarak algılıyorum. Onlar da olmasa diyebilirdim ki, Explosions In The Sky bir zamanlar içinde önemli bir malzeme olarak yer aldığı post-rock janrını kalıplara sokuyor, belirliyor, tırnak içlerine hapsediyor. Zira bir çok dinleyicinin söz konusu janrdan anladığı bu ve bunun gibi kendini tekerrür eden gruplardan ibaret oluyor. Gel gör ki az önce göz kırptığım Arms And Sleepers, This Will Destroy You ve daha niceleri buna engel oluyorlar, zincirleri kırıyorlar, tırnak içlerini başının iki yanında parmaklarını iki kere kırmak suretiyle göstermeye çalışan itici dangalak adamın parmaklarını büküyorlar.

O sebepten ricam şudur ki, bu albümden sonra Explosions In The Sky ve post-rock kavramlarını yanyana kullanmayalım, keza bu grup sadece kendi müziğini yapıyor, daha fazlasını değil. Beş yıl sonra çıkartacakları yeni albümde aşağı yukarı aynı şeyleri dinlemek istiyorsanız sabırla bekleyebilirsiniz ancak o süre içinde boynuz kulağı geçmiş, ilkokuldaki minikler mezun olup hocalık yapmaya başlamış olacak, bu da aşikar.


Sanatçı: Explosions In The Sky
Albüm: Take Care, Take Care, Take Care

Şarkı listesi:
1- Last Known Surroundings
2- Human Qualities
3- Trembling Hands
4- Be Comfortable, Creature
5- Postcard From 1952
6- Let Me Back In


DOWNLOAD.

20110327

Long Distance Calling - Long Distance Calling






















Hepimize olmuştur; uyurken sonsuz derinlikte bir kuyuya düştüğümüzü hisseder ve büyük bir korkuyla uyanırız. Jack London bu hissi maymunlardan miras aldığımızı iddia eder: Bulabildikleri en konforlu ve güvenli yatak ağaç dalları olduğu için ve modern insanın karyolalara monte ettiği parmaklıkları ne yazık ki akıl edebilemedikleri için muz ve envai çeşitli kabuklu yemiş dolu rüyalarından sık sık havada uyanan atalarımızın bu hissi genlere öyle bir biçimde sirayet etmiştir ki, insani duygularımızı, tüm bilimsel ve evrimsel kusursuzluğumuzu alt ederek bir kaç kırmızı baloncukla su yüzüne çıkar. Öyle sanıyorum ki, uykudaki bilincimizin içimizdeki o hayvanla münakaşa edemeyecek kadar zayıf olmasıdır bu yenilginin sebebi. Bilincimizin duvarlarının, hücre çeperlerinin inceldiği çoğu zamanda da vuku bulur buna benzer vakalar; öptüğümüz dudakları ısırırken, sevişme esnasında hırlarken, hiddetlendiğimizde etrafa bir şeyler savururken ya da birinin suratını küflenmiş vişne reçeline çevirecek kadar acımasız yumruklar atarken içimizdeki kim bilir hangi hayvan, onu sakladığımız köhne yerde, kalın metal parmaklıkların arkasında, karanlıkta gözleri parlarken sırıtır, kaslı arka ayakları üstünde şöyle bir gerilir, sivri tırnaklarını pençelerinden çıkarır, tüm o koca ve korkunç cüssesine rağmen ufak sevimli bir kedi gibi tam da göğüs kafesinden keyifli bir hırıltı gelir. Böyle anlarda biz o hırıltıyı duyarız.

Long Distance Calling'i ilk dinlediğim günde de, aradan geçen o kadar zaman ve dört ayrı albümden sonra bugün de, kulaklıkların ya da hoparlörlerin kulağıma ilettiği ses dalgalarında işte ben o hırıltıyı duyuyorum her notanın içinde; notaların kuyruklarında kirli, kanlı dişler ve sivri tırnaklar var. Bu ilkel sahicilik Long Distance Calling'i bambaşka bir mertebeye yerleştiriyor şahsım nezdinde, belki sadece bana değil, içimdeki o hayvana da doğrudan hitap edebildiği için. Ancak sözünü ettiğim bu ilkellik, yerinde sayan, değişmeyen, zamanın ruhuna yenilen bir ilkellik değil. Long Distance Calling sürekli olarak evrimleşen, bu evrimin çağlarını da sadece albümlere değil şarkılara hatta şarkıların içindeki geçişlere bile yedirmeyi başarabilen bir müziği icra ediyor.

Müzik piyasasında adı konulmamış bir kural var; kendini/ismini olgun gören, niteliğini tanımlamaya muvaffak addeden sanatçılar, bu muvaffakiyetlerini albüm isimlerine taşıyorlar. Yani bir grup ya da bireysel müzisyen ya da her neyse, kendi gelişiminin muhasebesini yaptıktan, dört işlemi tamamlayıp sonucu bulduktan sonra kebir defterine kendi ismini yazmaya -nihayet- layık buluyor; ecnebinin "eponym" yahut "self-titled", bizimse "kendi adını taşıyan" dediğimiz olayın hikayesi bu. Long Distance Calling'in bu mertebeyi kendilerine layık görmesi, bir dört başı mamur stüdyo albümü, iki çok ses getirmiş kısa çalar ve bir split'ten sonrasına denk geliyor ki, bu "piyasa" adını verdiğimiz vahşi ormanda sıklıkla rastladığımız bir şey değil. Bunu bir mükemmeliyetçilik göstergesi ve alçak gönüllülük olarak algılıyorum, öte yandan da "İşte ben bunu yaptım, şimdi iç rahatlığıyla kendi ismimi vurguluyorum" duygusunu barındıran Dede Korkutçu bir yaklaşım olarak düşünüyorum. Her halükarda beni memnun eden bir şey bu, grubun albüme ismini vermiş olması detayı.

Sözünü ettiğim evrim bu albümde kendini hiç olmadığı kadar yoğun bir ölçüde gösteriyor, yavaş yavaş faz değiştiren bir materyal Long Distance Calling'in müziği; gelişen, büyüyen, öğrenen bir canlı. Evet ısırıyor, pençelerini geçiriyor, sonradan sonraya mağaranın duvarlarına resim yapıyor,ateş yakıyor, alet kullanmayı öğrenip kulaklarımıza çiviler çakıyor amma bazen de ürkerek kaçıyor, karanlığa saklanıyor, inine dönüyor. Tüm bu yenilik hali büyüleyici, göz kamaştırıcı. Ancak bu albümde de kendini belli eden çok önemli bir detay var ki, Long Distance Calling'i muadili gruplardan ayırıyor. Bu grup kendi istediği müziği yapıyor, damarlarındaki kana, genlerindeki kodlara engel olmaktansa, ormanındaki diğer hayvanlara uyum sağlamaktansa kendi bildiğini okuyarak çevresini değiştirmeyi göze alıyor ve biz biliyoruz ki ormanın kralı ancak böyle olunabiliyor. Katatonia'yı çok sevdiklerinden ötürü Jonas Renkse'yle birlikte bir Katatonia güzellemesi yaptıkları Avoid The Light'tan sonra bu sefer de Middleville ile Alice In Chains'e saygı duruşunda bulunuyorlar. Öyle ki bu iki şarkı, yer aldıkları albümlerin değerini katlayan, tüm müzikal farklılıkları yok saydıran hatta farklılığın tadını geniş bir ölçüde sunmayı başaran iki şarkı olarak kulaklarımıza, dilimize, hafızamıza yapışıp kalıyor. Tüm bu önüne "post" eki koyduğumuz janr temellerinin üstüne inşa ettikleri su katılmamış heavy metal riff'leri, soloları da cabası, ki bu kadar özlem duymamıza rağmen eser miktarda elde edemediğimiz bu tadı cömertçe sunmaları bile başlı başına bir güzellik halesine çeviriyor Long Distance Calling cd'lerini.

Kalçalarından çıkan ağır ve sert adımlarla, gürleyerek, göğüslerini gere gere işte ben buyum dedikleri albümle birlikte, kendilerini dinlediğim ilk andan beri hissettiğim bir hissi, "Bu adamlar büyük olacak" düşüncesini doğruluyor Long Distance Calling. Almanya'dan bahsederken nasıl Oliver Kahn'ın, Oktoberfest'in yanına Rammstein'ı eklemlemeden duramıyorsak, çok değil bir kaç albüm sonra Long Distance Calling'i de bu şekilde anacağımızı düşünüyor, heyecanlanıyorum. 


Albüm: Long Distance Calling

Şarkı listesi:
1- Into The Black Wide Open
2- The Figrin D'an Boogie
3- Invisible Giants
4- Timebends
5- Arecibo (Long Distance Calling)
6- Middleville
7- Beyond The Void

20110325

Yeni Sayfa.






































Bundan bir kaç ay evvel, uzunca bir süre yazmayacağımı -en azından bu blog'da yazmayacağımı- söylemiştim; ufak bir veda yazısı ve geç kalmış bir teşekkür idi. Bu kararı almamdaki temel neden şuydu; 2010 yılı gerçekten de benim kulaklarım için kötü bir yıldı ve yazmamı tetikleyecek albümlerin azlığı çoğu zaman Limbo Pillow'un üstünün tozla kaplanmasına sebep oluyordu. Bu düzensizlik, bu yarım kalmışlık hali çok sevdiğim bir durum değil, biriktikçe de içten içe dert yaratan, baskı kuran bir olgu. Müziğin tetiği düşmeyince, namluda sıkışmış bir kurşun haline geliyor söylenecekler.

Galiba benim bu şekilde ses kartıma, hoparlörlerime, klavyeme, monitörüme küsmemi bekliyormuş her şey; bir kaç ay içinde ardı ardına çıkan fevkalade albümler geri adım attırıyor şimdi bana. Eninde sonunda bir gün tekrar yazacağımı, buradan vazgeçemeyeceğimi biliyordum ama bu kadar erken olması hem şaşkınlık hem de tuhaf bir neşe yaratıyor içimde.

Son bir kaç saatimi sözünü ettiğim bu yeni albümlerle ilgili ufak paragraflar yazarak geçirdim, bu sefer ister istemez boşlamak durumunda kaldığım bir "geçen yılın en iyileri" formatına da atıfta bulunarak. Sonradan bu albümlerinin hepsinin hususi birer yazıyı hak ettiklerini, üstlerinde durulması zaruretini ama en çok da bu kadar kolayca harcanmamaları gerektiğini düşünerek yazıyı parçaladım, yuttum.

Yine de böyle bir ara verdikten sonra, bilhassa neden ara verdiğimi net bir şekilde dile getirmemişken evvelce ve özellikle çoğunuz çok daha uzun süre ya da bir daha hiç yazmayacağım yönünde yorumlar yapmışken, kısa bir biçimde de olsa haberdar etmeyi borç bildim; yeni bir defterin yeni bir sayfasını boş bırakmak olmuyor zira.

20110112

Her kimsen sana,






























Birazdan nereden, ne zaman aldığımı hatırlayamayacağım kadar eski ayakkabılarımı giyip, asansörün yine hangi katta olduğunu umursamadan dört kat aşağı inip apartmanın kapısını sadece kendim için açıp dışarı çıkacağım. Dışarıda, kabanımın fermuarını boğazıma kadar çekecek, ellerimi göğsümdeki ceplerine yerleştirdikten sonra apartmanın sınırlarını terk ettiğim o son basamakta bir saniye duraklayıp kim bilir bu sefer ne düşünüp o yola çıkacağım. Avına yaklaşmakta olan bir kurtun kalçasından çıkardığı vakur adımlarla, tüm ordusunu kaybetmiş bir kumandanın attığı utanç dolu adımlarla, idam yolundaki mahkumun sayısız parçaya böldüğü ufak adımlarla, yürürken bile ayağını incitmeyi becerebilen bir sakar tayın attığı topal adımlarla bu saatte o saman renkli sigara pakedini alabileceğim yegane açık yere yürüyeceğim. İşte tam bu yolda, sana neler anlatacağım koşarak gelecek, ben sayabildiğim ayak seslerini ezberlemeye çalışacağım. Cebimdeki son parayı bir paket sigaraya ve yine yalnız kaldığımdan beri kullanmadığım çakmağımın benzini bittiği için bir kutu kibrite verdikten sonra eve doğru yollanacağım. Ellerim üşüyecek, soğukla birlikte parmaklarımdaki yaralar daha belirgin olduğu için galiba bir on beş yıldır kapanmayan o yaraları biraz daha dişleyeceğim. Sonra soğuktan sinüslerim ağrıyacak, burnum akacak, kim bilir kaç gün ya da kaç hafta ya da kaç ay önce, hangi restorandan ya da hangi paketten aldığımı bir filin bile hatırlayamayacağı bir peçeteyi kabanımın cebimden çıkarıp burnumu sileceğim. Eve yaklaştığımda bir yerlerden gelen şu saçma sapan ürkütücü mekanik sesin aslında canlı bir mahluktan geldiğini düşünecek, o mahlukun şeklini şemalini tahayyül etmeye çalışıp daha da ürkecek, sonra o soğuk metal kapıyı açmakla debelendikten sonra bu sefer merdivenlerle uğraşmayıp asansöre binip dört kat yukarı çıkacağım. Kan bağıyla birbirine bağlı canlıların cinsi münasebette bulunmalarının ne denli tehlikeli ve yanlış olduğundan bihaber iki kedi fırsattan istifade edip kilimi kaydırmış olacaklar, anahtar sesiyle kapıdan dışarı kendilerini atmaya çalışıp belki bir kaç saniyeliğine özgürlüklerini yaşayacaklar. Sonra hep birlikte eve gireceğiz, buzdolabını açıp üç karton Ice Tea kutusundan en dolu olanını alıp, içindekileri bir bardağa boşaltacağım. Ardından gidip derisi parçalanmış sandalyeme oturacağım, büyüsüne inanamadığım ama inanmayı çok istediğim o yüzüğü serçe parmağıma takıp, yıllardır tuşlarına belki dna kodlarımın tümünü yazabilecek kadar çok bastığım klavyeme dokunmaya başlayacağım. Tam o anda, yarın uyandığımda keşke yazmasaydım diye hayıflanacağımı düşünerek bir an tereddüt edeceğim, ama büyük ihtimal devam edeceğim. Her kimsen sana, bu gece bir hikaye anlatacağım:

Annem çok düzenli bir kadındı. Her gün bir ritüeli yerine getirir gibi evi toparlar, temizler, sonra da kendisini kurban ettiği o Hijyen Tanrısı'ndan mükafatını almış gibi o tertemiz evden çıkıp, deniz kenarında çay içmeye giderdi. Öyle düzenliydi ki, evde düzensizlik yaratan ıvır zıvır ne varsa her şeyi tıktığı, mimarların ikinci bir tuvalet olarak tasarladığı ama onun teklemeden çalışan bir arabanın egzosuymuş gibi kullandığı o ufacık oda bile kendi içinde kusursuz bir düzen taşıyordu. Onun Hijyen Tanrısı'ndan aldığı akşamüstü mükafat, kedi tanrıça Bastet'in bana yüklediği merak lanetinin başlangıcıydı. Milimetrik ahenklerini ezberlemeye çalışarak kurcaladığım kitaplıklar, gazetelikler, çekmecelerden sonra o ufak odaya girer, o bir yığın eşyayı teker teker kurcalayarak en alttaki alaturka tuvaletin deliğine ulaşıp Harikalar Diyarı'na düşmeye çalışırdım. İşte o odada, bitmiş Johnny Walker şişelerini, çamaşır makinesi kolisine sığdırılmış eski ama yepyeni gibi gözüken ve kokan kıyafetleri, içi kahverengi fotoğraflar ve mürekkepleri silinmiş mektuplarla dolu albümleri katman katman soyup aradığım o şeye ulaşır, cilası gitmiş, süsleri kırılmış, iki teli kopmuş ve ihtimal ki en son Orpheus tarafından akord edilmiş bir mandolin bulurdum. O mandolin, koca torbalara sığmayan GI-Joe'larımdan, birbirine karışmış metreküplerce LEGO parçalarımdan çok daha eğlenceli bir oyuncaktı benim için. Her ne kadar o ince hesaplanmış düzeni ezberlemek için o odadan dışarı çıkmasam da oyuncağımla oynarken, annem her seferinde ne yaptığımı anlar, bir dahaki gün o odaya girdiğimde o koca yığını kendi bıraktığım şekilde değil, annemin kusursuz düzeniyle bulurdum tekrar. Bir süre sonra o mandolin o yığının içinden çıkacak, telleri değiştirilecek, Orpheus'a değil de meyhanelerde içki içip meşk etmeye bayılan, kelini başının bir tarafından diğer tarafına attığı bir kaç ince telle kapatmaya çalışan, tıknaz, göbekli, çabuk terleyen ve terlediği zaman da kıpkırmızı kesilen, üzerinden de kat'i suretle yeleğini çıkarmayan bir adama akord ettirilecek, ben de o adamın bana gösterdiği eciş bücüş notalarla en sevdiğim oyuncağımdan çok da sevimli olmayan sesler çıkarmayı öğrenecektim.

Kel olduğunu kabullenmek istemeyen bu göbekli tıknaz adam, günün birinde bana daha güzel sesler çıkarabileceğim koyu kahverengi bir enstrümanla birlikte, uzun ince bir yay getirecek, o mandolin yerine bununla oynamamı isteyecek, nasıl oynanacağını öğretirken de daha heyecanlı, daha şevkli olacaktı. Adına keman derler bu oyuncakla oynamayı öğrendikçe hem kel hem fodul üstadımın şevki bana geçmekle kalmayacak, benden de babama tesir edecekti. Babam ne zaman sıkılsa kemanımı kutusundan çıkartacak, ben reçineyle yayın tellerini okşarken o da bir tomar nota kağıdının içinden keyfine göre olanları seçecek sonra önüme koyacaktı. Es kaza bir iki yanlış nota basar, elim titreyip yayı kaydırır olursam da bozuntuya vermemeye çalışarak "Yeter bu kadar" diyecek, sonra eski müzik setine bir kaset koyup Veda Busesi oradan dinleyecekti.

O eski müzik setinin bir tarafında babamın Zeki Müren'i biterken, annem gelip Sabahat Akkiraz kasedinin play tuşuna basacak Ne Ağlarsın'ı dinlemeye başlayacaktı. İşte o kaset yuvaları, evin sadece bana ait olduğu akşamüstlerinde değişmeye başlayacak, içlerine Black Sabbath'lar Metallica'lar sokulur olacaktı. Rolleri değiştiğimiz, annemin mükafatını alamayıp evde kaldığı benimse kim bilir hangi sebepten dışarı çıkmak üzere olduğum bir günde, o kasetlerden biri annemin nazar-ı dikkatini çekecekti. Şarkıları repeat'e almanın tek yolunun, aynı şarkıyı bir başka kasede üst üste çekmek olduğu o günlerde, diğer kaset yuvasına 90'lık boş bir kaset koyacak, anneme Nothing Else Matters'ı sevdirmenin getirdiği ufakça bir gururla evden çıkacak, yol boyu bu tadı dilimde damağımda döndürüp eskitmemeye, tadını daimi kılmaya çalışacaktım. Çok keskin bir kesinlikle hatırlıyorum, o güne kadar çaldığım hiç bir şarkı, bastığım hiç bir nota, birine böyle tesadüfi, ani bir şekilde başka bir şarkıyı sevdirmenin tadını vermemişti. O günden çok değil, kısa bir süre sonra, annemin ince ince hesaplayarak yarattığı o düzen tek bir işlem hatasıyla birbirine girecek, çekmeceler, kitaplıklar, torbalardaki oyuncaklar asla toparlanamayacak sonsuz bilinmeyenli bir denklemin dağınık rakamları gibi etrafa saçılacaktı. Mandolinin telleri kopmuş, keman kutusundaki notalar paramparça olmuşken, ses çıkarabilen tek şey Walkman'in içinde, kendime hazırladığım karışık bir kaset olacaktı. Varsa eğer, o gün Araf'ı görmüş, koklamış, dokunmuştum. O düzensizlikten, değişmeden çıkan tek şey müzikti.

Müzik herkes için önemli, ama neredeyse kimsenin önemini keşfedemediği bir şeydir. Nasıl oldu bilmem ama, bir sınav sonrasında, sayısız adım attığım o yolda yürürken müzikten bahsetmeye karar verdim. Kasetleri ayrı bölmelere koyup karıştırmanın üzerinden discman'ler, mini-disc çalarlar, mp3 player'lar, okunup anlatılmayan bir çok sayfa, yazılıp gösterilmeyen çokça kelime, bir ömür izolasyon, bir de 90'lık kasetlere sığmayacak uzunluktaki sessizlik geçmişti ki, müzikten bahsederken aslında uzun zamandır yapmadıklarımı yaptığımı fark ettim. Her defasında anneme çektiğim o kasedin masumiyeti, heyecanı ve gururunu yaşadığımı hissettim. Bunun ne denli özlem duyduğum, ne çok aradığım bir his olduğunu her defasında yeniden keşfettim. Bu hissi mühürlemek ancak kalıcılaştırmakla mümkündü, her yazıdan sonra kendi çekincelerime ruhumu satıp o anın içine hapsolma ödülünü alan Faust gibiydim.

Artık tüm sınavlarımın bittiği, yolların değiştiği bu zamanda, o yollarda attığım adımlardan tam üç yıl sonra, bu yazılarıma belki kısa bir son, belki uzun bir ara veriyorum. İnce ince hesapladığım, ölçüp biçtiğim hayatımda bu sefer hiç bir sonuca ulaşamazken, aniden, önceden gözden kaçırdığım tek bir işlemle sonuca çok yaklaşmış olduğumu görüyorum, hissediyorum. Artık yine kaset çalarda değişen birbirinden farklı kasetler ve kasetlere sığmayacak sessizlikler var, biliyorum ki bunlar bana yine ninni olup uykuya yatıracak, uykumdan uyandığımda bir başka ben yaratacak. Şunu da biliyorum ki ben yine yazacağım, bir şarkının zihnimde yarattığı kubbelerden, İkarus'un taksi çevirmesinden, kurtların ağır adımlarından bahsedeceğim. Burada mı, burada değilse nerede, ne zaman, bilmiyorum. Gerçek şu ki bunu çok da düşünmek istemiyorum. O yüzden bu yazının bir veda hüviyeti taşıdığını düşünebiliriz.

Ben birazdan saman renkli paketten son bir sigara çekip yakacağım, o sigara kül olurken önce Veda Busesi'ni, sonra Ne Ağlarsın'ı, en son da Nothing Else Matters'ı dinleyecek ve son bir kaç saatte hissettiklerimi mühürleyip saklamış olmanın getirdiği ferahlıkla uykuya dalacağım. Ama ondan önce, her kimsen sana teşekkür etmek isterim.

Hoşçakal.