20101121
Subheim - No Land Called Home
Bu yazıyı dün yazacakken dolunay hasebiyle bugüne erteledim, anneannemin ördüğü hırkayı giydim, sevgilimin avcumun içine tıkıştırdığı yüzüğü taktım, yazı yazıyorum. Yaptığım önemli bir şey değil ya, olduğundan daha anlamlıymış gibi hissetmek işime geldiğinden tüm bu ufak parçalarla anlam kırıntıları yaratıyorum. Hepimiz yapıyoruz bunu, yaptığımız her şeyde işte; yazılarını sadece daktiloda yazan yazardan, tekmeliklerine uğurlu numarasını kazıyan futbolcuya, gitarına sticker yapıştıran müzisyene, sınavda uğurlu kalemini kullanan öğrenciye kadar. Şimdi düşünün; o tekmelikler olmasaydı, o sticker'lar yapıştırılmasaydı, uğurlu kalemler yerine kırtasiyeden aldığımız alelade kalemleri kullansaydık, daktiloların ağırbaşlı müziği sadece baş ağrısı yaratsaydı şu dünyada yaşamanın ne zevki olurdu? Tüm bu kişiselleştirdiğimiz ufak tefek şeylerle, yaptığımız her işe anlam katmakla kalmıyoruz, o eylemi de kişiselleştiriyoruz, bizselleştiriyoruz.
İnsanoğlu mânaya ihtiyaç duyuyor; çevresini, yaptıklarını kişiselleştirmek istiyor, olduğundan daha büyük olarak algılamak istiyor. Hayatlarımızın amacını sorgulamaya vakıf olduğumuz için lanetliyiz bununla. Bu yüzden en başından beri, ilk günden beri ateşe, toprağa, semaya, denize olduğundan daha farklı yaklaşmaya çalışıyoruz. Ritüeller, ibadetler hep bu yüzden var; hep bu yüzden omuzlarımıza dokunmak bizi rahatlatıyor, günün belli saatlerinde aç kalmak, haftanın belli bir günü çalışmamak, ellerimizi kavuşturup dilek tutmak, dizlerimizi kırıp yere alnımızı yapıştırmak.
Bunu bu şekilde düşündüğüm, yani mâna arayışı içinde öznel bir ritüel oluşturan kişiyi yahut topluluğu tahlil ettiğim zaman, çok ama çok ufak bir an için o kişilerin ruhlarını hissetmeye vakıf olabiliyorum. Kendim olma tecrübesinin yanı sıra, kendini bir haça çivileten adam ya da bir yıl boyunca ağaç kovuğundan çıkmayan adam olma tecrübesini de yaşayabiliyorum ki bu teferruatlı hissiyatın içinde de ben mâna buluyorum.
Mânaya yönelik tüm bu lakırtıdan sonra, maddeye yönelik etmem gereken bir kaç kelam var. Bu albümle ilgili yapılan eleştirilerin ekseriyeti, Subheim'dan böyle bir müzik beklenmediği yönündeydi. Nihayetinde albümden bir kaç ay önce sızıveren Streets'in de beklentileri şekillendirmede payı olduğunu söyleyebilirim. Bir çok kişinin hayal kırıklığı yaşadığını hatta albümü zorlama, bayağı bulduklarını okudum. Bu yönde yorum yapan herkesin ortak derdi vokaller ve Subheim'daki bu değişimin sevilmediği fikrindeler.
Benim bu konudaki tavrım belli: Sevdiğini düşündüğün bir şeyi, değişiminden sonra sevmekten vaz geçiyorsan eğer, hissettiğinin adının sevgi değil alışkanlık olduğunu anlaman gerekiyor. Bu alışkanlıkların boyunduruğundan kurtulup değişimi takdir etmek gerekiyor. Eğer ki bu değişimler şu ya da bu gerekçe için alınan zorlama kararlar ile girişilen zorlama değişimler değilse, yani içsel devinimlerin ürünüyse burada bir tırtılın bir kelebeğe dönüşmesi kadar büyülü bir durumdan söz edebiliriz.
Subheim'ın yeni albümü No Land Called Home'da bulduğum mânanın çok katmanlı olmasının en büyük sebebi de yukarıda anlattığım husus aslında. Zira albümü ilk dinlediğim andan itibaren, dünya üzerindeki çoğu topluluğa ait kültürel ritüellerin konu alındığı fikrine saplanmış vaziyetteyim. Her şarkının kendine münhasır bir ruh halinin, diğerlerinden ayrılan çok sivri köşelerinin olması bunda en büyük etken tabii ki. Bir şarkıda voodoo kabilelerinin tamtamları, bir şarkıda arabesk ud tınıları, bir başkasında keltik ilahiler derken devr-i alem yapmış bir arının balı gibi yumuşak ve gökkuşağı kadar renkli bir tad çıkıyor ortaya, hem de bu renklerin altı mat bir karalıkla çizilmiş oluyor. Bu çıkarımda yalnız olmadığımı düşününce daha da tuhaf hissediyorum kendimi.
No Land Called Home'daki tüm bu müzikal çeşitlilik, farklı kültürlerin, farklı ritüellerin özünü çalmasıyla birlikte ortaya konunca ve tüm de bunun üstüne kendi özünü de değiştirmek isteyen bir müzisyenin gayreti de söz konusu olunca, Subheim hem müzik çalarımızdaki hem de ruhumuzdaki yerini pekiştirmiş oluyor. Subheim için konuşmak gerekirse, Approach gibi bir albüme benzer bir albüm çıkartıp, yaptığı şeyi devam ettirip kuyuya daldırdığı kovadan daha fazla su çekmek yerine yeni bir kuyu açıp oranın suyunun tadına bakma cesareti beni heyecanlandırıyor. Şu haliyle "bundan sonra nasıl güzel şarkılar yapar"dan, "bundan sonra nasıl bir tad yaratır" merakı içindeyim Subheim özelinde.
Sanatçı: Subheim
Albüm: No Land Called Home
Şarkı listesi:
1- Dusk
2- Streets
3- When Time Relieves
4- December
5- Between Fear And Love
6- The Veil
7- Conspiracies
8- The Cold Hearted Sea
9- Dunes
10- The Ravage Below
11- At The Edge Of The World
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 04:59 1 mırıltı.
damgalar ambient, electronica, greek, lyrics, subheim
20101022
Alamet-i Kıyamet.
söyleyen; dream endless. at 23:06 15 mırıltı.
20101013
The Black Heart Procession - Blood Bunny/Black Rabbit
Şu dünyadaki istisnasız herkesin, diğer şeylerden üstün tuttuğu, kalabalıktan ayrı bir noktaya koyduğu değerler var; en sevdiğimiz pantolon, en sevdiğimiz kalem, en sevdiğimiz bardak, en sevdiğimiz yazar, en sevdiğimiz film, en sevdiğimiz grup diye adlandırıyoruz, sevgiyle ilgili bir paranteze alıyoruz. Nedenini niçinini sorgulamıyorum -sorgulayamıyorum aslında- ama her halükarda bu en sevilen şeyler, var oluş amacından çok daha fazlasını sunuyorlar insana. En sevdiğin kupadan çay içerken, o kupayı çay içmek için kullanmış olmuyorsun, filhakika çayı o kupaya koyabilmek için içiyorsun. En sevdiğin filmi izlerken ya da en sevdiğin yazarı okurken, işin kurgusunu ya da edebi değerini değil, sadece sana verilen hazzını değerlendiriyorsun. Film izlemiyorsun ama "o film"i izliyorsun, kitap okumuyorsun ama "o yazar"ı okuyorsun; çikolatayı dilin üstünde döndüre döndüre eritmek gibi. Dört dörtlük bir ritüel haline geliyor her şey ve kendini olabileceğin en huzurlu, en güvenli yerdeymiş gibi, evindeymiş gibi hissediyorsun. Bir insanın değer dünyasının genişlemesiyle huzur sığasının genişlemesi arasındaki doğrudan ilişki de buna bağlı aslında.
Şahsen, konu sanat olunca "en sevdiğim" parantezini kullanmakta zorlanıyorum ben. Burada bir sevgi skalası belirleyebilmek, bunu bareme vurmak mantıksız geldiğinden belki. Ama elbette herkes gibi, benim de ayrı noktaya koyduğum, müstesnai bir şekilde değerlendirdiğim yönetmenler, yazarlar, müzisyenler var. Şüphesiz ki The Black Heart Procession en büyük istisna olma özelliğini taşıyor benim nezdimde. 27 mayıs günü İstanbul'da, Ghetto'nun freskli, yüksek tavanlarının altında arz-ı endam ettiklerinde, bir tahta testeresi ve bir keman yayının işkence iniltisiyle başlayan müzik içime süzülmeye başladığında bu gerçeği çok daha iyi anladım. O konserden sonra bir şeyler söylemeye, bir şeyler yazmaya çalıştıysam da tek kelime edemedim hissimin tarifini mümkün kılmak için.
Ancak şu var ki, bu tarifi zor durumdan, o ritüel haline gelen deneyimden bahsetmek bir gereklilik haline gelebiliyor. Bunun bir benzeri durumu, insanların devamlı sevgililerinden ve yatak odası hikayelerinden bahsetmesinde görebiliriz. Anlattıkça kendine hatırlattığın ve tekrar yaşadığın bir noktada değerlendiriyoruz çünkü bu ritüelleri. Bu yüzden mezkur konserden yahut Six'ten bahsetmemiş olmak benim için bir noktada kötü bir şey.
Neyse ki The Black Heart Procession, ep'leriyle dünyaları titretebilen bir grup da, çikolatamı ağzımın içinde defalarca döndürmeme olanak tanıyor. Blood Bunny/Black Rabbit içinde üç yeni şarkı ve remix'ler barındıran bir mini-albüm. Yeni şarkılardan bir tanesi, Devotion, Six'in kaldığı yerden devam ediyor. Six, distopik bir dünyada müzik yapan iki müzisyenin elinden çıkmış gibiydi ve sahiden de buram buram Nick Cave kokuyordu; benzer yorumlar Devotion için de yapılabilir. Geri kalan diğer iki şarkıdan Blank Page ve The Orchid, özlenen tipik The Black Heart Procession şarkıları ki The Orchid fena halde Three'den fırlamış izlenimi veriyor. Daha önce de söylediğim gibi, The Black Heart Procession ep'ler konusunda gerçekten kalbimize nişan alan ve attığını da vuran bir grup. A Truth Quietly Told, A Boy With No Tongue, The Hideaway, Voiture En Rouge gözlerden uzak, gizli fakat fevkalade güzel ep şarkılarıydı The Black Heart Procession'ın. Bu ep'de de sanırım bu payeye The Orchid layık olacak.
Blood Bunny/Black Rabbit'in geri kalanı Six'teki şarkıların remix'lerinden ibaret. Mr Tube Suicide'dan Silence'ı, Heaven & Hell'den Heaven Below'u çıkarmış. Reggae'nin dedelerinden Lee Perry'nin ise Freeze'i hangi şarkıdan çıkardığını bilmiyorum, ama neresinden çıkardığını ne yazık ki biliyorum. Bu şarkıyı dinlememiş olmayı, içindeki The Black Heart Procession ismini görmemiş olmayı dilesem de, tesisatlı arabasıyla piyasa yapacak Türk gençlerinin artık arabalarında The Black Heart Procession dinleyebilme ihtimalleri beni mutlu ediyor.
Drugs, Blood Bunny/Black Rabbit'te iki farklı remixi bulunan bir şarkı. Jamuel Saxon'ın trip-hop vari remixi her ne kadar güzel olsa da, Eluvium'un remixi üzerine ayrı bir paragraf ayırmak elzem. Eluvium hali hazırda rüşdünü ispat etmiş, müzikal yeteneği ortada olan bir sanatçı. Yaptığı şarkıların kıymetini bir tarafa koyarsak, gerek Balmorhea için gerek Four Tet için yaptığı remix'lerle bu konuda da üstün bir konumda olduğunu söyleyebilmek mümkün. Ancak böyle ortalamanın üstü bir şarkıyı harika bir hale getirmek gerçekten büyük bir deha gerektiriyor.
Son tahlilde, her ne kadar Freeze gibi saçma sapan bir kayıt barındırsa da, The Black Heart Procession'ı özleyenler için biçilmiş kaftan Blood Bunny/Black Rabbit. Üstelik kubbe solarken, yağmurlar artarken tam da zamanında yetişiyor imdada, tatlı krizine girmiş biri için yepyeni bir kutu çikolata gibi. Lakin hiç bir şey olmasa, The Black Heart Procession özlenmese, merak edilmese bile sadece Eluvium remixi için bile dinlenilmesi zaruri.
Sanatçı: The Black Heart Procession
Albüm: Blood Bunny/Black Rabbit
Şarkı listesi:
1- Blank Page
2- The Orchid
3- Silence (Remix by Mr Tube)
4- Devotion
5- Freeze (Remix by Lee Perry)
6- Heaven Below (Remix by Mr Tube)
7- Drugs (Remix by Eluvium)
8- Drugs (Remix by Jamuel Saxon)
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 23:39 6 mırıltı.
damgalar american, eluvium, lyrics, piano, post-rock, remix, the black heart procession
20101007
Korhan Futacı ve Kara Orkestra - Korhan Futacı ve Kara Orkestra
Geçmişte yazdıklarımı okuduğum zaman, geçmişte yaptıklarımı veyahut söylediklerimi hatırladığım zaman kendimi bir hıyar gibi hissediyorum. Normal bir durumda bu hissin utanç ya da hüzün yaratması beklenebilir, oysa benim hissettiğim tadın içinde zafer var. Kendimi eleştirebilmem, kendimi bir hıyar olarak tanımlayabilmem bana Geçmişteki Ben'i yendiğimi gösteriyor, daha iyi olduğumu, daha fazla olduğumu. Bunun adı pişmanlık ve ben pişman olmaya bayılıyorum. Ama genel bakışta, biz insanlar, her nedense, kendi ürettiğimiz duygular ve kendi tanımladığımız kelimeler olmalarına rağmen, pişmanlık ile suçluluğu karıştırıyor ve pişman olmaktan kaçınıyoruz. Filmlerin, kitapların özenle yaratılan rol modeli karakterleri hayatlarında asla pişman olmadıklarını söylerken onlara öykünüyor ve onların repliklerini tekrarlıyoruz, üstelik bu tekrarı yaparken bir buzdolabının son teknolojiyle geliştirilen özelliğini müşteriye anlatmaya çalışan satış temsilcisine benzeyen bir böbürlenme ifadesi oluyor yüzümüzde: "Biliyor musun, ben hiç pişman olmadım!"
Eğer bir insan hayatında hiç pişmanlık duygusu yaşamadığını söylüyorsa, iki seçenekten bahsedebiliriz.
a- Bu insan yalan söylüyordur.
b- Bu insan hayatı boyunca hep aynı insan olarak kalmış, yerinde saymıştır.
Cevap kağıdında ne yazarsa yazsın, pişman olmama halinin ne kadar hazin olduğu ortada. Bu yüzden pişmanlığı kucaklamak ve pişman olmaktan bıkmamak gerekiyor. Örneğin ben, bu yazının henüz ilk paragrafında bu kadar fazla aynı kelimeyi tekrar ettiğim için bir kaç ay sonra büyük bir pişmanlık hissedeceğim ve kendi kendime hıyar diyeceğim.
Bunu sık sık yapıyorum. Rastgele yazdığım bir hikayeyi açıp daha ne kadar zayıf olabilirdi diye düşünüyorum, yahut bu blogdaki herhangi bir yazıyı tekrar okuyup vay hıyar diye mırıldanıyorum. Bundan evvel yazdığım DANdadaDAN yazısı örneğin, bana bu hissi en kuvvetli şekilde yaşatan yazı olabilir. Konserden çıkıp eve geldiğim gibi kaleme almaya çalışıp, sonunda elle tutulur en ufak bir şey anlatmamış olmam şu an bana son derece itici geliyor mesela. Halbuki bir çok kere dinlediğim, dinlerken bir çok şey hissettiğim, bazı anlarla mühürlediğim bir grup hakkında söyleyeceklerim olmalıydı, yok ise yazmamalıydım. "Hiç bir şey söylenemez, öyle acayip ki anlatılamaz" diye geçiştirmek, kendisini sosyo-dijital platformlarda AnLaTıLmAZ, YaŞŞaNıRR şeklinde ifade etmeye çalışan adamın beyhûde çabasıyla benzerlik gösteriyor. O yüzden bu yazıda hem evvelce yaptığım hatayı biraz olsun telafi etmek için DANdadaDAN'dan bahsetmeye çalışacağım, hem de Korhan Futacı ve Kara Orkestra'dan.
DANdadaDAN, bu ülke tarihinin gördüğü belki de en garip alternatif rock grubuydu. Bunu buraya koyduktan sonra şimdi burada şunu sorgulamak gerekiyor; yirmi yılda zor benimsenen rock örneği ortada dururken, alternatif rock olarak adlandırageldiğimiz janrın bu kadar kolay özümsenmesinin sebebi ne ola? Naçizane fikrim çoğu alternatif rock şarkısının, dinleyicinin evvelce aşina olduğu ecnebi grupların müzikleriyle benzerlik göstermesi. Ama bundan daha da önemlisi şu ki, klasik rock kalıplarının dışında yer alan bu janrın, genetik hafızamıza ya da kültürel kodlarımıza işlemiş tınılara ve enstrümanlara yer vermeye açık olması ve Türkiyedeki çoğu alternatif rock grubunun bu yol haritasından faydalanmış olması. Biraz irdelediğimiz zaman, yeraltı ve ana-akım parantezlerinin arasında yer alan çoğu grubun bu formatta değerlendirilebileceğini görebiliriz. DANdadaDAN bu konuda büyük bir istisnaydı. Ne daha önce formülü tutmuş tarifleri tekrar eden, ne de Türk'ün aşinalığına oynayan bir müziği vardı. Filhakika, saksafon gibi bize çok 'batılı' gelen hatta biraz züppe bulduğumuz bir enstrümanı müziklerinin odağına yerleştirdiler. Bu haliyle müzik camiasında kendilerine münhasır bir yer edinmiş olmaları bile başlı başına mühim bir hadise olarak görülebilir. Ancak DANdadaDAN'ın, bu algıya göre alıcılarını ayarlamış dinleyiciler için ihtiva ettiği çok daha önemli bir özellik vardı ki, bu da müziklerinin yakınlığı, sıcaklığıydı. Bu anlatılması, tarif edilmesi, uygulayabilmek için yol haritalarının çıkarılması imkansız bir durum. Ama dinlediğin bir müziğin mesafesi ve ısısı kulaklar tarafından algılanabiliyor. Her iki sebeple de, benim nezdimde gelmiş geçmiş en iyi yerli gruplardan biri olduklarını söyleyebiliyorum.
Ne yazık ki bu güzide grup da her güzel şey gibi sona erdi ve fakat her çok güzel şey gibi haddinden erken bir sondu bu. Neler yaşandı, bu ayrılığa ne sebep oldu bilmiyoruz. Dahası ilgilenmiyoruz. Amacımız magazin değil müzik olduğu için sebepleri irdelemektense sonuçlara yoğunlaşmak daha verimli olabilir. Zira uslu çocukların eninde sonunda Şirinler'i görmesi gibi, biz de en sonunda Korhan Futacı ve Kara Orkestra'yı dinleyebiliyoruz.
Korhan Futacı hem Tamburada'nın hem DANdadaDAN'ın dinamosuydu, orta sahanın belkemiğiydi, vokalleri ve saksafonuydu. O ve kara orkestrası öyle sanıyorum ki yaklaşık bir buçuk yıldır birlikteler ve en nihayetinde albümlerini geçen aylarda yayınlayabilme şerefine nail oldular. Söylemek gerekir ki, kendi adlarını taşıyan bu albümleriyle sahiden de DANdadaDAN'ı hatırlatıyorlar. Bunun olması son derece doğal ve anlaşılabilir bir durum. Eninde sonunda bir şeyin özünün farklı bir isim altında sunulması, olsa olsa bir form değişikliği yaratıyor ama o esas vurgu baki kalıyor. Bu albüm de her ne kadar -doğal olarak- DANdadaDAN benzerliği taşısa da aradaki farklar muhtelif. Saksafonların daha geri planda kalması ve dört başı mamur bir rock halesinin daha çok hissedilmesi bir yana, sanıyorum ki en önemli detay, albümdeki neredeyse tüm şarkıların çok müphem de olsa Türk işi tınılar ihtiva etmesi. Ancak bunlar, daha evvelden belirttiğim o genetik kodlara işlemiş, aşinalık uyandıran baskın melodiden ziyade, en çok bir kaç notayla üzerinden geçilen gizli, bulanık ipuçları gibi. Bu yerellik hissedilebilirken, saksafon gibi 'batılı' bir enstrümana artık ksilofon, e-bow gibi daha uzak mesafeli çalgılar eşlik ediyor. Bu bir arada kalmışlık ya da nereye yüzünü dönememişlik hissinden, her şeyi karıştırıp ortaya çıkan saçmalığa da füzyon diyelim uyanıklığından çok, kararında ve yerinde yapılmış bir hoşluk. Ve yine son tahlilde, Korhan Futacı'nın ciğeri -hem sesi, hem nefesi-, şarkıların o boşvermişliği ve özellikle o son şarkıdak başıbozukluk yine yakın mesafeden, yüksek dereceden bir müzik ortaya çıkarıyor.
Tüm bunların yanında albümün fevkalade bir ustalıkla kaydedilmiş olduğunu da eklemem şart. Hücum kayıt gibi amatör, hataya çok yatkın bir biçimde kaydedilmiş olsa da çok güzel bir biçimde elden geçmiş. Öyle ki, iyi bir kulaklıkla dinlendiğinde gerçekten fark ettiren albümlerin bu ülke sınırlarında bir elin parmağını geçmediği düşünülürse bu albümün hanesine bir yıldız daha ekleyebiliriz.
Son olarak, daha önce DANdadaDAN'da yaptığım hatayı bu kez yapmayacağımı belirtmek istiyorum. Biliyorsunuz böyle durumlarda bir albümün tamamını sunmaya gönlüm el vermiyor, özellikle çok cüzi bir miktara her yerden alınabilecekken. Bunun için zaten internette bir çok link mevcut, bir kaç google aramasına bakıyor. Ben kendimi bu şekilde konumlandırmayı istemediğimden hem de bu kadar da kolaycı olunmasını doğru bulmadığımdan sadece bir kaç parçayı sunuyorum. Ki onu bile yaparken çekince hissetsem de, en azından bir kaçınızın albümü almak için şevkleneceğinizi ve cd'lerinizin arka yüzünü de otomobilinizin dikiz aynasına asmaktan başka işlevler için kullanacağınıza inanıyorum.
Sanatçı: Korhan Futacı ve Kara Orkestra
Albüm: s/t
Şarkı listesi:
1- Zor İşler
2- Ağlayamam Ben
3- Sarma
4- Unutulmasın Bu Yaz
5- Geleneksel Mahşer Günü
6- Abra Kadabra
7- Sien
8- Episode 1
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 03:30 0 mırıltı.
damgalar dandadadan, korhan futacı ve kara orkestra, post-rock, rock, saxophone, third world first class, turkish
20100928
Atlantic Line - Exit To Intro
Müfredat çerçevesinde işlenmesi gereken Fazıl Hüsnü Dağlarca şiirini bir önceki gece geç saate kadar izlediği dizi yüzünden çalışamayan edebiyat öğretmeninden, sıkıcı gündem maddelerini "kedi ve köpeğin ibretlik dostluğu" haberleriyle doldurmaktan yorulan televizyon programı yapımcısına kadar herkesin irdelediği bir konu var: Sanat toplum için mi, sanat sanat için mi? Tembel edebiyat öğretmeni bu konuyu gündeme getirdiğinde, sanki hayatını sanat tarihine adamış gibi üst perdeden konuşan, bu soruya farklı yanıtlar getiren öğrencilerin farz-ı misal tarih dersinde dile getirilen "Galatasaray dün gece nasıl acı acı koydu di mi hocam?" sorusuna alkışlar veya yuhalamalarla iştirak etmesini bir yana bırakır ve şu tartışmanın özüne yoğunlaşırsak, sorunun "anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı" benzeri bir iki kutuplu meraktan kaynaklandığını ve argümanın da bu nedenle aynı yetersizlik seviyesinde olduğunu görebiliriz. Dedesini daha çok seven çocuklara söz hakkı tanınmaz.
İyi ya da kötü, kendi halinde şiir yazan, masal karalayan, beste yapan, resim çizen bir çocuğun ne yaptıklarıyla toplumu etkileme isteği baskındır ne de sanatı besleme isteği. O çocuk fark edilmek istiyordur, anlatamadıklarını anlatmaya çalışıyordur, söyleyemediklerini söylemeye, yapamadıklarını masallaştırmaya, göremediklerini resimleştirmeye. Bu kadar gerçek, bu kadar insani, bu kadar ter kokan gerekçelerle hayallerine ulaşmayı ister o çocuk. Ancak hayallerine ulaştığı zaman, biz o çocuğu "eskiden iyiydi ama artık çok bozdu"luk ile itham ederiz, çünkü bu çok kolay bir biçimde anlaşılabilen, hissedilebilen bir şeydir. Kulaklığınızda bir ateşin yanmakta olduğunu, okuduğunuz kelimeler içinde bir büyünün gizlendiğini, resimdeki gözlerin sizi takip ettiğini hissetmek zor değildir bu durumlarda. Bir şeylerin eksik olduğunu ama o eksiğin de ne olduğunu idrak edemediğiniz zamanlarda işte bu hissin yoksunluğunu çekersiniz. Bu yüzden hedeflere ulaşmamak, hayalleri gerçekleştirmemek bazı durumlarda iyidir. Bazı zamanlarda hayal dünyası çok daha yaşanılası bir yerdir, yeryüzüne çakılmayı istemezsiniz.
Atlantic Line'ı ilk kez dinlediğimde, bir yıldızın parlamaya başladığını, bir meleğin yükseldiğini düşünmüştüm. Tanınabilirliği düşük bazı gruplar hakkında genelde bu tip yorumlar yapıyorum, kullandığım kahrolası kalıp "ileride adından çok söz ettirecek bir grup" oluyor. Sahiden de bu gruplar adlarından çok söz ettiriyorlar ve fakat her edilen sözde içlerindeki ateşin kaybolduğu konuşulur oluyor. Balmumundan kanatları eriyen Ikarus yeryüzüne doğru süzülüyor. Bu yüzden Atlantic Line'ın parlayacak bir yıldız olmasını istemiyorum, evvela bunu söylemeliyim. Çünkü ne kadar zamandır dinleyemediğim, arayıp bulamadığım bir çok şeye müziklerindeki notalarda değil belki ama anlatmaya çalıştıklarında, hayallerinde rastlıyorum. Atlantic Line'ın müziği, uçucu bir gazın alevi gibi, saydam ve mavi bir şekilde yanıyor.
Atlantic Line'ın müziğinin, bir öykünmeyle ortaya çıkmadığı, çocukça bir duygunun rehberliğinde adımlar attığını anlamak hiç de zor değil. Ne tek bir gruptan, ne tek bir janrdan bahsedebilirdik eğer bu müziği tanımlamak isteseydik. Thom Yorke falsettoları, çınlayan shoegaze reverbleri, indie-pop nakaratlar derken Atlantic Line kulaklarımızdan içeri akıyor, içimizi sel basıyor, tarifler ve tasnifler boğuluyor.
Bugün gişe memuru, banka müdürü, taksici, öğretim görevlisi, muhasebeci, köşe yazarı çalışırken boş gözlerle, donuk, hayallerinden ve tutkularından azade bir biçimde bakıyorlar bize. Oysa 20 sene önce astronot olmak istediklerini, kitap yazma hayalini kurduklarını, muhakkak bir gün film çekeceklerini, ralli yapacaklarını, başbakan olacaklarını söylüyorlardı ve gözlerinde tarif edilemez bir parıltı vardı. Atlantic Line'ın müziğinde o parıltının sesini duymanız kuvvetle muhtemel.
Sanatçı: Atlantic Line
Albüm: Exit To Intro
Şarkı listesi:
1- Mist
2- Big Brother
3- Collectors
4- Ghost In Daylight
5- The Muscle & Charm
6- Voyage Home
7- Behind The Heavy Curtain Pt. 1
8- Behind The Heavy Curtain Pt. 2
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 03:17 1 mırıltı.
damgalar american, atlantic line, indie, lyrics, shoegaze
20100829
Melvins & Isis - Split EP
Yaz aylarında yaz uykusuna yatıyorum; vücudum kabul etmiyor işte, hiç bir şey yapamıyorum. Maalesef cryogenetic alanında ilerlemeler fevkalade yavaş, tahammül etmekten başka seçenek kalmıyor. Çok ama çok ihtiyaç duyduğu üç-beş kuruş para için rezil adamlarla kötü porno filmler çeviren genç bir kız gibi hissediyorum bu zamanlarda. Üstümdeki yapış yapış terli, mide bulandırıcı kokusuyla barışık, iri cüsseli adam daha da yüklendikçe üzerime, daha fazla metanet aşılıyorum kendime, sabrımın sınırlarını pergel ve cetvelle ince ince ölçüyorum, her milimetrede kendime daha çok şaşırıyorum. Eyyam-ı bahurda son bir kez içine doğru çöküyor dünya, pornocu kızın içinden çıkıp yüzüne boşalan o çirkin herif gibi duraksıyor önce, sonra spermin yüze fışkırtılması gibi, çekirdeğinde ne tip bir kor varsa onun sıcaklığını gökyüzüne fışkırtıyor. Artık bitti. Bir dahaki sefere kadar kimsenin sana dokunamayacağı bir yerde, kışın kalbinde olacaksın.
Her sene aynı şeyi yaşayınca çeşitli müdafaa yöntemleri geliştiriyor insan, nihayetinde neredeyse günü gününe yaşayacaklarının bilincinde oluyorsun. Başının, sonunun neresi olduğu belli. İşte başlıyor diye düşünüp temkinli adımlar atmaya başlayabiliyorsun ya da bitmek üzere olduğunu bilip direnmek için umut yaratabiliyorsun. Bu başlangıçlar, bitişler sıcak gibi, soğuk gibi, sivri gibi ya da keskin gibi sadece ve sadece maddi boyuta etki edebilecek özellikler taşıyınca kusursuz bir hakikat taşıyorlar. Ama benim iki boyuta ait başlangıçlar ve bitişlerle ilgili sorunlarım var.
"Hasan'la başladık galiba" diyor kız; nasıl diye soracak olsak bir hikaye anlatacak bize. Hasan iltifatlarının kollarını genişletti ya da iyiden iyiye yelkenleri indirdi. Aynı Hasan bir süre sonra artık iltifat etmemeye, mesajlara seyrek cevaplar vermeye başlayınca aynı kız "Hasan'la bitti galiba" diyecek. Başlangıç-bitiş algımızın en gündelik uzantısı, en gündelik olmayan konu ışığında böyle işte. Sonra cenazeler ve mezarlar var, bitenin ardından akıtılan gözyaşları; toprağın altındaki maddi varlığın manevi varlıktan ayrışmasının temel sorun olduğu bir başka gündelik hüzün faslı. Oysa maddi varlık yerli yerinde, çürüyen et ya da kemik olarak, ya da toprağa karışmış atomlar olarak devam ediyor varoluşuna. Aynı şekilde manevi varlık da orada işte, senin aklında, hafızanda, öğrendiklerinde. Sonu olmayan bir varoluş söz konusu aslında, aynı zamanda sonu olmayan bir yokoluştan da söz edebiliyorum bu bakış açısıyla. Var-ölüş diyebilirdim biraz oyuncu olsaydım, demiyorum. Ama varlığın iki katmanlı olmaması benim için bir şey ifade etmiyor artık ve bu algı kapısını aralayabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum.
Hepimiz bu durumun içindeyiz aslında ama farkına varmamız uzun sürebiliyor. Yüzlerce yıl önce bedeni toprağa gömülmüş şairlerin yazdıkları bize tesir ettiğinin farkına varabildiğimizde, varlığın katmanlarını soğan katmanı kadar değersiz görmek mümkün olabiliyor. Kurt Cobain'le karşılıklı tavla oynamışlığımız yoktur, Zeki Müren'le hamam sefası yapmış değilim, Sabahattin Ali'yle uzun uzun konuşmak hiç mümkün olmadı ne yazık; ama buradalar işte, yanıbaşımdalar, varlar. Yoklukları baki ama varlıkları da öyle, ezeli ve ebediler.
Üst perdeden konuşur görünmek istemem; benim de bu durumun farkına varmam çok uzun sürdü. Keskin ve sivri köşelerimle başlangıçlara ya da bitişlere, varoluşa ya da yokoluşa milimetrik sınırlar çizdim her zaman, gereğinden fazla anlam yükledim. Bu yaz üzerime çökerken, üzerimde hareket ederken, beni boğarken, beni becerirken kaç defa "bu son" dediğim şeyler yaptım hatırlamıyorum. Birine son kez sarılıyorsun, bu yemeği son kez yiyorsun, tam bu noktada son kez duruyorsun, son kez söylüyorsun bu sözü, son kez yazıyorsun bu yazıyı. Belki tüm bu sınırların üst üste binmesiyle; belki son kez söylüyorum dediklerimi bir çok kez daha söyleyebilmemle, son kez yiyorum dediklerimi -lanet olsun ki- tekrar yiyebilmemle, son kez dinliyorum dediklerimi bir defa daha dinleyebilmemle ayırdına varabiliyorum bu sınırların sadece insan eliyle çizilmiş kırmızı çizgiler kadar ehemmiyet taşıdığını.
Nostaljik bir tınısı var aslında bunun, o "bunu son kez yapıyorum" dediğimiz şeye farklı bir anlam yüklüyor olduğumuz için belki bu konunun üzerinde bu kadar fazla duruyoruz. Suni bir acı, yemeğimize kattığımız pulbiber gibi, yemeğin tadını unutuyor acının tadına odaklanıyoruz, dört dörtlük bir uyuşma hali. Isis'in münfesih olması da benzer bir tad yaratmıştı bende. Haziranın 23'ünde Montreal'de son kez sahneye çıkacaklar, Isis ismi altında son kez dokunacaklar enstrümanlarına, son kez şarkı çalacaklar ve sonra Isis olarak varolmayacaklar bir daha. Melvins'le çıkardıkları bu split albümle birlikte de Isis'in son şarkısını, The Pliable Foe'yu dinleyeceğiz ve her şey bitecek, son, sıfır. Şu haliyle bir hayli dokunaklı bir manzara var ortada, al sana tumturaklı bir varoluş sorunu, bir gündem maddesi, bir uyuşukluk baharatı. Ama Isis, maddi varlığı artık namevcut olsa da gayb aleminden etkileyebiliyor beni hala; bir daha hiç dinlemesem bile, yeni bir şarkı çalmasalar ya da bir daha konsere çıkmasalar bile o etki ebedi. Varoluşun hükmüne olan aşinalığım perçinleniyor bu duyguyla.
Hani bir oyun oynuyoruz ya; dinlediğimiz şarkı/albüm/sanatçı ne hissettirdicilik. Bunu tasvire ve biraz da tasnife zorlayan, izahata dayalı bir oyun işte. Ama ne kadar denersek deneyelim, kollarımızı açıp "işte bu kadar seviyorum" diyebilen bir çocuğun çaresizliğinden öteye gidemiyoruz, ki bu bence harika bir şey. Zira içimizdeki o bükülmeyi, göğüs kafesimizde peydahlanan kenarları jilet kadar keskin su dalgalarının yarattığı anaforu, karın boşluğumuzda kendi içine doğru çöküp patlayan yıldızları ve onların bıraktığı yıldız tozlarını anlatabilmeye muvaffak olsaydık, ne müzik olurdu ne şiir, ne de masallar. Çabalamanın sınırlı kalması makbul. Bazen de hiç çabalamamak gerekli olabilir. Isis'in gayb alemine geçişi şerefine, hiç çaba göstermeden, izah etmeye çalışmadan, anlamlı ya da hisseli bir hikaye kurgulama kaygısı gütmeden, sadece aklımda yarattığı görüntülerle, ayak izleriyle, muhafaza ettiklerimle, benim varolan Isis'im:
Karlar altındaki ormanda yaşayan ihtiyar kurt, karların bile karardığı saatinde gecenin, ininden çıktı. Bir iki adım, sonra duraksama; kulak kesilip etrafı dinledi, soğuk havayla doldurdu ciğerlerini. İnin içine kimbilir nereden girmiş kocaman bir kara sinek uykusunu harab etmiş, sinirlerini yıpratmıştı. Lanet sinek kendisine biçilmiş yegane ilahi mesuliyeti yerine getirmeye kararlıydı, o da dışarı doğru vızıldayarak uçtu, ihtiyar kurtun kulaklarına doğru manevra yaptı. Dimdik dikilen kurt bacakları üzerinde yaylanıp şöyle bir sallandı, hem gri postunun üzerindeki karı temizledi, hem de sineği uzaklaştırmak. Ama bu sinek, bu Allah'ın belası sinek sadece biraz uzaklaştıktan sonra büyük bir ciddiyetle asap bozmaya geri döndü. Kurt en sonunda pes etti, sert adımlarla ilerlemeye başladı.
Hayır, avlanmaya gitmiyordu. Avlanmayı sevmezdi, sadece varoluşunu devam ettirmek kadar lalettayin bir zorunluluk için saklanmak, saldırmak, boğuşmak ve sonra da yemek ona küçültücü geliyordu. Beyaz kürklü ufak bir tavşanı, uzun bacaklı bir ceylanı, tombul bir yaban domuzuyla boğuşmak kadar utanç verici bir şey olabilir miydi? Gizlice, utanarak, kendi doğasına boyun eğerek avlanırdı o yüzden, sessizce. Böyle dimdik yürüdüğü, güçlü adımlar attığı, pençelerini geçirdiği karları sıçratarak özellikle ses çıkardığı zamanlar farklıydı, avlanmak değil dövüşmekti aklındaki. Kendi doğasına yenilmişliğin acısını, başka birinin doğasını yenerek çıkarmak, sivri dişlerinin arasında atmakta olan şah damarının ritmini son kez hissetmek. İşte bu onu canlı kılan şeydi.
Kendisine güvenerek, kendisini yenebileceğini düşünerek, varolan her şeye meydan okuyarak yürürdü böyle zamanlarda. Dört bacağıyla birden yere tutunur gibi yürürdü, her adımıyla yere çivi çakıyormuş ve o çiviyi çıkarmaya başka hiç bir güç yetmezmiş gibi sertçe. İz sürdü, yürüdü, adımlar attı, attığı her adımda karın üstüne kendi imzasını bıraktı. Onunla birlikte kara sinek de uçmaya devam etti, kulağının etrafında daireler çizdi, burnunun üstüne kondu, gözlerine doğru pikeler yaptı.
İzi sürülen büyük pençelerin kime ait olduğu bir süre sonra anlaşıldı. Gri ihtiyar kurt, çalılıkların arasında kestirmekte olan simsiyah kurtu gördüğü an kanı çekildi, sonra da büyük bir hızla, daha da sıcak bir şekilde damarlarına geri döndü. Hasmının dikkatini çekmek için bir kaç defa yeri eşeledi, yine o lanet sineği başından savmak için sallandı -yine başarılı olamadı-, hırladı, uludu. En sonunda siyah postlu kurt, yattığı yerden doğruldu, gri kurtla göz göze geldi. Birbirlerinin gözlerindekileri okudular, ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı ama nasıl yapacaklarını kestirmek zordu. İşte bu yüzden birbirleri etrafında dönmeye başladılar. Gezegenlerin yörüngeleri kadar kusursuz ve değişmeyen bir açıyla döndüler, defalarca birbirlerinin pençe izlerinin üstlerine bastılar en sonunda ne yapacaklarıyla birlikte, nasıl yapacaklarını da bildiler. Birbirlerine doğru atıldılar.
Tam çarpışma anında, tam dişleri birbirine değecek iken, gece kadar siyah olan kurt teslim oldu, pençelerini indirdi, dişlerini ağzına gömdü. İhtiyar gri kurt bu teslimiyeti kabul etti, geri çekilmedi, dişlerini hasmının boynuna geçirdi, lakin o siyah post öylesine kalındı ki ilk ısırıkta bırak damara ulaşmayı, ete bile temas edemedi. Aynı yerden sayısız defa ısırdı, en sonunda dişlerini dibine kadar geçirmeyi başardı, damarı buldu, parçaladı. İnce bir kan sızıyordu sadece ama damarın attığı adımlar yavaşlamaya başlamıştı bile. En sonunda durdu. Gri kurt tam dişlerini çekecekken, yerde yatan siyah kurtun bacakları kasıldı, damarındaki kan ufak sessiz bir şekilde tekrar yürüyüşe geçti. Can çekişiyor olmalı diye düşündü gri kurt, bir daha ısırdı, bu sefer daha sert ısırdı; bacak hareket etmeyi bıraktı, nabız yine durdu. Ama bu devam etti, hep devam etti, sonsuza kadar devam etti, siyah kurtun bacakları kasıldı, gri kurt daha sert ısırdı, bunun üzerine duran siyah kurtun vücudu bir dahaki sefere daha şiddetli isyan etti, o isyanı dişler daha sert bastırdı. İkisi de kendi varoluşlarına böyle karşı koydular, bir diğerinin yokoluşu içinde.
Sanatçı: Isis/Melvins
Albüm: Split EP
Şarkı listesi:
1- Melvins - Pig House
2- Melvins - I'll Finish You Off
3- Isis - Way Through Woven Brances
4- Isis - The Pliable Foe
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 18:22 1 mırıltı.
damgalar isis, melvins, post-metal, punk-rock, sludge
20100712
Limbo Pillow Mixtape #04.
Tükenip giden zamanın acısını çeken tek canlı türü biziz. Zannetmiyorum ki bir kedi, bir tavşan, bir yılan geçmiş yıllara özlemle baksın, derince bir ah çekip hülyalara dalsın. Olsa olsa üç yıl öncesinin fevkalade parlaklıktaki havuçlarını, etine dolgun ve bir o kadar da yavaş tarla farelerini yahut ekonomik krizin baş göstermediği dönemlerde hane halkının çöp tenekelerine yaptığı yatırımları düşünüp hüzünlenebilirler. Bizim türümüzün de bu tip soyut dayanaklara sahip özlemleri yok değil tabii ki. Bilhassa ülkemiz genelinde gözlemlenebilecek dedelerin çok zengin olduğu dönemde şu arsayı ucuz fiyata kapatma şansını elinin tersiyle itmesi ya da para içinde yüzülen dönemlerde şehirlerarası yolculukları ticari taksilerle yapmak gibi özgün sebeplerimiz var sigaramızdan aldığımız kocaman nefesi yavaşça verirken uzaklara dalan gözlerimizin ardında.
Ama bunlardan daha kadim, daha derin, bir türlü tanımlanamayan, teşhis konulamayan, tedavi edilemeyen bir özlem türü de mevcut. İnsanoğlu binlerce yıl boyunca içinde bir anda hasıl olan ve nereden geldiği belli olmayan, tam olarak nereye tesir ettiği muallak, küçük ve etçil bir solucan gibi oradan oraya kıvranan bu acıyı tanımlayamadı. En sonunda 17. yüzyılda buna bir isim buldu, "eve dönüşün acısı" dedi ona; nostalji.
İşin Freudyen analizini yapacak ve "ev"in en sade anlamda ana rahmi olduğunu iddia etmeyeceğim ama ne kadar geriye gidersek zamanda, o "ev"e daha da çok yaklaştığımız bir gerçek. Evin rahatlığı, huzuru ve acıdan muaflığı öyle bir özlem yaratıyor ki, zamanla geçmişe -yani mevcudiyeti şimdi'den daha fazla olan "ev"e- dönmeyi arzuluyoruz. Kaybettiğimiz biri var orada: daha masum, daha az kirlenmiş, daha basit biri. Tekrar o olma isteğimizi, bir zamanlar o olduğumuzu düşünerek bastırıyoruz.
Öte yandan geride bıraktığımızdan da bir o kadar utanç duyuyoruz. "Ne kadar salakmışım, ne kadar yanlış kararlar almışım, nasıl böyle yapmışım" diye sorgulamaktan da geri kalmıyoruz. Bu durum da geçmişteki ben'den daha muteber bir ben olduğunu gösteriyor insana; en azından o zaman sorgulamayarak yaptığın şeyi sorgulayabiliyor, eleştirebiliyor ve yanlışını görebiliyorsun. Daha fazlasısın artık, aferini hak ediyorsun.
Tüm bu karmaşık mekanizma eve dönüşün acısında, nostaljinin katmanlarında gizli. Belki bunları düşünmüyoruz, bunların muhasebesini yapmıyoruz ama her şey ufak birer sembol olup doluşuveriyor kafamıza. Bunu kastediyordu işte Edip Cansever dün akşama doğru gördüğü turuncu buluttan bahsederken. Bir yatak örtüsü, bir yastık, hiç olmadık yerde aldığın bir koku, altı notalık bir dizi; mağara taşlarının açıl susamı gibiler.
Şimdi çok daha iyi anlıyorum, şimdi çok daha net görebiliyorum bunun ehemmiyetini, ve müzik dediğimizin bu mekanizmadaki yerini. Arzu ettiğimizde kullanabileceğimiz zaman makinesinin parolaları arasında en kolay hatırlanabileni, en kolay taşınabileni, en yaygını müzik çünkü. Yaygınlığı ona öyle bir işlev kazandırıyor ki, istediğin anın üzerine zarfa mum damlatırmış gibi müzik damlatıp, o anı mühürleyebiliyorsun; anı anıya çeviriyorsun.
Bu sabah ben de zaman makinemle 20 öncesi yaşlarıma döndüm. Evine daha yakın ama kendime daha uzak birini buldum. Onlarca farklı koku, tad hatırlıyorum, binlerce fotoğraf karesi düşüyor aklımın duvarlarına. Düşündüm ki benim parolalarım sizin için işlevsiz nasılsa, benim olan yine sadece benim, anılarım yine bana ait. Ama eski bir fotoğrafı başkalarına göstermek gibi bir durum da söz konusu aynı derecede.O yüzden o yaşlarımın müziğini toparlamak, sizlere göstermek istedim.
Biliyorsunuz çok sevmiyorum bu mixtape hazırlama işini aslında ama kabuğu içine saklanıp yağmuru bekleyen sümüklüböcekler gibi hissettiğim şu mevsimde, ne çıkacaksa yine kabuğun içinden çıkacak. Hem böylesi bir işlev taşıyor olması da mixtape'lere yönelik katılığımı kırmam için yeterli.
Geleyim sadede.
Göreceksiniz ki epeyce indie-rock, post-hardcore dinlemişim geride bıraktığım yıllarda. Janr tartışması değil ama, iki cümleyle değineyim janrları ölçüt olarak görme alışkanlığımıza. Her nedense müziği ayraçlaştırma huyuyla birlikte yerleşen bir "iyi janr, kötü janr, salakça janr" algısı mevcut hepimizde. Bu durumda kullanılan uç örnekler ile eleştirilen dinleyici kitlesi her müzik için geçerli. Bu blog'un takipçisi olduğunuza göre kulağınızın şimdiye ait alışkanlıklarını az çok biliyorum, aynı şekilde metalciler için "terli ergenler", indieciler için "amerikın apperılcılar", emocular için "yamuk saçlılar" diye tanımlar ürettiğinizin de bilincindeyim. Gel gör ki Efrim diye taptığımız adamı şu ülkede devlet dairesine sokmayacaklarını, Jonsi denen arkadaşın saç şeklinin Avcılar apaçilerinden farksız olduğunu hatırlamanızı isterim. Hiç bir müzik türü, bir diğerinden daha çirkin ya da daha güzel değil.
Wikipedia'lık ya da last.fm'lik yapmayı sevmiyorum ama iki çift laf edeyim söz konusu mixtape'e dahil ettiğim gruplar hakkında. Jack's Mannequin ve Something's Corporate Andrew McMahon'ın sesi ve parmak uçlarıyla şekillenmiş gruplar; Limbo Pillow'un harfe düştüğü andan beri hakkında yazmak istediğim iki grup. Saosin ve Circa Survive da aynı temelden çıkan gruplar, Anthony Green'in inceldiği yerden kopmayan sesiyle. Thrice her albümünde evrilmiş, her albümünde farklı ve muteber bir şeyler ortaya koyabilmiş bir grup. Emery benim nezdimde kullan-at fotoğraf makineleri gibi ama çektiği fotoğrafların renkleri hala canlı. Dead Poetic şarkısı Paralytic'de Deftones'un Chino Moreno'su yine bin Styx'ten su getirse de arındıramıyor, daha da kirletiyor. Social Distortion punk-rock terazimin kantarında Bad Religion'ı dengeleyebilecek yegane grup. Silverstein şarkısının dahil olduğu Discovering The Waterfront albümü şüphesiz ikinci binyıldan sonra çıkan albümler arasında çok kıymetli bir yere sahip, muhakkak dinlenilmeli. Waterdown maalesef Impress Me haricinde etki yaratamamış bir Alman grubu, Ozma ise kesinlikle müzik dünyasının en naif müzik topluluklarından biri. From Autumn To Ashes'ın şarkısı ise her şeyiyle bir klasik, post-hardcore'un kırmızı Cadillac'ı. Felaket bir hikayesi var, Google'dan faydalanmanızı salık veriyor ve açıl susam diyorum.
1- Jack's Mannequin - The Mixed Tape
2- Thrice - Of Dust And Nations
3- Saosin - Seven Years
4- Something Corporate - Break Myself
5- Social Distortion - Dear Lover
6- Circa Survive - The Greatest Lie
7- Emery - The Ponytail Parades
8- Dead Poetic - Paralytic
9- Silverstein - The Ides Of March
10- Ozma - Baseball
11- Waterdown - Impress Me
12- From Autumn To Ashes - Short Stories With Tragic Endings
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 01:47 10 mırıltı.
damgalar andrew mcmahon, anthony green, from autumn to ashes, hardcore, indie, punk-rock
20100705
Panzehir.
Kötüler, ana rahminde filizlenir. Doğduklarında yoldan çıkar, yalanı konuşurlar. Zehirleri yılanın zehiridir, kulakları sağır eder. (Mezmurlar, 58:3-4)
Yazmayı çok özledim.
Yazları zaten yazılmıyor, biliyorum, alıştım. Gel gör ki sessizliğinin gazını kaçırmak ya da çok gizli bir örgütün sırlarını fısıltıyla ifşa etmek güdüsüyle yazmaya şartlanan bendeniz, dilimi tutmayı bir türlü beceremediğimden yazamıyorum çok uzun bir zamandır. Jurnalciliğe bile yakışmayacak bir gevezelik halindeyim, benden içerideki ben ne düşünüyorsa, kopasıca dilim çıkarıveriyor her şeyi dışarı. Pek de kızamıyorum kendime, çünkü bu gevezeliği yaparken, kendimin sırlarını ifşa ederken inanılmaz haz alıyorum yaptığımdan. Anlattığım tek bir kişi de olsa fark etmiyor, çünkü yavaş yavaş daha çok anlıyorum aslında "olmayan kişiye anlatmak" kavramındaki namevcutluğun ete kemiğe büründüğünü. Hal böyle olunca anlatımın şartları ve sınırları daha da daralıyor, defalarca yazıya başladıktan sonra (hatta bazen bitirdikten sonra bile) o şartlara ve sınırlara kurban edebiliyorum söylediklerimi. Bitmeyen bir döngü halini almaya başladı bu alışkanlık, öyle ki şimdi bile yazarken acaba bu kelimelerin ipini hangi noktada çekeceğimi, hangi boğumun tam üstüne hançeri saplayacağımı düşünüyorum bir yandan.
Madem öyle, alışkanlığı bozmak adına yöntemi değiştireyim, bir mesel anlatayım:
Uçsuz bucaksız bir ormanda, yılanın teki yumurtasının kabuklarını kırmış, doğasına boyun eğip sürünmeye başlamış. Kahrolası doğası yüzünden yine, önüne ne gelirse evvela ısırmış, sonra da zehiriyle felç ettiği kurbanını yemiş. Yedikçe büyümüş, büyüdükçe daha çok acıkıp daha çok yemiş. O kadar büyümüş ki, ormanın tüm hayvanlarının içine zifiri bir korku çöker olmuş. Bu korkuyla daha fazla yaşamaya akıl sağlıkları el vermeyen ormandaki hayvanlar bir toplantı yaparak, ormandaki düzeni tarumar eden bu yılandan nasıl kurtulacaklarını tartışmaya kanaat etmişler.
Talihin cilvesi bu ya, tam da toplantıyı yaptıkları yerde, bir ağacın kocaman gövdesine sarılmış olan yılan, karın tokluğuyla kestirmekteymiş. Ahüvah eden orman ahalisinin sesleri yılanın keyfini bozunca, ağacın gövdesinden aşağı süzüle süzüle inmiş, bir gölgeye saklanıp söylenenlere kulak kabartmış. Korku içindeki hayvanlar, önüne gelen her şeyi yiyen, yedikçe büyüyen ve büyüdükçe daha fazla yiyen bir canlıdan bahsettikçe, yılanın da içini bir şeyler kemirmeye başlamış. Uzun zamandır bu ormanda yaşıyor olmasına rağmen anlatılan bu canavarla hiç karşılaşmadığı için kendini şanslı hisseden yılan, söylenenleri daha da ciddiye almaya karar vermiş. Saatler süren tartışmalardan sonra, ormandaki hayvanlar hiç bir kesin çözüme ulaşamayacaklarını anlayıp umutsuzluğa kapılmışlar. Zira önüne gelen her şeyi yiyen ve herkesin yüreğine korku salan bu canavar o kadar hızlıymış ki ondan kaçmak mümkün değilmiş, öte yandan kimse bu hayvanın yerini yurdunu da bilmediğinden topluca saldırıp onu alt etmek de imkansızmış. Velhasıl en sonunda düşünmüşler, taşınmışlar ve bu lanet olası şeyle karşılaşırlarsa ne pahasına olursa olsun ona saldırmanın daha doğru olduğu hususunda mutabık olmuşlar.
Artık ormandaki herkes gibi dehşet içinde olan yılan da, diğer hayvanlar gibi gizli gizli ayrılmış toplanılan yerden. Bir yandan açlığını bastırmak için av ararken, bir yandan da söylenenleri düşünmüş ve eğer o hail yaratıkla karşılaşırsa ne yapması gerektiğini kendi kendine defalarca tekrar etmiş. Bir süre sonra kırmızı gözlü, bembeyaz kürklü bir tavşanı gözüne kestiren yılan, açlığını bastırmak için tavşana hamle etmiş. Fakat beyaz tavşan daha çevik çıkıp yılanın üzerinden atlayarak kaçmaya başlamış. Yılan, avını kovalamak için hızla arkaya doğru kıvrılınca kocaman kuyruğuyla burun buruna gelmiş. Tam o an, içindeki kaygan korku hükmünü ilan etmiş ve habis canavarla karşı karşıya olduğunu düşünen yılan, kendi kuyruğunu tüm kuvvetiyle ısırıvermiş. Yumurtadan çıktığı o ilk andan itibaren vakıf olduğu bilgiyle, bir şeyi yok etmek için onu tamamen yutması gerektiğinin farkında olan yılan, canavarı, yani kendisini çiğnemeye, sindirmeye başlamış. Gel gör ki, bu kocaman hayvanın metabolizması o kadar hızlıymış ki, ne yerse yesin, yediğini anında kana kemiğe çeviriyormuş. Hal böyleyken bir yandan kuyruğunu yerken, bir yandan da büyüyormuş. Ne içindeki korkuyu, ne doğasını yenebilecek olan yılan, böylece sonsuza kadar kendi kendisini yemekle lanetlenmiş.
Her hikayede bir yılan var. Yıllarca uzak durmamızı öğütledikleri, eğer karşılaşırsak ne yapılması gerektiğinin tembihlendiği bir yılan. O hikayedeki yılan her zaman kendimiziz, kimimiz bunu bilmeden kendi kendimizi yemeye devam ediyoruz, kimimiz bir süre sonra çenelerini gevşetip kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu yazıyı hala bir yerlerinden asmadığıma, sırtından bıçaklamadığıma bakılırsa, bugün ben çenemi gevşetip çiğnemekten vazgeçiyorum.
Evet, yazmayı çok özlemişim. Yine başlıyorum.
söyleyen; dream endless. at 23:38 4 mırıltı.
20100401
And So I Watch You From Afar - This Is Our Machine And Nothing Can Stop It
Yaptığın iş karşılığında aldığın 7 adet daire şekilli metal ile takas ettiğin, onlarca kimyasal işlemle kağıt haline gelmiş selülozun üzerine mürekkep ile işlenmiş harflerden ve şekillerden müteşekkil bir dergi tutuyorsun elinde. Üzerinde şekil verilmiş kumaşlar, altında vücuduna maksimum konforu vermek üzere biçimlenmiş ağaç parçaları, etrafında bir sıvıyı hapsetmek için kullanılan cam, dışarıda bir yerden bir yere hızlı gitmek için bir araya getirilmiş metal parçaları, aklında hayatının en önemli değeri olduğuna inandığın etten ve kandan ve kemikten müteşekkil bir canlı. Hepsi bu; hepsi bu kadar basit, bu kadar ufak, bu kadar değersiz. Güneş’in batışı, kuşun ötüşü, sevgilinin gülüşü; her biri anlamsız aslında, ne yazık.
Sanatçı: And So I Watch You From Afar
Albüm: This Is Our Machine And Nothing Can Stop It
Şarkı listesi:
1- I Capture Castles
2- The Voiceless
3- Holylands, 4am
4- The Machine
5- WPB 6am
DOWNLOAD.
söyleyen; dream endless. at 02:32 1 mırıltı.
damgalar And So I Watch You From Afar, irish, post-rock
20100325
Katatonia - The Longest Year
Yaşadığınızı zannediyorsunuz ama aslında ölüsünüz; bilmiyorum kaçınız bunun farkında. Ölüm, yani yaşamama hali tam olarak kalbinizin kan pompalamıyor olması mı, bilincin yok olması mı ya da. Bilinci açık birinin koltuğundan, beyin ölümü gerçekleşmiş ama makinalara bağlı olarak hayat denen parantezlerin içinde olan biri ne kadar ölü gözüküyorsa ya da kalbi dakikada yaklaşık doksan defa atan birinin gözlerinde, kalbi durmuş biri ne kadar ölüyse aslında biz de yukarıdan bir yerden, yeşil bir şahinin gözünden mesela, o kadar ölüyüz. Çünkü ölmek kalbin duruşu ya da beynin sessiz kalışı değil; Boğaziçi Köprüsü'nden kendini aşağı bıraktığın anda, yani parmak uçlarında metalin o buzunu artık hissetmediğin anda ölüsün. Barut kurşunu ateşlediğinde ölüsün, frenlerin tutmadığın zaman, evin duvarları kreşendoya başladığı zaman, gaz kokusunu aldığın zaman ölüsün. Geri dönüşün yok artık; yere çarpacaksın, o kurşun beynini dağıtacak, arabanın ön camından fırlayıp 50 metre ileri uçacaksın, ucuz inşaat demirleri kaburganı delip geçecek, ciğerlerin karbonmonoksit dolacak. O an biliyorsun aslında sonun ne olduğunu, sona geldiğini yahut. O yüzden ölüsünüz hepiniz, çünkü o zemine çarpacaksınız ve paramparça olacaksınız işte, şimdilik havada süzülüyorsunuz aşağı doğru, yer çekiminin asla engel olamayacağınız gücüyle birlikte ölümünüze ilerliyorsunuz.
Doğduğumuz an ile öldüğümüz an ne kadar aynıysa, aşık olduğumuz an da ayrıldığımız an ile aynı aslında. Memento mori'nin, yani Ecel'i düşünüyor olmanın, o engellenemez korkunun bir benzeri mevcut aşkta. Eninde sonunda kaldıracak göğsünden başını, elini çekecek elinden, alnındaki buse soğuyacak. Yalan söyleyeceksin ya da yalan söyleyecek, bıkacaksın ya da bıkacak, öleceksin ya da ölecek ve her zaman da hissedilecek o düşüş anı. Kurşunun namludan çıktığı an gibi, trenin ışıklarını gördüğün an gibi. Mahvolacaksın, evet. Ama olan olacak.
Tam da bu anlar için, kurşunun namludan çıkarken çıkardığı sese eşlik edecek, trenin uyarı düdüğünde yer alabilecek, düşüşe yaren olabilecek bir müzik var. Yüreğin ısısı düşerken, güzel şeyler avuç içinden kum taneleri gibi kayarken ne yapmak gerekir diye sorsaydınız bana bir kaç ay evvel, oturup Killing Me Killing You dinlemenizi önerirdim. Bugün bu soruya vereceğim yanıt, The Longest Year ep'sini dinlemeniz olur.
Dört şarkılık bu ep'de, The Night Is The New Day albümünün klip şarkıları olan Day And Then The Shade ve The Longest Year haricinde bence albümün en iyi şarkısı olan Idle Blood ve daha önce yayınlanmamış Sold Heart yer alıyor. Idle Blood ve Day And Then The Shade elektronik dozu hayli yüksek remix aşamalarından geçmişler; bilhassa Idle Blood fena halde Depeche Mode kokuyor ve şarkıya çok yakışmış bir remix ortaya çıkmış; gel gör ki şarkının en can alıcı bölümünün kanatlanıp uçması pek hayırlı olmamış. Sold Heart ise alışılmadık derecede sakin ve çok basit bir şarkı olmasına rağmen, bir kaç dinlemeden sonra kanca gibi ruha saplanan bir şarkı.
Katatonia gibi oturmuş, kadim grupların dinleyicileri genelde sıkı statükocudur, her birini seyrek saçlı, cam dibi gözlüklü emekli öğretmenler olarak hayal edebilirsiniz. Bu arkadaşlar özellikle elektronik soslu müzikten hoşlanmazlar ve grubun özüne ihanet ettiğine inanırlar; bu yüzden doğdukları kıyafetler ile gömülürler ve topraklarından açan çiçekler tek renklidir. Eğer öldüğünüzün farkındaysanız ve toprağınızda rengarenk çiçeklerin filizlenmesini istiyorsanız, ölümüne tavsiyemdir The Longest Year.
söyleyen; dream endless. at 02:10 5 mırıltı.
damgalar electronica, katatonia, lyrics, metal, swedish
20100323
Linkler Kurbağa Oldu.
Vatan millet savunmasında gönüllü olanlar, link'leri profildeki mail adresine yollayabilirler.
Sevgili Limbo Pillow dostları, Araf eşrafı, yastık bakterileri;
Uzunca bir süredir, blog'da yer alan linklerden ötürü şikayetler işitiyorum. Rapidshare'in gözü doymaz, karnı dolmaz politikaları çerçevesinde yürüttüğü yasak kardeşimci anlayış, üye olmayanların download alternatiflerini yok etmek üzere kurulu.
Link'lere ehemmiyet yüklemediğim malumunuz. Gel gör ki bu link'leri canlı tutabilmek için de Rapidshare'in otopark mafyasından hallice ekonomik sistemine katkıda bulunmak, aylık bir ücret ödemek gerekiyor. Blog üzerinden erişen ve bu link'lere tıklayıp bir yudum müzik dinlemek için çabalayan insanların önemli bir yüzdesinin de Rapidshare premium account sahibi olmamasından mütevellit, bu link'leri canlı tutma çalışması da Rapidshare'in avuçlarını avuşturup hahahahaha diye kahkaha atmasından başka bir amaca hizmet etmemekte.
Boynumuzdaki ilmeği giderek sıkan ve temelde desteklediğim parasız müzik paylaşımı düsturuna mugayir olan Rapidshare şaşkolozluğu yüzünden Rapidshare'e daha fazla para akıtma ve akıtılmasına yardımcı olma niyetinde değilim. Bu yüzden blog'daki linklerin tamamı kendilerini 10 gün içinde imha edecekler.
Bu yüzden sizlerden bir ricam var:
Ülkemizin internet erişim kısıtlamaları göz önüne alındığında yaklaşık 100 albümü tekrar upload etmek, beyhude bir çaba olacaktır. İlkokul kitaplarında tanıştığımız ve fonetiğine vurulduğumuz İMECE usulü bu noktada devreye giriyor.
Sözün özü, blog'da yer alan albümlere dair link'leri, Rapidshare harici bir hosting firmasına yüklemeniz (ya da üçüncü şahısların uploadlarını bulmanız) ve bunu benimle paylaşmanız, hasat şenliklerinde elele dans eden köylüler gibi şen olmamıza üstelik Rapidshare'e vereceğimiz parayla da bir kilogram buğday almamıza yardımcı olacaktır.
İlgi ve alakanız için teşekkür eder, mutlu günler dilerim.
söyleyen; dream endless. at 20:18 1 mırıltı.