20090730

Müzik Oynamak II: Jets'N'Guns



















Her insanın şahsına mahsus alaka duyduğu, yapmaktan zevk aldığı şeyler var. Ben bu blog'da, alaka duyduğum iki şeye, müziğe (mousa, yani ilham'a dair) ve politiğe (polis, yani şehire dair) önem veriyor, hepimizin kullanımına açık müzikal ya da politik kavramlara, kendi sesimden bir yorum katıyorum. Ve fakat, en az müzik ya da politika kadar alaka duyduğum bir başka şey var ki, bu pek de genellenebilir bir şey olmadığından -en azından buranın- paylaşım sınırları dahilinde olmuyor. Oyun oynamak, belki de hayatta en fazla haz alarak yaptığım faaliyet.

Küçüklükten beri, oyun oynamaya bayılırken kaybetmekten de nefret ederim. Tabii ki bu biraz beylik bir laf, kaybetmeyi kimsenin seveceğini zannetmiyorum. Ama benim nezdimde meselenin boyutu, kaybedilen şeyin ehemmiyetinden çıkıp salt kaybetmiş olmaya dayandığından, tamamen kişiselleşmiş bir meseleye bürünüyor. Hal böyle olunca, herhangi bir mağlubiyeti kabullenememe durumundan, Pyrrhus'un zaferine ya da Tarık bin Ziyad'ın gemileri yakmasına ya da Hasan Şaş'ın reklam panolarını tekmelemesine uzanan bir durum hasıl oluyor. Sözün özü, oyun oynarken Mr. Hyde gizlendiği yerden çıkıp benliğimi devralıyor.

Bu hususa dair aklımda kalan ilk hatıra kırıntısı, anaokulunda yağ satarım bal satarım oynarken ebe durumuna düşen ve bir türlü kimseyi yakalayamayan bendenizin, en sonunda yakalayamadığı çocukların kafasına tahta blok ile vurmak suretiyle hepsini hareket edemeyecek hale getirmesi ve hepsini ebelemesi üzerine kurulu bir vakaya ait. Eh, hal böyle olunca "seri katil mi yetişiyor" travması yaşayan anaokulu öğretmeninin tavsiyesiyle, küçük yaşlarda bir bilgisayara sahip oldum ki tek başıma oynayayım, zararım bir tek bana olsun. Bilgisayarla tanışmam bu şekilde başladı. Her ne kadar amatör futbol oynadığım dönemlerde bana çalım atan bir başka oyuncunun diz kapağına tekme atmak, basketbol oynadığımda blok kaçırıp surata şamar aşk etmek gibi çirkefliklerin altında imzam olsa da, bilgisayarımın hayatıma siratet etmiş olmasıyla eğlenceyi pek de başka yerlerde aramadım.

Bu, bir çok kişi tarafınca garip karşılanıyor. Efendim civcivli temaşalı bilgisayar oyunlarıyla eğlenmek hiç de akıllıca değilmiş, bir insan nasıl sadece parmaklarını oynatarak eğlenebilirmiş bu çok salakçaymış gibi, yirmi seneyi aşkın bilgisayar oyunculuğu tecrübemde defaatle yüzyüze geldiğim ve ikrah ettiğim yorumlar mevcut. O açıdan düşünecek olursak, ben de dans etmenin haddinden fazla salakça olduğunu düşünüyor, bir insanın dans ederek nasıl eğlenebiliyor olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Benim bu yorumuma binaen, dünyadaki milyonlarca insan "Evet dans etmek çok salakça imiş, ne yapıyoruz lan biz, kolumuzu belimizi oynatıp eğlenilir mi!" diye bir aydınlanmaya gark olmuyor.

Dolayısıyla kim ne derse desin, ne kadar gereksiz ya da salakça bulursa bulsun, ben oyun oynamadan ulvî bir haz alıyorum. Ben bu meseleye, gizlenmiş bir dürtü gözüyle bakıyorum. Zira birlikte oyun oynadığım insanları daha iyi tanıyorum; hırslarını, cesaretlerini, sadakatlerini, kararlılıklarını tartabiliyorum. Normlara uygun sosyal iletişim yöntemlerinin yanı sıra, oyun oynamanın da bir çeşit iletişim yolu olduğunu düşünüyorum bu yüzden. Yıllardır en yakın dostumla neredeyse tüm oyunları birlikte oynuyor olmamız, sadece oyun içinde değil günlük hayatımızla ilgili herhangi farklı bir konudaki uyumumuzu arttıran bir şey misalen. Ha keza insanın sevdiği kişiyle film izlemek ya da müzik dinlemek gibi faaliyetleri paylaşmasının yanında oyun oynama hazzını paylaşması da farklı bir tecrübe imkanı tanıyor (7-0, 12-0 gibi skorlara gebeyse oyun, tecrübe agresif bir hale bürünüyor tabii).

Hal böyle olunca, yani hem oyun oynamaya özel bir anlam yükleyip hem de galip olma arzusu baskın bir hal alınca, oyun oynarken değişmek, hırslanmak, oyun haricindeki her şeyi umursamaz bir ruh haline bürünmek de doğal. O yüzden, oyun oynarken mezarından Platon çıksa "Canım gel iki lafın belini kıralım, çay da kattım zaten." dese, Marilyn Monroe gelip boynuma sarılsa, kusra bakmayın canlarım derim.

Oyun tutkusu böylesine bir hale bürünmüşken ve bir şekilde oyunların içine bir diğer tutkum olan müzik de entegre olmuşken, aldığım haz tarifi imkansız bir hal alıyor. Aynı zamanda, işin müzikal yön taşımasından mütevellit, buraya taşımam ve bunları yazmam için de bir vesile oluyor. Fena mı?

Jets'N'Guns da müziğin ve oynamanın hazzını bir araya getirebilen bir oyun. Atari salonlarından aşina olduğumuz Shoot-em Up tarzında, yani iki boyutlu bir düzlemde soldan sağa hareket etmekte olan bir uzay gemisinin, karşıdan gelen diğer mahlukata ateş açması, roket fırlatması, beddua etmesi üzerine kurulu. Günümüz oyun endüstrisinin daha güçlü bilgisayar= daha pahalı hardware stratejisine hizmet eden bilmem kaç milyon poligonlu modeller barındıran ama bir halta benzemeyen yüzlerce oyun ürettiği düşünülürse, internete girebilen her bilgisayarın rahatlıkla oynayabileceği bir Shoot-em Up üretmek cesaret isteyen bir şey.

Amma ve lakin, oyunun böyle basit bir forma sahip olması ihtiva ettiği emeğin boyutunu basitleştirmiyor. Filhakika, gerek barındırdığı yüksek mizah ögeleriyle gerek oynanışa dahil olan teferruatla, oyunun üzerine ciddi manada emek harcandığı aşikar. Hatta ve hatta, bir kaç sene evvel çıkmış bu oyunun şu an sizinle paylaştığım yeniden düzenlenmiş gold versiyonunda, onlarca farklı yeni bölüm, onlarca farklı gönderme var ki, çeşitli uzay mahlukatının kullandığı uzay gemilerine silahlarımızla ölüm kusarken galaksi otostopçularını toplayabiliyor ya da Vamp 666 gezegeninde çalışmakta olan güzeller güzeli kimyager hanımefendilerin uzay araçlarına sarkıntılık eden maço uzaylıları pataklayabiliyoruz.

Jets'N'Guns'ın bu yönünün yanında, müziklerinden de bahsetmek gerekiyor. Machinae Supremacy ismine eminim bir çoğunuz aşinadır. Bilmeyenler için bir tanım yapmak icab ederse, eski atarilerdeki sid çipleri vasıtasıyla ortaya çıkan oyun müziklerinden esinlenen bir metal grubu Machinae Supremacy. Elbette yaptıkları müzikte sid elementlerini eser miktarda kullanıyorlar. Bir zamanlar bizim ülkemizde de moda olan ve teke dışkısı gibi yaygınlaşan "Atari genciyim, nickimde mutlaka robotlara gönderme var." saçmalığına vesile olan 'Rastgele Gameboy tuşlarına basmaca müziği' adını verdiğim janrdan daha farklı Machinae Supremacy'nin müziği. Agresif, hırslı, gözü kara, ironik ve fazlasıyla eğlenceli.

Jets'N'Guns'ın tüm müzikleri Machinae Supremacy tarafından icra edilmiş olunca, haliyle yaşanan hazzı buraya taşımak elzem oluyor. Bu vesileyle, Machinae Supremacy'nin oyun için yapmış oldukları müziklerle birlikte, ilk defa bir oyunu da sizlere sunuyorum. Hani şu sıcakta dışarı çıkıp sıkış tıkış bir yerde dans etmek gibi bir faaliyetle iştigal edeceğinize, sosis kamyonuna benzeyen geminizle uzaylı vurmayı tercih edersiniz belki diye.

Jets'N'Guns Gold Edition
Machinae Supremacy - Jets'N'Guns

20090728

The American Dollar- Ambient One





















Bu blog'da paylaştığım müzikal muhteviyatın lalettayin şeyler olmadıklarını, hususi bir anlam taşıdıklarını daha evvel defaatle söyledim. Evet; şarkıların, albümlerin yahut müzisyenlerin tamamı hususi ama bazılarının ehemmiyeti daha fazla, bazıları daha hususi, bazıları daha kıymetli. Blog muhteviyatının duygusal manası ile ilgili, daha önce kimselere söylememiş olduğum bir durum var; mevzu bahis daha hususi, daha kıymetli, daha mühim bazı şarkıları arşivlerimden çıkarıp burada sizlerle paylaşırken, elimde bulunan kopyaları kullanmak yerine yeni bir şarkı yahut albüm download edip onu paylaşıyorum. Bu tavırla belki de söz konusu şeyin hususiyetini bir nebze de olsa saklamaya çalışıyorum, bilemiyorum. Zira elle tutup gözle göremeyeceğin ve en temel noktada 0 ve 1'lerden müteşekkil olan bir şeyin hususiyeti ne olabilir diye düşünmeme engel olacak bazı takıntılarım var. O 0 ve 1'lerden müteşekkil kodlara entegre olmuş bir oluşturma tarihçesinden söz edebiliriz somut anlamda, ben ayriyeten o kodlara sinmiş bir tarih kokusu olduğunu da düşünüyorum. Bu, çok değerli mücevheratları bir kutuda saklarken, saklananların imitasyonlarını kullanmak gibi bir şey.

Meseleyi bu cihetiyle değerlendirmenin sebebi, geçen günlerde yıllardır bir türlü yenemediğim shift+delete alışkanlığıma, kategorize edilmemiş şarkıları kurban etmiş olmam. Ukalalık olmasın, tatmin edici bir albüm arşivim var, onun yanı sıra çeşitli zamanlarda çeşitli şekillerde elde edilmiş şarkıları sakladığım daha hususi bir klasör de mevcut ki bu klasörde 1999 yılında çekilmiş ve çeşitli kopyalama araçları vasıtasıyla günümüze kadar gelmiş şarkılar bile mevcut idi. Bu tip durumlarda, şarkıların kimliğine sirayet etmiş bir görmüş geçirmişlik olduğunu düşündüğümden, shift+delete'e kurban giden bu şarkıları tekrar çekmemin mümkünatıyla dolamayacak bir boşluk oluştuğunu iddia edebilirim içimde.

Aynı boşluğu remix ya da bootleg albümlerinde de yaşıyorum. Elbette bunların da kendine has dokuları ve getirdikleri var, ama ehemmiyeti üst seviyede olan bir şarkının başka bir kaydını dinlemek sanki sevdiğin kadına çok benzeyen bir başka kadına sarılmak, dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe sırf sana benziyor diye usulca sokulup merhaba demek gibi geliyor. Her ne kadar farklı dokular ihtiva ediyor olsalar da, her ne kadar bu dokular zaman zaman heyecan uyandıracak denli vasıflı olsalar da, her daim belirli bir mesafeyle, soğuk bir ifadeyle karşıladığım albümler bu remix albümler.

Lakin, son dönemlerde bu genel tavrıma mugayır iki albümden bahsedebilirim. Birincisi, evvelce değindiğim Balmorhea'nın remix albümüydü. Helios, Machinefabriek, Jacazsek, Eluvium gibi isimlerce yeniden yorumlanan All Is Wild, All Is Silent şarkılarından müteşekkil bu albümün haberi beni ziyadesiyle heyecanlandırmıştı, yaşadığım heyecanı da birden fazla defa paylaştım. Albüm dahilindeki bazı şarkıların Muxtape'de yayınlanmasının üzerine, heyecanımı boşa çıkarmayan bir albümün ortaya çıktığını söyleyebilirim. Ve lakin, canım bugün Remembrance ya da Truth dinlemeyi arzu etse, arzumu söz konusu remix'ler ile değil, ilk dinlediğim, ilk vurulduğum, içimdeki arzunun kıvılcımı ilk çeken Balmorhea şarkılar ile tatmin ederim.

Lakin, remix albümlere olan mesafeme mugayır olduğu kadar, arzumu tatmin etmek hususunda da muvaffak olan bir albüm var ki, o da işbu yazının öznesidir.

The American Dollar külliyatını, olduğundan daha sakin, daha zarif bir biçimde yeniden işleyen bir albüm Ambient One. Adıyla müsemma olacak şekilde, şarkılardaki ambient hükmü daha fazla. The American Dollar'ın alamet-i mümeyyizesi ve hassa-i farikası olan sakin ambient tınılarına yarenlik eden o elektronik katmanlar çok daha az ve çok daha yumuşaklar bu albümde.

Üzerinde durulası bir diğer husus ise, albümde yer alan şarkıların birden fazla parçaya bölünmüş olması. Yani, şarkıların içinde farklılık ihtiva eden, melodilerin evrimleşmek suretiyle şarkıları ileriye taşıdığı bölümler, başlı başına yeni "track"ler olarak yer almış bu albümde. Misalen, Signaling Through The Flames; piyano girizgâhıyla, şarkının ana yapısını oluşturan ve gözümün önüne hep turkuaz bir gökyüzündeki uçan kuşları getiren bölümüyle ve finaliyle üç parçaya bölünmüş olarak yer alıyor albümde.

İşin ilginç boyutu şu ki, The American Dollar bu parçaları oluşturur yahut şarkıları parçalar iken öyle ihtimamlı davranmış ki, değil bir şarkının tüm parçalarını bir bütün halinde dinlemek, albümün tamamını tek bir uzun şarkı gibi dinlemek mümkün olduğu gibi her bir parçayı münferit şarkılar gibi dinlemek de mümkün. Bu cihetiyle, üzerine harcanan düşünce ve emeğin olduğu kadar, şarkıların çok da büyük bir oranda değişmediği ama yaşanan değişimin de zarif ve sakin pırıltılar barındırdığı bir albümden söz edebilirim.

Geçen sene, tam da bu zamanlar yazdığım A Memory Stream yazısında şöyle demişim:
"Korkunç bir deha barındırıyor muhteviyatında The American Dollar şarkıları, daha da mühimi, bu deha sadece bir kaç parçada ortaya çıkan patlamalar şeklinde de göstermiyor kendini; her şarkıda eser miktarda bulunuyor bu deha ve hatta bir kıyaslamaya gittiğimiz vakit, sadece şarkılarla değil, albümlerle de sınırlı olmadığını görüyoruz bu parıltının. Zira A Memory Stream'de de basit, ama ince, ama yoğun, ama çok komplike şarkılar, tayfın renklerini oluşturuyor."

Ambient One albümü, bir önceki yazının barındırdığı görüşleri çok daha yoğun bir hale getiriyor. Benim nezdimde, The American Dollar'ın müzikal dehası ve zarafeti, hususiyeti mühürlenmiştir. Şu dakikadan sonra, MTV Müzik Ödülleri'nde parlak taytla sahne alıp Jay-Z ile birlikte müzik yapmadıkları takdirde, mücevherlerim arasındaki nadide yerini almış bir gruptur The American Dollar, dağılsalar bile derin bir iç çekişin ardından hücum eden özlemle anılacak, ufak bir tebessümle birlikte ufak bir sızı da canlandıracak bir gruptur.


Sanatçı: The American Dollar
Albüm: Ambient One

Şarkı listesi:
1 / 4- Starscapes
5- Bump
6- Lights Dim
7 / 8- D.E.A.
9- We're Hitting Everything
10 / 11- Rudiments Of A Spiritual Life
12 / 14- Signaling Through The Flames
15 / 17- The Slow Wait (Part 1)
18 / 19- The Slow Wait (Part 2)
20 / 21- Anything You Synthesize
22 / 23- Time
24 / 25- Transcendence
26- Signaling Through The Flames (Film Edit)
27- Time (Film Edit)
28-Intro
29- Chase

DOWNLOAD.

20090727

limbo pillow. // .wolliq odmil

























Limbo Pillow, bundan bir buçuk sene evvel başlamış ve salt kişisel dürtülerle, kişisel arzularla şekillenmiş, kendi halinde, ufacık bir düşünce ürünüydü. Aradan geçen onca zaman sonrasında, bu tamamen kişisel dinamiklerle varolmuş şeyin, beklediğimden daha geniş çaplı ve daha mühim bir şeye dönüşmüş olması beni hala şaşırtan bir şey. Hayır, meseleyi şu kadar kişiye sirayet etme cihetinden değerlendirmiyorum. Beni şaşırtan şey, çok ama çok basit bir dürtüden meydana gelen bu yapının, benim için taşıdığı anlam.

Bu bağlamda, Limbo Pillow'u -kendimi keşfetmekte, yapabileceklerimi görmemde oynadığı rolden ötürü- nispeten steril ve izole bir halde tutma arzumdan doğan yeni bir site var; uzunca bir süredir kapalı tuttuğum Wolliq Odmil'de müzik ve müzikle ilintili kültürel, sosyal, toplumsal meselelerin haricinde, çok da büyük ehemmiyet arz etmeyen ve fakat kimin ilgisini çekeceği de belli olmayan şeyler ile yeni bir fasıla geçmiş olunacak, bir bağlamda Limbo Pillow'un aksi, değili, olmayanı olacak. Bir buçuk yıl evvel ani bir düşünceyle oluşuveren lalettayin bir sitenin, zamanla "desktop publishing" denegelen bir yapıya bürünmesi ve bu yönde dürtülere yol açarken aynı zamanda çeşitli iplerin uçlarıyla düğümlesinin rolü büyük elbette bu mitoz bölünmede.

Bundan hareketle, uzunca bir süredir kullanageldiğim görünümü elden geçirmiş olduğumu da fark etmişsinizdir. Şeklen ve manen süregelen benzerliklerin yanında, meselenin alışkanlık boyutu da farklı bir tartışmanın konusu olabilir.

Bu husustaki yorumlara ve eleştirilere ihtiyaç duyduğumdan, düşündüklerinizi çekinmeden dile getirmenizi rica edeceğim.

20090722

Olay! Olay! Olay! Dream Endless'ın Hiç Bir Yerde Görmediğiniz Fotoğrafı!

















Ekran sizsiniz ve televizyon sizi izliyor.
-Jean Baudrillard

Ben televizyon izlemiyorum yea, aptal kutusu.
-Burçin Sevecen


Biliyorsunuz, bir kaç ay evvel İstanbuldaki evlerinden kaçan iki genç kız, İzmir sokaklarında gezerken yakalanmış, İzmir emniyet teşkilatı mevzu bahis kızları bir güzel paket edip İstanbul Emniyet Müdürü vazifesine atanmış eski müdürleri Hüseyin Çapkın'a hoşgeldin hediyesi olarak kargolamıştı. 14 yaşındaki bu kızları kargodan teslim alan ailesi, paketin sağlam olup olmadığını kontrol amacıyla Adli Tıp Kurumu'na gitmiş, paketle ilgili yeterli güvenceye sahip olmalarının ardından da kızların "sağlıklarının" yerinde olduklarını detaylı bir incelemeden sonucu öğrendikleri için ne kadar bahtiyar olduklarını belirtmekten de geri kalmamışlardı.

Mesele televizyon kanallarının ilgisini çekmeyi başardı, en nihayetinde Türkiye'de her gün evden kaçan, kaybolan, sokakta yaşamaya başlayan, madde bağımlısı olup toplumun defekti haline gelen diğerleri üzerine konuşmak anlamsızdı. Ama emo akımıyla ilintili olan iki kızın evden kaçması, yeni bir cadı avının başlangıcı olabilecekti, haber bültenlerini doldurmak için yepyeni bir fasarya ortaya çıkmıştı. Talih kuşunun başlarına yuva yaptığının bilincinde olan televizyon kanalları bu durumu değerlendirmekten geri durmadılar. Emocular nasıl giyinir, ne yerler, ne içerler gibi detaylı araştırmaların yanı sıra, çeşitli sokak röportajlarıyla demos'un da nabzını tutulmuş, olay tüm boyutlarıyla irdelendikten sonra mevzu bahis kızlara da "O saç şekline ne denir? Neden emo? En çok hangi müziği seversin?" gibi teferruatlı sualler yöneltilmişti. Aşağıda evden kaçan bir kızın fotoğrafı nasıl çekilmeli türünden bir habercilik dersi görüyorsunuz;
























Tabii ki 14 yaşındaki bir kızın durumun ayırdında olmasını ve buna göre konuşup hareket etmesini bekleyemeyiz. Ama söylediklerini bir şekilde tasniflediğimiz vakit, ortaya çıkan tablo mühim ve vahim. Hanım kızımız, 13 yaşındayken emo olmaya karar verdiğini çünkü erkeklerin emo kızlara daha çok ilgi gösterdiğini söylüyor. İşin vehametini ve ehemmiyetini bu şekilde ortaya çıkaran ise kızın tavrı, zira lafı dilinin üzerinde döndürüp dolaştırmadan olduğu gibi söylüyor. Cehalet, aptallık, dürüstlük diyebiliriz ama ortaya çıkan sonuç açısından değerlendirdiğimizde faydası tartışılmaz bir beyanat bu, bir itiraf olma niteliği taşıyor. Evet, mesele bu kadar basit; bir şey olmak için geçerli sebepler ışığında kararlar alıyor ve o oluyoruz. Olduğumuz şeyin tanım aralıklarını elimizden geldiğince dolduruyor, ona göre giyiniyor, saçlarımızı ona göre şekillendiriyor ve ona göre müzik dinleyip ona göre konuşuyoruz. Son kertede, bir insan değil, bir Cansu bir Hasan bir Burçin değil bir kelime oluyoruz, tanım haline geliyoruz, sadece bir metalciyiz, emocuyuz, satanistiz; olmak istediğimiz şekilde. Ve olmak istediğimiz şekliyle toplumun bir numaralı konusuyuz, kendi kendimizi masaya yatırıyoruz. Bir toplum, insanların ne olduğunu, nasıl giyindiğini bu kadar mı önemser? Bu kadar mı büyük mesele haline getirir?

Bir kaç gün evvel Brüno'yu izlerken de bunları düşünüyordum. Bilen bilir, çok gülen bir adam değilim ama gülmeye başladığım zaman dağılıveriyorum, gözlerimden akan yaşlar sel oluyor. Brüno'yu izlerken de yanacıklarımdan akıp giden gözyaşlarım, bir anda sanki Levent Kırca eline megafon almış da apartman girişinden "Güleriz ağlanacak halimize..........." diye bağırmış gibi, gülme ekseninden ağlama eksenine kaymaya başladı yavaş yavaş. Filmin mihrakına oturttuğu karakter, mübalağa ile ve övgüleme ile gözümüze gözümüze girdiği kişilik yapısıyla tam da benim üzerine satırlarca sözcük döktüğüm insan modeliyle örtüşüyor. Moda kurbanlığının, cinsel tercih reklamcılığının, sivrilmek için sapkınlaşmakta ve dahi gülünçleşmekte herhangi bir beis görmemenin allanıp pullanmış hali Brüno. Her konserde, her festivalde Brüno prototipleriyle karşılaşmak çok kolay; gelmeden önce aynanın karşısında saatlerini harcayan o, moda sitelerinden çıkmayan o, en gülünç saç şeklini seçen o, en absürd kıyafet kombinasyonuna sahip olan o, sadece kendi özel meseleleri hakkında tumblr'dan twitter'a, facebook'tan myspace'e her yeri işgal eden o, kendi fotoğraflarını her yerde gözümüze sokan o. O, o, o. Her yerde o var, her yerde o olmalı. Herkes onu konuşmalı, onu beğenmeli. O en güzel olmalı, en havalı o gözükmeli, en fazla takip edilen o olmalı. Verilen karar bu, bu karar uğrunda harcanan haysiyet de olsa olsa kaz gelecek yerden esirgenmeyen tavuk olabilir. Bu kişisel bir tercih, kişisel bir mesele ama bu düşüncenin şekillendirdiği insanlar, insanların şekillendirdiği kollektif bilinç ve bu kollektif bilinci taşıyan toplum için artık değer yargıları farklı bir hale bürünmüş oluyor. Elbette toplumun yegane sinir ucu kimin ne olduğu ve nasıl giyindiği, ne yaptığı olunca bu ortaya çıkan bireylerin kimseyi şaşırtmaması lazım.

Ama bu çarpık topluma entegre bireylerin bir türlü göremediği gerçek şu; gerçek beğeni, gerçek ilgi, gerçek sevgi göze batan sivri şeyler sonucu ortaya çıkmış duygu patlamaları değiller. İnsanlar, başka insanları olmaya çalıştıkları şey yüzünden değil, oldukları şey yüzünden severler. Haliyle, böyle çarpık bir anlayışın hakimiyeti hasebiyle o saçma sapan alakanın, beğeninin bir türlü yetmediği, yetinmeyi bilmeyen kişinin de daha fazla sivrilip haysiyetini daha fazla ayaklar altına aldığı sonucuna varabiliriz. Neden mutsuz olduğunuzun yanıtını arıyorsanız buraya bakın; neden olmaya çalıştığınız kişi olamıyorsunuz, neden gördüğünüz alaka ile yetinemiyorsunuz, neden sevgiye doymuyorsunuz? Cevap şu; zorluyorsunuz. Zorla yapılan her şey gibi de masumiyetten muafsınız, beş para edebileceğiniz tek platform da adına "eğlence sektörü" denince meşrulaşan sirktir.

Burada bu sirk üzerine onlarca şey yazdım. Bacak kadar çocukları Bülent Ersoy kıyafetlerine sokup şarkı söyletmelerinden magazin programlarına. Ama mesele git gide Running Man'deki gibi bir hale bürünüyor, olay iyiden iyiye ciddileşmeye başladı. Hayır üzerinde fare dolaşırken şarkı söylemek, yılanla dolu akvaryumdan ağız yordamıyla çilek çıkarmaya çalışmak gibi şeyler değil kastettiklerim. Volonte general'e, genel iradeye sirayet eden, bir bilinç oluşturan ve bu bilinci yaygınlaştıran bir hal almıştır artık eğlence sektörü adını verdiğimiz bu sirkin işlevi.

Figürlerin hemen hemen hepsinin zihinlerimize "ben buyum" tabelası asmaya çalıştığı bir yer burası. Geçen günlerde Zeki Müren'den bahsetmiştim; bu adam toplumumuzca en büyük sapkınlıklardan biri olarak kabul edilen eşcinselliği hem de yine sapkın addedilen bir yöntem ile, travestilik ile yaşarken kimse de dönüp icra ettiği sanatı bu detayla değerlendirmedi. Zeki Müren diyince aklımıza eşcinsel bir travesti değil, bir sanat idolü geliyor. Beri yandan, eşcinsel olduğu herkesçe bilinen, webcam vasıtasıyla arka nahiyesini hemcinsine gösterir iken çekilen fotoğrafları elden ele dolaşan bir Fatih Ürek gözümüzün içine baka baka, üç gittim beş gittim sabaha kadar inlettim ağlattım minvalinde laflar edebiliyor. Bu bir "ben buyum" tabelası. Benim nezdimde emocu olmaya karar veren kızın da, alaka ve sevgi görmek için sivrilebileceği kadar sivrilen adamın da düşünce yapısı bu yayınlanan ve yaygınlaşan düşüncenin suyunun suyu. Ama sadece bu tip şeylerle sınırlı değil mal haline getirilen kişiliğin promosyonu için yapılanlar; cumartesi geceleri Pelin Batu'nun "ben bilgiliyim!" çırpınışlarıyla geçiyor nihayetinde.













Hal böyle olunca, ortaya bir sömürü çıkıyor. Aslında pek de sömürü denemeyecek, mutualist bir ilişki olarak tanımlanması daha doğru olacak bir yapı bu. Promosyonlarını yapmaya çalışanlar, yapılan promosyonları satarak toplumu etkileyenler. Ama tekrar etmek icab ederse; işin ciddiyet boyutu artık yılandan, tarantuladan, topuklu ayakkabı giymiş veletten çok daha farklı bir noktaya taşınıyor işte. Bir magazin nesnesi haline getirilen Münevver Karabulut cinayeti bu konuda en büyük örnek olma özelliğini taşıyor. Konuya "şu kadar insan öldürülüyor, bir bunla mı uğraşıyorsunuz" diye yaklaşmak eblekçe, zira vaka her açıdan irdelenmesi elzem bir vaka. Ama irdelenmesi elzem olan bir konu, bir adli tıp skandalına yani bir adalet hususu iken -bir vatandaşın sırtını dayayabileceği ve güven hissedebileceği birincil kavram olan adalete gelen zeval iken- anne ve babanın çıkıp "Kızımızın çamaşırında sperm lekesi olamaz çünkü kızımız 'temiz'dir." noktasına geliyorsa eğer ve bunun üzerine kamuoyu "derin bir oh çekiyorsa", bizim bu yazıları, bu kitapları, bu beyinleri hepten toplayıp tuvalete atmamız, sonra da sifonu çekmemiz lazım. Bu, genel iradenin ne hale geldiğini gösteren çok güçlü bir göstergedir. Sokaktaki adamın ilgilendiği mesele ölen bir kız değil kızı öldüren herifin serveti haline gelir, adalet sorunu değil kızın cinsellik sorunu masaya yatırılır, konuyu siyaset eksenine çekip oy tartışmasına girmek istemiyorum ama tarihi boyunca bu kadar mağdur olup, şikayet edip, iradesini de mağduriyetini derinleştirmek için kullanan bir başka toplum daha yoktur. Bakın size bir örnek vereyim, hem de yazının başlığında söz verdiğim fotoğrafı paylaşayım;



















Bendeniz de 13 yaşındaki her çocuk gibi saçmalamaya bir hayli meyilliydim. Nereden gördüm, nereden özendim bilmiyorum ama saçlarım şu şekilden çıkmadı bir kaç sene. O küçük yaşımızın küçük beynine göre bir tepkiydi bu ama düpedüz ilgi çekmeye çalışan bir çocuğun sivrilme çabasıymış işte, bunu o yaşta göremiyoruz elbette. Ama bir ülke düşünün ki, düzensiz kentleştiği, denetim yapmayıp vazifesini yerine getirmediği için yüzbinlerce insanı bir doğa olayına kurban vermiş. Bir adalet düşünün ki tek bir kişi bu hataların cezasını çekmemiş. Ve işte bu ülkenin insanları, bu konulardaki şikayetlerini defaatle dile getirmesine rağmen hiç bir şekilde tavrını, tepkisini ortaya koymamış. Onun yerine sokakta dik saçlarla yürüyen bir çocuk için yolunu değiştirip, elindeki poşetleri yere bırakma zahmetine girip, ödülü hak eden jest ve mimiklerle, ilgi çekmekten başka bir derdi olmayan ve bir kaç sene içinde aklı başına gelip kendisine ne yapıyorum ben diye soracak bir çocuğa "Allah belanı versin!" tepkisi verebilmiş. Bunu kendine vazife bellemiş, vazifesini ifa ettiğinden de huzur dolu bir yüz ifadesiyle yoluna devam etmiş. Ve o andan itibaren o adaleti bozuk bir ülkede yaşamamış, yüzbinlerce insanın ölmediği bir ülkede, eşcinsellerin olmadığı bir ülkede, evlenmeyen kızların prangalandıkları için davulcuya yahut zurnacıya kaçamadığı bir ülkede yaşamış.

Münevver Karabulut'un kim bilir hangi cehennemde olan katil zanlısına katılımcı internet sitelerinden akıl almaz yorumları ile bela yağdırarak toplumsal vazifesini yerine getirenler, sorumlu habercilik anlayışı gereği gün be gün haber vererek yapraklı maarif takvimi gibi şu kadar geçti bu kadar oldu diye haber yapanlar, katilinin kim olduğu, nerede yaşadığı, ne halt etmiş olduğu apaçık belli olan Uğur Kaymaz için ne yaptılar?




















Benim en büyük merakım, bir gün insanlar bir emocu kızın adli tıp onaylı bekaretine, kafası bedeninden ayrılmış bir maktulün namusuna, içki içip karısını döven bir adam rolü oynayan oyuncuya, şarkıcıların hangi deliklerden haz aldığına değil de, adalete, hakkaniyete, haysiyete yönelik yaşananlara "itirazım var" diyip diyemeyeceğidir.

20090714

Zeki Müren ve Şarkıların Gözünü Kör Etmek.






















Hafızam gerçekten kuvvetlidir, yıllar öncesinin olayını gününe tarihine hava şartlarına kadar hatırlarım. Bu durum, zaman zaman "süpergüçlerin trajik bedelleri" kıvamında bir yaşantıya zemin olabiliyor; tatsız, utanç verici anıların hafızada yer etmesi ve hiç olmayacak anlarda su yüzüne çıkmasıyla birlikte kripton görmüş Clark Kent gibi iki büklüm olabiliyorum. Mesela küçüklüğüme ait anılar içinden, anaokulunda Tarkan taklidi yapmış olmam hayatta üstesinden gelemeyeceğim bir anımdır ki kim bilir ne tip psikolojik travmalara yol açmıştır, yazarken bile tereddüt ettiğim düşünülürse.

Ama bakınca çocukluğumun, bilhassa müzikal kısmının tuhaf ve dahi garabetlerle dolu bir süreç olduğunu görüyorum. Hayatıma birer abi gibi sirayet eden kuzenlerin Guns N' Roses'lı, Depeche Mode'lu müzikal öğretilerinin yanında, annenin billûr sesiyle daha da bir derine giren türkü aşkı, babanın ise Türk Sanat Mûsikisi tutkusu arasında kalmış bir çocuktum, beş-altı yaşlarında. Yaşın ve özel kanalların gereği olarak yeni patlayan pop müziğe kayan gönül ve kulakları da işin içine katılınca, ortaya gerçek anlamda karışmış bir kafa ve ruh dünyası çıkıyor. Kafanın ve ruh dünyasının karışıklığıyla patlayagelen davranışların ve aşikar olan müzik tutkumun ışığında, vardığım nokta, anaokulu sonrası mûsiki cemiyeti ve mandolin dersleriydi. Dönemin, göbek bağı birlikte kesilmiş gibi birlikte hareket eden ve taso kökmece, Gameboy kartuşu değiş tokuş etmece gibi eylemlerin paylaşıldığı tek dostu ile gidilen bu mandolin derslerinden bir yıl sonra, hocalarımız ve ailelerimiz mandolin gibi "çocuksu" enstrümanlar yerine ud, keman gibi yükte ve ruhta ağır enstrümanları henüz ilkokula gitmeyen "çocuk"ların eline tutuşturacak, bir Türk Sanat Mûsikisi duo'sunun hayalleriyle yaşamaya başlayacaklardı.

Babamın verdiği keman siparişinden yolculuğa kadar geçen süreyi, Ankara yolculuğundan kemanla dönmesi için gecenin kör saatlerine kadar beklediğimi, kutuyu açtığımda içime çektiğim vernik kokusunu, reçinenin büyülü rengini, tellere ilk değdiğimde çıkan gıcırtıyı hiç unutmam. Velhasıl, altı yaşında bir çocuk olarak neredeyse yarı boyum büyüklüğünde bir enstrümanı, hem de Türk Sanat Mûsikisi gibi hiç de eğlenceli olmayan bir müzik eşliğinde çalmaya başladım ki, bana çokça sıkıcı gelen bu durum, aradan bir kaç yıl geçtikten sonra büyülü bir hal almaya başladı. Tabii enstrüman öğrenme sürecinde tek arkadaşla birlikte olmak, bir süre sonra hakikaten çay bahçelerinde, okul törenlerinde insan minyatürleri olarak İntizar, Duydum Ki Unutmuşsun gibi şarkılar çalmak, benden daha iyi vibrato yapan Engin'e fena halde gıcık olup akorunu bozmak gibi bir çocuğu mutlu edecek şeylerin ortaya çıkmasıyla birlikte müziği sevmeye başladığımı fark ettim.

Farkındalık, insanın yaşayabileceği en güçlü duygular arasında başa oynar. Çünkü uzunca bir süre karanlıkta yaşayan ve en beklenmedik anda ortaya çıkan farkındalık duygusu, bir insanı yerle yeksan edebilme kudretine sahiptir. Ben de, müziği sevmeye başladığımı fark ettiğim andan itibaren, müziğin sadece kağıt üzerindeki notalardan ibaret olmadığını, çok daha derin bir anlam ihtiva ettiğini, çok daha büyük, çok daha kuvvetli bir şey olduğunu anlamıştım ve bu gerçek bir ok gibi göğüs kafesime girmişti.

Karate Kid ve Bay Miyagi iletişiminde bir öğrenim hayatından bahsetmek isterdim ama ne yazık ki keman hocam notayı önüme koyar, bir defa çalıp önemli yerleri vurgular, sonra odasına çıkar demlenmeye başlardı. Bunu düşününce, bir çamurdan heykel yaptığını, taşı oyarak ona bir şekil verdiğini söylemem güç olur, pek de katkısı olmamıştır bana. Ama söylediği tek şey, bugün bile aklımdan çıkmaz; "Kemanı kalbinin üzerine koyup sesi kalbinde hissetmeye başladığın andan itibaren kalbini terbiye etmeye başlarsın, keman çalan biri kötü biri olamaz."

Söylemin kötülük kısmıyla ilgili yorum yapmak abesle iştigal etmek olacaktır ve fakat kalbe en yakın enstrümanın ruhu terbiye ettiği, denek grubu bir hayli geniş olmasına rağmen bilimsel olmayan, tamamen ruhsal verilere dayanan bir gerçektir. Bugün bir Zeki Müren dinlerken bu gerçeğin ayırdına varmak benim için çok daha kolay oluyor. Bu yazıyı okuyabilen birinin de aksini düşünmesini imkansıza yakın buluyorum. Genetik ve sosyolojik faktörleri devreye sokarsak da bugün neden duygunun en naif halinin, ağırlıklı olarak dinlediğimiz müzik ne olursa olsun, yaşamın hangi basamağında yer alırsak alalım, kendimizi ister metalci ister rapçi olarak tanımlayalım, bir Zeki Müren'le ya da Sezen Aksu'yla ya da İbrahim Tatlıses'le açığa çıktığının sağlamasını yapmış oluruz. Bugün canım bir şeye sıkılsa, kafama bir çivi saplansa, benim içimden 7. senfoni açıp viski içmek değil, Zeki Müren açıp rakı içmek gelir.

Zeki Müren'in bu tip toplumsal bir sembol haline gelmesi, değerlendirilmesi gereken bir mevzudur. Bir müzisyenin rakı gibi topluma ait bir içkiyle özdeşleşmiş olması, meyhane kültürü gibi beş yüz yıla yakın bir tarihsel arkaplana sahip bir ögeyle içiçe girmesi çok ama çok şaşırtıcı bir durum arz ediyor. Hele bizim gibi dine çok sıkı bağlı, tarihi geçmişi katı kalıplarla dolu, kollektif bilinci köhnelikle örülmüş muhafazakar bir toplumun, eşcinselliği ölçüsüz sayılabilecek bir şekilde taşıyan, neredeyse cilalayan, övgüleyen bir adamı alıp baş tacı etmesi, gerçekten üzerine sayfalarca akademik tez yazılacak kadar ilginç bir vaka. Tarihin başlangıcından itibaren "asker" olan bir toplumun, askerliğe dair olan, Tanzimat Devri'nin en saygıdeğer askerlerine hitaben söylenen "paşa" ünvanını, toplumsal normlara bu kadar zıt olan bir adama layık görmeleri üzerine bile saatlerce konuşulabilir. Günümüz modern Türkiye Cumhuriyeti'nde, mabadını arz-ı cemâl eden bir Fatih Ürek'in gözümüzün içine baka baka "Kadınlarla ilişkiye girerken korunuyorum abi!" deme lakaytlığını gösterme zarureti taşımasına yol açan toplumsal dinamiklerin, sözlük anlamıyla travesti olan Zeki Müren söz konusu olunca geriye işlemesi, toplumun ikiyüzlülüğünü mü göstermektedir yoksa müzisyenin ruhsal duyguları böylece yüceltip diğer fasaryaların yok sayılmasına engel olduğunu mu?

Tüm bunlar söz konusuyken, toplumun görmek istediği kişilik modeline aykırı olmasına rağmen, Türkçe konusunda bir mihmandar olduğu için, sanatını icrasıyla güneş olma payesini haiz olduğu için bir rol modeline dönüşen Zeki Müren'in, gerek bu olağanüstü durumda oynadığı rolü, gerekse sinemizin sol cenahını terbiye eden ulvi sesini anmak icab eder. Bunu bir çeşit vazife olarak görüyorum, Zeki Müren'in ruhuma verdiklerinden sonra, kendisiyle ilgili kalem oynatmakla mesul idim. Bilen bilecektir, toplama albümlerden hazzetmem ve lakin mevzu bahis vazife ve mesuliyet duygularından hareketle, ufak bir Zeki Müren derlemesi sunuyorum. Olur ya bir gün dinler, ruhunuzun nasıl bir hale büründüğünü görmek istersiniz. Şahsen ben ne zaman, ne halde olursam olayım, tek bir Zeki Müren titreşiminde hep aynı ruh haline bürünüyorum, büyüleniyorum.

Ve ufak bir not; şu bir aylık külliyattan sıkılmış olanlar şikayet etmek yerine beni bookmark'larından, rss feed'lerinden silip Google'dan "post rock+download+blog" araması yapabilirler. Ben kısa bir süre kalem oynatmayı bırakıyorum, ağaç tepelerine tüneyip taksi çeviren Icarus, altgeçitten geçip paralel evrene giden adam gibi mühim konulardan bahsedeceğim. Umarım ki o zamana kadar da beni heyecanlandıracak bir şeyler nihayet örümcek ağlarında yerini alır. O zamana kadar, hoşçakalın.

1- Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun
2- Elbet Bir Gün Buluşacağız
3- Gitme Sana Muhtacım
4- Gözlerin Doğuyor Gecelerime
5- İmkansız
6- Rüyalarda Buluşuruz
7- Sen De Başını Alıp Gitme
8- Sevemez Kimse Seni
9- Şimdi Uzaklardasın

DOWNLOAD.

20090710

Gökhan Kırdar
























Hazır beklediğimiz albümler hala bekleme aşamasında ve hazır bir kaç yazıdır Türk müziğine dair bir kaç noktaya değinmişliğimiz var, aklımdaki bir iki yazıyı parmaklarıma bölüştürebilirim.

İmdi, daha önce belli başlı grupların Türk olma kimliği üzerinden övgülenmesini eleştirmiştim, malumunuz. İnsan zihninin köşeli algısına ek olarak milletçe de ekseriyetle siyah ve beyazlar arasında tercih yaptığımızdan, bir de bu durumun aksi var ki o da "bizde böyle müzik yapılmıyor" düşüncesidir; her anlamda aynı oryantalist korkudan, aynı aşağılanma dürtüsünden kaynaklanır bu.

Bizim mûsiki kültürümüz aslında yine siyah ve beyazlar üzerine kuruludur, köşelidir, uçlardadır. Ya kökleri imparatorluk dönemine uzanan Türk Sanat Mûsikisi ve Türk Halk Mûsikisi çınarları vardır ki bunlara kısaca "Türk Mûsikisi" adı verilir, ya da bunların aksi, bunların değili, bunların olmayanı olan "Hafif Batı Müziği" vardır; adı konmamış sulandırılmış komünist rejimin değişime uğrayıp Türkiye'nin görünmez enerji kalkanlarının inmesinin ardından, dışarıdan ithal edilen rock'n roll'u, pop'u, jazz'ı, diskosu, şusu busu tamamen bu ismin altında kümelenmiştirler. Doksanlara kadar göstere göstere yaptığı batı müziği taklitçiliğinden öte adım atmayan, dünya çapında tutmuş şarkıların müziklerini alıp bunlara güfte yazmaktan ibaret Hafif Batı Müziği anlayışı doksanlardan itibaren değişime gidiyor. Bu dönemde gün yüzü görmüş müzisyenleri saymaya gerek yok, neredeyse hepsi hala Türkiye'nin müzik sahnesinin içindeler. Bizim ilgilendiğimiz kısım, meseleyi biraz daha enine boyuna algılayabilen ve ne yaptığının bilinciyle adım atmış olanlar ki Gökhan Kırdar kesinlikle bu konuda bir liste yapsak başı çekebilecek bir isim.

Gökhan Kırdar 1994 yılında karşımıza çıkmış ilk defa, Serseri Mayın albümüyle. 15 sene evvelinden bahsediyorum ki kendisini meşhur eden Yerine Sevemem, ömrüm boyunca duyduğum en içten, en katıksız aşk şarkılarından biridir. 24 yaşında bir adamın böyle bir şarkı yazıp üstelik bir de bu şarkıyı ud ile çalması bir şeydir, ama var olmayan ya da varlığı tek bir çizgide ilerleyen bir ulusal müzik sahnesinde kendi kendini yaratması apayrı bir şeydir. Öte yandan böyle önemli ve nadide bir şarkıdan sonra beklentilerin artmasıyla birlikte, bir sonraki albümü Tutunamadım ile Gökhan Kırdar "tutunamayacaktı" (kaç kişi bu benzetmeyi yapmıştır merak ediyorum); bu albümden akıllarda kalan tek şey Ah Ayartan Yar klibindeki Ordu-yi Hûmayun zabit üniformasıdır sanırım.

Her halükarda, Gökhan Kırdar gözümüzün önünden yok olup gitmiştir, giderken de kulaklarımızdan asla ve kat'a silinmeyecek bir şarkı bırakmıştır ki Yerine Sevemem, her aşk acısının vazgeçilmez şarkısıdır, olmalıdır da. Ve lakin, gözümüzün önünden giderken yenik ayrılmamıştır Gökhan Kırdar. Nev-i şahsına münhasır ve bu sefer dönemin kulaklarının çok daha üstünde bir hale bürünmüştür müziği; gözlerden uzak kalsa da ben bu durumun hayırlara vesile olduğunu düşünüyorum. Kozadan çıkan kelebeğin bu sefer istisnasız herkesin gözlerini kamaştırdığı düşünülürse, sahiden de durumun hayırlı bir nitelik taşıdığı konusunda hemfikir olunabilir.

Öyle ki, Gökhan Kırdar "etnotronik" adını verdiği müziğiyle, vazgeçmemizin mümkün olmadığı diziler üzerinden ulaştı kulaklarımıza. Şimdi burada değinmek istediğim iki konu var. Birincisi; Gökhan Kırdar'ın müziğinin temelindeki etnik ögelerin önemidir. Yaşadığımız toplumdan, topraktan ne kadar soyutlanmış olursak olalım, bize ait müzik bize aittir, genlerimize işlemiştir. Müzikal odağımız nereye yönelmişse yönelsin, görüş açımız ne kadar geniş olursa olsun, hangi janra gönül koymuş olursak olalım, bu toprağa, bizi bu topluma ait bir müzik kadar etkileyecek başka bir müzik türü mevcut değil. Öyle ki minibüste gide gele arabeske alışmışsın, deden bağlama çalmış, dayının bir türkü söylerken gözlerinin kan çanağına döndüğünü görmüşsün, bu ülkede eşcinsellik ne kadar garabet karşılanırsa karşılansın hala Zeki Müren ismi zikredildiğinde akan sular durur, görüş ayrılıklarının en fazla keskinleştiği dönemde dahi savunduğu görüşünü teşhir etmekteyen çekinmeyen Barış Manço'yu sevmeyen adam yaşamadı burada. Kendimden örnek verecek olursam, ki bu başka bir yazının konusudur, ninniyle uyutulduğum zamanlarda Duydum Ki Unutmuşsun dinlerken hüngür hüngür ağlamış, ilkokula dahi başlamamış bir bacaksız olarak Türk Sanat Mûsikisi çalmaya başlamış, o yaşta göğüs kafesimin sol tarafını nihavend makamıyla terbiye etmişim. Bugün dünya üzerindeki en harika besteye sahip, en harika enstrüman tekniğiyle kaydedilmiş bir şarkı bir Veda Bûsesi, bir Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar kadar etkileyemez beni, mümkünatı yok. Gözlerinde ve sakalında yılların ağırlığını taşıyan bir adam sıcacık çayın yanında bir de türkü ikram ettiğinde hissedeceğin şeyi hiç bir konserde, hiç bir janr tanım aralıklarında bulamazsın. Evvela bunda mutabık olalım; bu kadar bize ait müziklerin, bize ait enstrümanlarıyla ilgilenen, kanun ile ud ile dümbelek ile yapılan müziğin tamamen bizolmayan bir elektronik yapıyla sentezlenmesi fazlasıyla cesur bir adım. Ki bugüne endeksle bizi pek de şaşırtmayan bu durumun, dönemin şartları açısından ilkler arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Tabii ki bu etnik dokulu elektronik müzikle tanışmamızın Gökhan Kırdar ile olmaması doğal, en nihayetinde yıllar yılı aşağılanan, ve dahi bir küfür haline getirilen "çingene" tarafından icra edilen müziğe burun kıvıran ama elin Amerikalısı yapınca o Balkan müziği festivali senin, bu Balkan müziği vapuru benim koşturan; dinleyenlerinin kıro, jiletçi, cahil diye imgelendiği arabeski Murathan Mungan pazarlayınca dilinden Özcan Deniz'i, Müslüm Gürses'i düşürmeyen karaktersiz bir dinleyici kitlesinden bahsediyoruz.

Aynı dinleyici kitlesinin kendini pazarlama promosyonlarından bir diğeri olan "televizyon izlemiyorum" duyurusu da, Gökhan Kırdar'ın müziğiyle ilgili değinilmesi gereken bir diğer konudur muhakkak. Kim çıkardı bunu bilmiyorum, kim bu duyurudan medet umdu ama sonuç olarak bu fikir kalıplaşmıştır, kabul edilegilen bir gerçek haline gelmiştir. Baktığımız her yerde televizyon izlemediğini bize duyurmak için binbir takla atan, ama bununla yetinmeyip televizyonu ve televizyondakini aşağılamaktan da çekinmeyen birini görüyoruz. İstisnasız her seferinde, Reklamcılığa Giriş-101 dersinden apartılmış terimlerle süslenen tespitlerle şahlanan bu birilerinin, zinhar televizyon izlemedikleri halde nasıl bu berbat, bu toplumun böğrünü hançer gibi yaran programlarla ilgili yorumlar yaptığı her zaman bir muamma olarak kalmışsa da, muammanın çözümü "zap yaparken rastladım", "annem izlerken gözüm kaydı" formülünden bir adım öteye gitmiş değil şu kadar senedir. Ben de biliyorum acıklı programların kendi acılarımızı örtüp daha kötüsü de varmış diye rahatlamamıza yol açtığını, kurgu hayatlar içinde gerçek hayatımızın sıkıntılarından kaçtığımızı, televizyonun günlük yaşantımızı bütünüyle manipüle ettiğini, oturup bu konuda uzun uzun iki tez yazacak kadar ilgili ve tepkili olmama rağmen şu koltuğa yaslandığımda yaptığım şey herhangi bir magazin programını açıp "Teoman yine ne yaptı! Baam! Yine ne yaptı! Baaam! Yy-yin-yin-yine ne yaptı!" spotlarını takip etmek oluyor. Hiç çekinmiyorum bunu yapmaktan da, bugüne bugün tek bir karşı cins de vay efendim magazin programı seyrediyorsun diye benden uzaklaşmadı, oturup sevgililerimle de aynı programları izlemekten çok büyük keyif aldım üstelik, bütün gün yıldızları izleyip Cummings şiirleri okuyacak değiliz. Anlaşılmayan nokta işte burası, ama bu durumun ayırdında olmayan ve kendini bu şekilde tanımlayan, bu şekilde pazarlayan bir kitlenin sayıca üstünlüğü düşünüldüğünde, Gökhan Kırdar'ın televizyon dizileri için yaptığı şaheserlerin görmezden gelinmesi, alelade bir müzisyenmiş gibi değer görmemesi şaşırtıcı olmuyor.

Misalen, Ölümsüz Aşk isimli dizi için yapılan Eylül ve Ölümsüz Aşk gibi şarkılar, bu blog dahilinde yer alan, elektronik bir altyapı üzerine inşa edilmiş şarkıların hiç birinden geri değiller. Benim algım ışığında, içinde barındırdığı benim damak tadıma uygun tatlar ile çok daha evlalar üstelik. Haziran Gecesi ya da Kurtlar Vadisi izleyicisi olmayabilirsiniz ama bu diziler için Dayan Kalbim, Yağmur, Bu Aşk ve daha bir çok şarkı, bugün adını besmeleyle andığımız, dahi kategorisine yükselttiğimiz çoğu elektronik müzik sanatçısının şarkılarına taş çıkartabilecek nitelikteler. Bu noktada şarkının nerede kullanıldığı bir kıstas olmamalı, destek destek diye konuşmaktan başka bir şey yapılabilseydi Gökhan Kırdar da parasını televizyon dizileri için müzik yaparak değil, salt müzik yaparak kazanıyor olurdu.

Öte yandan, bu kadar kayda değer bir müzik yapan, üstelik bunu yaparken kendi keşfettiği formüllerden yararlanan bir müzisyenin bu kadar az ilgi görmesi, eserlerinin bu kadar az dinlenmesi, bir müziksever olarak benim için hazin bir durum. Velhasıl kelam, Gökhan Kırdar'ın yaptığı işlere hakettiği değeri vermenin zamanıdır, Limbo Pillow buna vesile olmak için gönüllü bir zemindir. Vesile niyetine, kendi ellerimle derdiğim bir Gökhan Kırdar derlemesinden faydalanılabilir.

1- Yerine Sevemem
2- Üstüme Basıp Geçme
3- Sürünerek
4- Dayan Kalbim
5- Go On My Heart (Viola Remix)
6- Yağmur
7- Bu Aşk
8- Eylül
9- Ölümsüz Aşk

DOWNLOAD.

20090708

Ve Yine Önce Özetler.

















Ne yazık ki, içinde bulunduğumuz bu güzide, bu fevkalade, bu aylarca beklediğinize değecek, hepinize mutluluk kuşları hediye edecek yaz ayı içerisinde dikkatlere mazhar olan bir albüm çıkmış değil henüz. Şöyle bir göz attığımda, beni en son heyecanlandıran albümün tam iki ay önce yayınlanması feci bir durum. Öte yandan bu durum çok yakın zamanda son bulmak üzere. Görünüşe bakılırsa bu boşluğun bedeli ödenecek; muazzam albümleri dinlemekten ve haklarında yazı yazmaktan başka hiç bir şey yapamayacak hale geleceğiz. Buna binaen, bir haber özetinin da zamanı ve zeminidir.


- The Black Heart Procession'ın yeni albümü Six, ekim ayı başında yayınlanıyor. Albümün ilk sızıntısı Rats oldu. İlk izlenimler, şarkının düpedüz Nick Cave koktuğu yönünde. Kişisel beklentiler, albümün Two'nun yanına yaklaşması umudunda.



- Caspian'ın yeni albümü Tertia, ağustos ayının ortasında çıkmış olacak. Hemen yukarıdaki resmi promosyon videosu ağız, göz ve kulak sulandırıyor. Öte yandan, albümle ilgili beklentilerin artmış olması Caspian'ın aleyhine bir durum da yaratabilir, bekleyip görmek gerekiyor.

- Balmorhea'nın daha önceden sözünü etmiş olduğum remix albümü için ön-alımlar yapılmaya başlamış. Albümü bir iki hafta içinde internet alemlerinde görmemiz kuvvetle muhtemel, yine de buradan Truth'un Helios tarafından, Remembrance'ın Machinefabriek tarafından, Night In The Draw'un ise Jacazsek tarafından yapılmış remixlerini dinlemek mümkün. Şarkıların hepsi kusursuz olmuş, Balmorhea ismini taşıyan herhangi bir albümde en ufak fire olmaması geleneği devam edecek gibi görünüyor.

- Kyte yeni albüm kayıtlarını tamamlamak üzereymiş. MySpace'lerindeki yeni şarkıları 8 ve 30, yeni albümde elektronik sosunun daha da kıvamlanacağını gösteriyor. Albümde yer alacak bir diğer şarkı No One Is Angry, Just Afraid'i de buradan indirebilirsiniz.

- Ólafur Arnalds da yeni albüm için kayıt aşamasında. Meraklısı için, Youtube'daki video blogunda albümün kayıt aşamaları neredeyse adım adım anlatılmakta.

- d_rradio'nun son albümü Leaves yayınlanmış. 0 ve 1'lerden müteşekkil olarak bilgisayarımıza yerleşmesi an meselesi olan albüme dair bir kaç şarkıyı MySpace'ten dinlemek mümkün.

- Eli kulağında bir diğer albüm de De La Mancha'dan da tanıdığımız Jasper TX'in Lungs'ı. Albüm, canlı performans kayıtlarını ihtiva etmekteymiş.

[Fade in- Sofya'da Dans]
Yeni albümlerle tekrar birlikte olmak ümidiyle; hisleri paylaşmak için. Mutlu akşamlar.
[Fade out- Sofya'da Dans]