20090427

Ólafur Arnalds - Found Songs
























Belki devasa bir saadet içindesin, belki kapkara bir hüzün kuyusunda. Bir anda geçiyor o hissin belki, ölçülebilecek en kısa zaman dilimi süresince Tanrı sana temas etmiş gibi hissediyorsun ya da belki sonsuza kadar o saadetin, o hüznün yahut, içinde olacağını düşünüyorsun. Tavanı izliyorsun ya da dışarıda bir yerlerde oturup gelen geçeni izliyorsun. Belki çok ödevin var, belki cebinde beş kuruş para yok ya da belki tüm sorumluluklarından sıyrılmış olmanın huzuruyla para harcıyorsun bir yerlerde. Tüm bunları yaparken işte, tüm bunları yaşarken, sen hissetmezken, zaman dedikleri, vakit dedikleri akıyor, tarihe karışıyor her şey bir bir. Saniyeleri görebiliyorsun -tiktaklarını duyuyorsun-, sonra dakika diyoruz, saat diyoruz, gün diyoruz, hafta diyoruz, ay diyoruz, yıl diyoruz, ömür diyoruz. Geçiyor. Anlamıyorsun, farkında olmuyorsun. Bazen hissedebiliyorsun sadece, geriye bakıyorsun ve kaybettiklerini görüyorsun, pişmanlıklarını görüyorsun, kazandıklarını görüyorsun, gurur duyduklarını görüyorsun; ne görürsen gör, arkana baktığında hep acı bir tat yerleşiyor içine. Zaman, şimdiyi çalarken yerini hüzünle dolduruyor. Hayatımızın kısa özeti budur.

Gün dediğimiz kavram içinde de benzer bir durum var. Uyanıyorsun, okula gidiyorsun, işine gidiyorsun, sevgilinle buluşuyorsun, patronunla tartışıyorsun, bir şeyler yiyorsun, işiyorsun, küfrediyorsun, sıkılıyorsun, uyuyorsun. Uyuduğunda günün nasıl geçtiğine şaşırıyorsun saadet veya hüzünle, pişmanlıklarını ya da gurur duyduklarını yaşıyorsun, kendine dokunup o katılaşmış hüznü görüyor ve görmezden gelip üzerini kapatmaya çalışıyorsun. Günümüzün kısa özeti de budur.

Ólafur Arnalds, günleri ve dolayısıyla zamanın çizgisi üzerinde yer almasıyla ömrümüzü etkileyen işlerini bu sefer tam da etkiledikleri üzerine kurgulamaya karar verdi Found Songs projesiyle. Her gün için ayrı bir şarkı yazacak, o şarkıları da aynı gün yayınlayacaktı, tamamen bedavaya. Velhasıl, zaman çizgisinin 15 Nisan 2009 adını verdiğimiz noktasında başlayan proje, Ólafur Arnalds'ın 7 gün/168 saat/10080 dakika/604800 saniye boyunca yaşadıklarını yansıtacaktı bize. Zaman .mp3 formatına sıkıştı ve Ólafur'un her saniyesi, o saniyeler içindeki saadeti ya da hüznü, gün içinde ne yaşadığı ya da ne düşündüğü bize ulaşmış oldu.

Yayınlanan şarkılar resmen bir albümde toplanmış değiller, lakin bir gün içerisinde yapılmış olan bu şarkıların albüm kalitesinde olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. O kadar kısa zaman içinde şarkıyı bestelemek, icra etmek, aranjmanını, mastering'ini yapmak kolay iş değil, hele bir de tüm bunları yaptıktan sonra ortaya çıkan sonuç bu derece yoğun ve etkileyici ise eylemin boyutu daha ilahi bir hale geliyor.

Sonuç bazında, kısacık bir şarkı kümesinden bahsediyoruz ki Ólafur Arnalds'ın bundan evvelki kaydı Variations Of Static de süre itibariyle kısa olmasına rağmen saniyelerinin içine sıkıştırdığı hisler ile olması gerekenden fazlasını sunmayı becermiş bir yapıya sahipti ve Arnalds'ın tepe noktası diyebileceğim kadar kusursuzdu. Lakin Found Songs'taki şarkıların da, bilhassa bir gün içinde oluşturdukları göz önüne alındığında, fevkalade bir yoğunluk ihtiva ettiklerini söyleyebiliriz. Ólafur'un müziğinde, elektronik dokuların yerini yavaş yavaş piyano ve kemana bıraktığını görüyoruz ki bu çeşitliliği azaltsa da müziğin derinliği arttırıyor, yine de Lost Song elektronik doku tutkunlarına müphem bir tad verecektir diye düşünüyorum.

Son zamanlarda Ólafur Arnalds'ın Björk ile, Sigur Rós ile daha fazla anıldığına şahit olmaya başladım, artık o mide bulandıran, kulak tırmalayan İzlanda argümanı içerisinde. Mahkeme kararıyla yasaklanmasına ramak kalan bu saçma coğrafi romantizm bir yana, arkasında o kadar prodüktör ve ses mühendisiyle çalışan bir çok müzisyeni Ólafur ile karşılaştırmanın lüzumsuzluğu Found Songs projesiyle daha da belirgin bir hale geliyor. Uyumadan evvel, gün içinde yaşadığı saadet ve/ya hüznün yanında kendi aranje ettiği şarkısını dert eden birinden bahsediyoruz, kendi zamanıyla bizim zamanımızı birbirine bağlayan birinden.


Sanatçı: Ólafur Arnalds
Albüm: Found Songs

Zaman listesi:
Gün 1- Erla's Waltz
Gün 2- Raein
Gün 3- Romance
Gün 4- Allt Varğ Hljótt
Gün5 - Lost Song
Gün 6- Faun
Gün 7- Ljósiğ

DOWNLOAD.

20090424

Redjetson - Other Arms






















Kim olduğunu bilmediğimiz biri, "Başlayan her şey bitmeye mahkûmdur." dedi. Kim olduğunu bildiğimiz ama asla tanımadığımız, tanısak bile çok da samimi olmadığımız, birileri tarafından bu cümle kitaplara, filmlere ve Facebook statülerine yazıldı.

Kim olduğunu bildiğimiz biri, "Kötü biten hiç bir şey unutulmaz değildir." dedi. Bu cümle, pek de okunmayan bir yazılı neşriyatın en az okunan sayfalarına yazıldı. Bu cümleyi yazarken aklından, sararmamış olsa da epey yıpranmış fotoğraflar, mezarlık ve bir jübile maçı geçiyordu.

Prekazi'nin Monaco'ya attığı gol, Mustafa Denizli'nin omuzlara alınışı, "Seni sevmeyen ölsün" bestesi o zamanlar söyleniyordu. 20-30 yıldan beri kafayı siyasi düşüncelerle bozmuş halkı rahatlatmak gerekliydi; rahatlığın bayraktarı şirin şişko bir amca ve yanından hiç ayrılmayan korkunç şişko karısı buna kanaat ettiler. O zamandan bu zamana, kim olduğunu bilmediğimiz birileri sürekli "Futbol toplumların afyonudur." dediler ve bu lafın defalarca bir yerlere yazılmasından hiç gocunmadılar. Hal böyle olunca futbol bir siyasi kimlik kazandı, tıpkı arabesk gibi, tıpkı Türk filmleri gibi; uzak duruldu, aşağılandı, tüm bunlar sonucunda uzak duranın ve aşağılayanın karakterini yücelten bir sermaye haline geldi. Ne olduysa oldu her kahramanın antikahramanlaşması, ardından antikahramanın kahraman haline gelmesi gibi, futbol bu sefer uzak durulduğu için değer kazanan ve salt bu özelliğiyle nadide bir maden olarak kullanılan bir yapıya büründü. Günümüz blogosferindeki kopya futbol içeriği patlamasının sosyolojik dökümü özetle budur. Bilin ki bugün güzel kadın ve güzel yemek dökümanı bol olan blog yazarlarının istisnasız her biri, zamanında futboldan uzak gözükerek karakterlerine katma değer sağlamaya çalışmışlardır.

Ben futboldan hiç bir zaman uzak durmaya çalışmadığım gibi, yakın durma gösterisi yapmadığım için hikayemi farklı bir açıdan değerlendirebilirim. Kendimi bildim bileli Galatasaraylıyım, çocukluğuma dair hatırladığım en eski detay da Galatasarayla ilintilidir ki iki yaşındayken Balıkesir'de bir dinlenme tesisinde mola verdiğimiz zaman beyaz plastik sandalyelerde oturup Galatasaray'a şampiyonluğu kazandıran golü izlediğimi ve sevindiğimi hatırlarım. Arada pek çok daha hatıra oluşmuştur, bu hatıraların ekseriyeti Fenerbahçe maçlarıyla alakalıdır, ama hatıralarımın en güçlüsü, hiç şüphesiz Gheorge Hagi'nin Athletic Bilbao'ya attığı son saniye golüdür. Üzüntüden televizyonlu odadan kaçıp, koridordaki masaya dayanarak sakinleşmeye çalıştığım o an atılmıştı ki bu gol, babam beni kaptığı gibi sokağa fırlamış, en sonunda da hiç adeti olmamasına rağmen hiç bir zaman çabalamaktan vazgeçilmemesi gerektiği üzerine kısa bir nutuk çekmişti. Koridordaki, dayanarak ağladığım masa sonra onun hayatını kurtaracaktı. Hayatı pamuk ipliğine bağlı halde vazgeçmez ve savaşmayı sürdürürken aklına Hagi'nin golü gelmiş midir, hiç sormadım. Ne o gol, ne Hagi, benim aklımdan hiç çıkmadılar.

Aklımdan hiç çıkmayan bu adamın, aklımdan hiç çıkmayan golünü bir kez daha izlerken düştü aklıma futboldaki bitişlerin önemi. O bitişler sonra futbol sahalarından taşarak şehirlere, gezegene yayıldı. Bir taraftarı çok mutlu eden anlar yaşatan futbolcular, sonra yaptıklarıyla taraftarın nefret paratoneri haline gelebiliyorlardı. Bu yüzden jübileler yapılıyordu, görkemli bir futbol hayatı görkemli bir sonla noktalanıyordu ki, o duygu zihinde hapsediliyor, kitabın son sayfasına en güzel cümleler yazılıyordu. Futbolcu son kez "ben buyum" demek için en hünerli hareketlerini sergiliyor, muhakkak bir gol attıktan sonra tüm sahayı dolaşarak "işte ben buyum ve beni özleyeceksin" diyordu. Bazı futbolculara ise jübile yapılmıyordu. Beklendikleri kadar iyi değildiler belki ya da sadece hak etmiyorlardı.

Bilmediğimiz bir kişinin söylediği gibi, başlayan her şey bitmeye mahkûmdu. Her şeyin bizi en fazla ilgilendiren kısımları yıllardır aynı kalmıştır ki bunlar hayat ve aşktır. Elbette onlar da bitmeye mahkûmdu. Çoğu zaman ayrı ayrı bitmelerine rağmen, aynı anda bittikleri de gözlemlenmiştir.

Jübile futbol özelinde ne kadar makbulse, hayat ve aşk için de makbuldü. İyi bir sonla biten hiç bir hayat ve hiç bir aşk unutulmamış, var olmayı -bitmemeyi- sürdürmüştür. Ölmeden önce söylenen son bir söz, ayrılmadan önce paylaşılan son bir bakış da bu minvalde jübiledir. Her biri "işte ben buyum" der. Zira geriye kalan budur; hayat bittikten sonra kemikler, aşk bittikten sonra anılar çürümekle görevlidir ama son söz, son bakış varlığın gölgesini baki kılar. Jübilesiz bir futbolcu, jübilesiz bir sevgili, jübilesiz bir hayat unutulmaya mahkûmdur.

Tüm bunların olduğu gibi, müziğin de jübileyle sonlanması beklenir. Her gün onlarca yeni sanatçıyla tanışabiliriz, tanışmış olduğumuz onlarca sanatçı aynı gün müzik yapmaktan vazgeçmiş olabilir. Tüm bunların etkileri sınırlı kalacaktır, kanun budur, böyle olması gerekir. Ama hakkıyla veda eden, geride anılarını çürütmeyecek bir iz bırakan, duyulan sevgiyi ve saygıyı mumyalayan sanatçılar bugün hala unutulmamıştır, unutulmayacaklardır da.

Tabii ki bu hususta, devamlı olarak sahnelere veda eden Adnan Şenses'ten söz ediyor değiliz. Bu uzun girizgâhtan sonra, konunun özüne, muhabbetin sadedine gelebiliriz; Other Arms, Redjetson'ın jübilesi.

Bir şeyin nasıl başladığı aslında çok da mühim olmadığından, Redjetson'la olan tanışmamı çok da iyi hatırlamıyorum, ama üç seneden biraz daha uzun olduğunu, ilk dinlediğim an kalbimden vurulduğumu anımsayabiliyorum. O zamanlar müthiş bir çıkış yapan İngiliz post-rock cemiyetinin belki de en az dikkat çeken isimleriyden biriydiler. New General Catalogue, ziyadesiyle mühim bir albümdü ve haksızlığa uğradığı bile söylenebilirdi. iLiKETRAiNS Progress-Reform gibi nispeten vasat bir albümle Mtv'lere çıkarken, aynı çizgideki ama çok daha göz kamaştıran Redjetson sessizliğe bürünüyor ve sonra da artık müzik yapmaya devam etmeyeceklerini açıklıyordu.

Ne var ki, Gizeh Records, her zamanki huyundan vazgeçmedi ve yine kalbimizi fethetmeyi başardı, Redjetson'a bir jübile-albüm yaparak. Other Arms'ı dinlerken bunları düşündüm ben, Redjetson'ın benim için nasıl başladığını, ne zamanlar dinlediğimi, dinlerken neler hissettiğimi ve kapattım içimdeki o fotoğraf albümünün kapağını, her zaman görebileceğim nadide bir yere sakladım. Biliyorum ki bu albüm, hiç bir şeyiyle olmasa bile taşıdığı bu özelliğiyle, veda olmaklığıyla, zaman zaman dinlenecek, bir zamanlar atılmış bir golün izlendiğinde yarattığı o duygu patlaması gibi, son bûsenin hala bıraktığı o sıcak iz gibi bir his yaşatacak benim için. Redjetson'la tanışmamış olanlar için ise bu veda bir başlangıç olacak belki, hüzünlü ama saygınlığı ve değeri kesin bir sona doğru gidecek bir yolculuk olacak.


Sanatçı: Redjetson
Albüm: Other Arms

Şarkı listesi:
1- Soldiers & Dinosaurs
2- Beta Blocker
3- For Those Who Died Dancing
4- Questions I Don't Want To Ask
5- Count These Demons
6- Witches At The Controls
7- First Of The 47,000
8- (g)Listen
9- Threnody
10- These Structures

DOWNLOAD.

20090420

Kırmızı Noktalı Yazı.




















Malumunuz, uzun süredir yazamıyorum. Bu uzun süreli ayrılığın nedenlerine ve sonuçlarına bilahare değineceğim ama evvela muhtemel kafa karışıklığınıza karşı açıklamamı yapayım peşinen. Hayır, blog formatını 5posta ölçüsüne çekmeye karar vermedim. Bol bol Sasha Grey'den söz etmiş ve bol bol Sasha Grey izlemiş olmamın da bu yukarıda görmüş olduğunuz fotoğrafı kullanma kararımda çok etkin bir rol oynamadığını söyleyebilirim.

Konunun pornografi ile çok yakından bir ilintisi yok ama hedefe varmamız için ilk uğramamamız gereken durağın bu husus olduğu kanısındayım. İnsanlık için mühim bir tabu haline gelmiş kayaların altında binlerce karıncanın yuva yaptığı bir gerçek, o yüzden kayayı yerinden oynatmak da şart. Daha önceki yazılarımdan birinde değinmiştim pornografi kavramına. Hala aklımı kurcalayan bir soru var ama; 40 milyon insanın bizzat hayatına zarar vermiş bir savaştan sadece 4 yıl sonra sanki tüm ekonomik, siyasi, bilimsel sorunlar çözülmüş gibi, sanki yapacak daha önemli başka bir işleri yokmuş gibi tüm uluslardan delege talep edip, neyin neye göre pornografik olacağını, pornografik yayınların dolaşım ve ticaretinin nasıl engelleneceğini günlerce tartışan yaşlı başlı eşek kadar adamlardan oluşan Birleşmiş Milletler'in içinde, takvimler 1929 yılını gösterdiğinde "Ya Montgomery, acaba penisle vajinayla uğraşmasaydık da Keynesyen ekonomi mi çalışsaydık? Valla sabaha kadar gitar çalıp bira içtik lan gözümüze uyku girmedi euheueh" şeklinde konuşmalara rastlanmış mıdır, işte bunu çok merak ediyorum.

Dünya üzerinde penis ve vajinanın yarattığı hengameyi ne atom bombaları ne de oradan oraya vızır vızır uçan sanal paralar yaratabilmiştir. İşin kişisel boyutundan önce, bir devletin, ya da devletlerüstü bir topluluğun, oturup kişilerin erdem ve ahlakını tenasül uzvu üzerinden tartışmasını, bir karara vakıf olmasını ve karar sonucunda başkalarının tenasül uzuvlarını simgeleyen neşriyata yasak koymasını çok ama çok komik bulduğumu söylemem lazım. Bu bize, aylak bakkalın tartısı ile rivayeti hatırlatıyor elbette. Daha da kişisel boyuta inersek, din/devlet doktrinine doğduğundan beri maruz kalmış bir bireyin "porno mu, ıyh!" tepkisi vermesi, porno izlemediği yalanını sıkça dile getirerek aslında din/devlet tarafından belirlenmiş erdem ve ahlak çizgilerine ne denli bağlı olduğunu göstermek için resmen çırpınması komedinin kara tarafında yer alıyor. Sakın porno izlemeyin ama nefes alır gibi yalan söyleyin, sakın porno izlemeyin ama modern ibadetiniz dedikodudur, sakın porno izlemeyin ama milyonlarca insanın önünde paralı "kısmet" arayın, sakın porno izlemeyin ama bir avuç ilgi için milyonlarca insanın önünde teşhircilik yapın, sakın porno izlemeyin ama sokakta sizi görüp tanısınlar diye en çirkin yüzünüzü göstermekten kaçınmayın. Sizi olduğunuz haliyle seven insan sayısı iki kişiyi geçmesin, şerefiniz iki kuruş etmesin ama porno izlemeyin yeter ki. Hele mastürbasyon hiç yapmayın. Yaparsanız Cehennem'de yanacağın gibi kirleneceksiniz de. O yüzden bacaklarınızın arasında patlayan hisleri bastırın. Bastırın ki bir gün dayanamayıp güzel bir kadına laf atın. Bastırın ki bir başka gün laf attığınız güzel kadına tecavüz edin.

Türkiye'nin cinsel ruh sağlığı işte bu bastırma hasebiyle bu haldedir. Özel televizyonların ilk yıllarında durum böyle değildi, bilen bilecektir. Tutti Frutti yüzünden, Emmanuelle yüzünden ahlakın dibine vurmuş tek bir adamla dahi karşılaşmadım ben, insanlar tüm gün boyunca elleri pantalonlarının içinde de bekliyor değillerdi geceyarısını. Ne var ki post-80 travmasının yaşandığı o yıllarda bile günümüzdeki gibi bir cinsel hastalık hakim değildi yurt sathına. Hangi rahibe ruhlu bu pornografik yayınları televizyondan kaldırdı bilmiyorum, amaçlanan neydi? Ben Hadise'yi Emmanuelle'den daha az pornografik bulmuyorum, üstelik Emmanuelle en azından "konulu"ydu.

Meseleyi sadece Türkiye şartlarında değerlendirip yine yereli yermek niyetinde değilim. Tüm dünyaya hakim bir sahtekarlık söz konusu. O kadar ahlaklı bir ırkız ki, tek ortak kıblemiz yalan; tüm bu sahtekarlıktan sonra istersen Babil Kulesi'ni inşa et, istersen korkunç bir iktisadi teoriye imza at, ölüleri canlandırabilecek bir senfoni yaz, ne faydası var? Sahtesin işte, yalancısın, yalansın, beş para etmezsin. Göğüslerini alttan desteklediğin bir kıyafetle pastanın üzerine atlamanla sahtesin, klibinde kalçalarını ağzımıza sokmanla sahtesin, filmine koyduğun anlamsız sevişme sahnenle sahtesin, zerre kadar değer ihtiva etmeyen hedefine ulaşmak için gözünü kapatıp yaptığın ucuz seksle sahtesin. Ama Sasha Grey sahte değil. 18 yaşında "sadece kendi istediği için" ve "bundan büyük bir zevk aldığı için" yüzlerce adamla sevişen Sasha Grey, modern ahlak denen saçmalığa, mesnedsiz din dogmalarına, Katy Perry'ye, Madonna'ya, Cher'e, Britney Spears'a, Halle Berry'ye, Angelina Jolie'ye, Zahid Akman'a, Gülgün Feyman'a, Ali Kırca'ya, ben porno izlemem diyen hijyenadama, porno mu ııyh diyen hijyenkadına atılan şebekemin çelik bileğinden bir tokattır. Şlik şlak!

Az evvel söz ettiğim o özel televizyonların ilk yıllarında, Rüstem Batum'un "beyninizi tokakatlayan program" sloganıyla yaptığı bir program mevcuttu ki, Levent Kırca bu lafı da -ne yazık ki- parodilerine kurban etmiş, kurban etmekle kalmamış her zamanki kör göze parmak metodolojisiyle örnekleme çabasına da girişmiş, koskoca bir beyini, yuvarlak bir yemek tabağının içinde tokatladığı bir görüntüyü ekranlarda sayısız defa döndürmüştü. Ben Emmanuelle yüzünden psikolojimin bozulduğu hissine hiç kapılmadım ama ne zaman kulağıma "beyin" sözcüğü çalınsa, Levent Kırca'nın sinir bozucu makyajıyla kahkahalar eşliğinde tokatladığı bir öküz beyni imgesi canlanır zihnimde. O yüzden pornografi kavramını İngiliz ve Amerikan mahkemelerince kabul edilen "ortalama bir okullu kızı yozlaştıran materyal" tanımı üzerinden değerlendirirsek şu sonuca ulaşırız ki, televizyon kadar pornografik bir başka şey yoktur günümüzde.

"Evi arabası olsun, evleneyim" şeklinde özetleyebileceğimiz, evlilik programı adı verilen ve fakat benim daha da kısaca orospuluk olarak tanımladığım programlara değinmeyeceğim. Ki belirtmem gerekir, televizyona çıkıp "ev varsa, paran varsa evlenirim" diyen kadın, sokakta müşteri arayan kadından çok daha orospudur nezdimde. Şarkıcıların, oyuncuların, program sunucularının pornografilerine de değinmeyeceğim. Benim bu noktadaki sınırım, çocuklar. Pornografiyi kucaklayan biri olarak, kabul edemediğim tek konu da budur. Hayatını bunun üzerine kurmuş olanın şeref anlayışı kadar, bundan tahrik olmayı kendine yedirebilenin cinsel trajedisi üzerine de yazmak niyetinde değilim. Beynimi tokatlayan, bir kanalda gördüğüm "çocuklar şarkı söylesin" konulu porno programı:



Bu minicik kızı televizyonda, yüzüne zoom yapılmış şekilde yakaladığımda verdiğim ilk tepki, "Sasha Grey Türkçe şarkı söylüyor?" oldu. "kıyamam"daki o özellikle yapılan "gıyamam" vurgusundan ve zoom-out'tan sonra, verdiğim ikinci tepki "Sasha Grey cüce olmuş ve Türkçe şarkı söylüyor?" şekline büründü. En sonunda 11 (o-n b-i-r) yaşında bir kızı dinlediğimi fark ettiğimde titreye titreye boşaldım, galiz bir küfür döküldü dudaklarımdan. Küfrün içinde Erol Evgin'in peruğu ve programın yapımcısının gelmişiyle geçmişi vardı. Bu kızcağızı, şu kıyafetler içinde, şu tavırlarla, "gıyamam diye telaffuz et!" stratejisiyle oraya çıkartan ebeveynin de, bu kızcağızı buraya çıkartma gibi dahiyane bir fikre sahip olan yapımcının da, bu kızcağızı kanalında yayınlamayı kabul eden kanal sorumlusunun da, Sasha Grey'in ahlakının onda birine sahip olmadığı aslında o kadar aşikar ki.

Mesele sadece programın eğlence amacı taşıması veya figürün kız olması da değil. Aynı yaşlarda bu tip programlarda "o nasıl öldü, sen nasıl yaşadın, bu nasıl oldu, şu nasıl gerçekleşti, sence de bundan sonra boku yemedin mi?" sorularıyla ağlatılmaya çalışılmış bir çocuk olarak söylüyorum bunu. Değil Sasha Grey'e, Şahin K.'ya bile benzemiyor ve pofuduk bir pembe elbise yerine Slayer t-shirt'ü giyiyordum ama bunlar durumun pornografik boyutunu değiştirmiyor. Tüm ailesini bir kazada kaybedip babasının borcunu tek başına sırtlamakla yükümlü olan çocuğun boş bakışlarına kitle kamerayı, şehit cenazesinin arkasından kendince doğru olduğunu düşündüğü şeyi yaparak asker selamı veren minicik bir kızın karesini dondurarak altına müzik döşe, daha kendisini tanıyamamışken bir de hayatı tanımak zorunda kalan çocukları at ışıkların önüne, parlak kıyafetleri giydirip büyümüş de küçülmüş gibi davranmalarını öğütle. Bunlara yüzün kızarmasın, bunlardan utanma, bunları yaparak paraya para deme ama biriyle sevişirken kaydedilmiş görüntülerin ortaya çıkınca bir anda ortadan kaybol. İşte modern ahlakın özeti budur.

Rüzgardaki bir yaprak gibi titreyen bir çift bacağın o fevkalade görüntüsünü "ahlaka mugayır" diye televizyonda yayınlamayıp, pornografiyi makyajla ve ışıkla kapatmaya çalışan, modernizmin deniz feneri televizyonun, tarihinde yediği en ağır tokatla karşılaştık bu hafta.

Susan Boyle adındaki bir ev kadını geldi ve koca göğüslerin, büzülen dudakların, mini eteklerin, saatlerce fönlenerek tüm güzelliğini kaybetmiş saçların hakimiyetini yıktı. Kendisine gülen bir salon dolusu insana öyle bir tokat attı ki, bu denli kitlesel bir utanç duygusu vuku bulmamıştır dünyada.

47 yaşında, kaşlarını almamış, saçlarını toplamamış, kameralar önünde sandviçini dişlemekten çekinmemiş bir kadın, hayallerimizden asla, asla!, vazgeçmememiz gerektiğini bir kere daha gösterdi bize. Bu işin Mehmet Ali Birand yorumu, doğru ama ucuz bir yorum. Susan Boyle ile tanışana kadar hayallerimizden asla vazgeçmememiz gerektiğini öğrenmediysek zaten bunu bize o öğretecek değil. Susan Boyle'ın yaptığı şey çok daha farklıydı; hayatında bir kez bile öpülmemiş bu kadın makyajların, ışıkların, silikonların, liposuction'ların, botox'ların pornografisini tek bir şarkıyla darmadağın etti, herkesin maskelerini düşürdü.




Orwell'ın 1984'ünde anlattığı dünyadan daha karanlık bir dünyada yaşıyoruz şu an bana sorulursa. En azından 1984'de, makineler tarafından yazılmış da olsa, pornografik eserler devlet tarafından yasaklanmıyor, üretiliyordu. Yalnız Winston'ın, cinselliğini yaşamayı bile ahlaksızlık olarak kabul etmesi ve buna tapmasının yanında, Orwell'ın tam da günümüze uyacak şekilde yazdığı bir kaç satır daha var:

"Pencerenin altında bir kadın şarkı söylüyordu. Winston, perdenin kenarından, sesin geldiği yöne kaçamak bir bakış attı. Temmuz güneşi hala kubbede, yükseklerdeydi ve güneşin vurduğu avluda, canavar gibi -neredeyse sütun gibi kalın- bir kadın, kaslı kolları ve beline doladığı bir önlük ile, bebek bezine benzeyen, kare şeklindeki beyaz kumaşları yıkarken, güçlü bir contralto ile mırıldanıyordu.

Şarkı haftalardır Londra'yı etkisi altına almıştı; halkı meşgul tutmak için Müzik Departmanı tarafından üretilmiş, hepsi birbirine benzeyen şarkılardan biriydi, şarkının sözleri hiç bir insani müdahaleden geçmeden, bir makine tarafından yazılmıştı. Ama kadın o kadar güzel söylüyordu ki, bu korkunç saçmalık muazzam bir harmoni haline gelmişti."

20090409

Trespassers William - Different Stars






















Bundan yaklaşık 2-3 hafta evvel, ailemizin plak şirketi Gizeh Records, Trespassers William'ın yeni ep'si, The Natural Order Of Things'i internet üzerinden satışa sundu. The Natural Order Of Things'i pek beğenmedim, ama kendi içindeki müzikle olmasa da, 0 ve 1'lerden oluşmuş bir odanın kuytu köşelerinde uzunca bir süredir dinlemediğim ve hakettiği ihtimamı göstermediğim bir grubu aklıma çalmasıyla pek hayırlı bir işe vesile oldu.

Bazen böyle olur; yüzüne bakmadığın, gerekli alakayı göstermediğin, önemsemediğin, beklentiyle yaklaşmadığın ve bir köşede unuttuğun bir şey içinde çok nadide, çok güzel bir şey barındırıyor olabilir. Olması gereken oysa, hayatın fevkalade karmaşık olayları sonucu o nadide, o güzel şeyi bulursun, zaman ve mekanın en doğru olduğu andır o an, filminin en vurucu, en doğru sahnesidir. O sahnelerde bazen çok müphem, bazen çok baskın bir müzik vardır. Koşuşturma sahnesinde, sevişme sahnesinde, dövüşme sahnesinde çalan müzikten biraz farklı bir müziktir o, filmin müziğidir. Film bittikten sonra sahneleri ya da replikleri değil, o müziği hatırlarsın. Trespassers William, hem bulduğum, hem de bulurken dinlediğim müzikti.

disinterested nam projesiyle de aşina olduğumuz Matt Brown ile Anne-Lynne Williams'ın -ki o da Lotte Kestner ile harikalar yaratıyor bir başına- on yıl kadar evvel kurduğu grubu patlatan albüm, Different Stars. Bu patlama durumuna çok da şaşırmamak lazım, zira çoğu zaman, güzelliği algılamak için seçici geçirgenlik lazım olmuyor. Güzel, bazen herkes için güzel olabiliyor. Lie In The Sound'un One Tree Hill'de çalınması da albümün güzelliği üzerine hafif bir makyaj etkisi yaratıyor. En nihayetinde gençlik dizisi diyip de küçümsememek gerek; aynı One Tree Hill, Something Corporate'ı da ittiren güçtü. Ama bu itici gücün yanında, albümdeki tüm şarkılar muazzam bir yoğunluk taşıyor; her şarkının hissettirdiği bir his, söylediği bir söz var. İşte bu yüzden bir anda, hayatımın her anına Trespassers William bulaşmış olmasını garip bulamıyorum.

Different Stars'taki bu yoğun şarkıların yanı sıra, bir de albümde bulunmayan bir şarkı daha var paylaşmak istediğim; Love Is Blindness. U2'yu hiç sevmem, Bono'dan nefret ederim, bilen bilir. Ama bu şarkı, The Edge sağolsun, bir grubun yaptığı zirvedir. Albüm kaydı süresince kimseyle konuşmayan, suya sabuna dokunmayan The Edge'in patlattığı solo ile ruha kazınır. Trespassers William, bu şarkıyı, U2'dan çok daha güzel bir şekilde yorumlamış. Solo daha delayli -evet The Edge'inkinden bile delayli- bir şekilde duruyor ama Anna'nın ses telleri şarkıyı kutsal bir aşk ilahisine dönüştürüyor.

Normalde, tam burada, yazıyı bir şekilde toparlayıp, sıkıştırıp, ardından bir son yazmam gerekir. Ama hayır, son yazmayacağım böyle güzel bir şeye. Yazmaya devam edeceğim sadece, yavaş yavaş.


Sanatçı: Trespassers William
Albüm: Different Stars

Şarkı listesi:
1- Intro
2- Lie In The Sound
3- Alone
4- Different Stars
5- Let You Down
6- Vapour Trail
7- Love You More
8- Fragment
9- Just Like This
10- Untitled

DOWNLOAD.