Sevgili kedim, Alice, kelime anlamıyla tam bir cadı olmasına rağmen, zaman zaman kırılgan bir küçük hanımefendiye dönüşür. Bu dönüşüm ekseriyetle, veteriner yolunda ve otobüs içinde meydana gelir ki, kırılganlığı baki kalsa da hanımefendiliğinden istemeyerek ödün vermek zorunda kalır. Yol tutması diyegeldiğimiz bu tatsızlığı önlemek adına da, sakinleştirici kullanır, mışıl mışıl uyur. İşte bu sakinleştirici kullanma seanslarından birinde, veterinerimin anlattığı bir olay, üzerinde durmaya değer bir durum teşkil ediyor.
Efendim, Bursa'nın köylerinden birinde, küçükbaş hayvanları sakinleştirmek için kullanılan bir şurubun satışlarının kısa zamanda iki üç kat arttığını gören eczacı, olayı merak eder, ufak çapta bir soruşturma yapar. Sonunda öğrenir ki, hayvanları sakinleştirmekte kullanılan bu ilaç uyumaları için bebeklere, uslu durmaları için de çocuklara içirilmektedir. Gel zaman git zaman, bebeklerin ve çocukların birer usluluk abidesi olduğunu gözlemleyen köylüler, huysuzluk yapan eşlerinin çaylarında yahut yemeklerinde de aynı ilacı kullanmak suretiyle mutlu yarınlara yelken açmaya niyetlenir. Elbette birer nöroleptik olan bu ilaçların yan etkileri de kısa zamanda ortaya çıkar; bütün köy eşrafı birer narkoleptiğe dönüşerek, kah kahvehanede, kah tarlada uyur hale gelir. Yani koca bir köy, hayvanlar için damlayla kullanılan çok ucuz bir ilacı, insanları sakinleştirmek için kullanma fikriyle ortaya çıkan bir sivri akıllı yüzünden zeplin gibi gezmektedir.
Bu kıssanın hissesine gelirsek, şunu söyleyebiliriz; bir şekilde ortaya saçma sapan bir fikir atan biri, tüm normları değiştirebilir, yeni normlar belirleyebilir ve bir ülkeyi bir hiç için savaşa sürükleyebilir, bir köyü bulutların üzerine taşıyabilir, yahut "ülkemizde müzik yapan grupları desteklemeliyiz" fikrine meşruiyet kazandırabilir. Haliyle, bizim ilgilendiğimiz konu da, ülkemizde müzik yapan grupları desteklemeliyiz diyen zıpçıktı ve bu fikri takip eden kitle.
Bu kitlenin ne kadar eskiye uzandığını, Mehter Takımı'nı desteklemek için özel bir çaba sarfedip sarfetmediğini yahut Anadolu veya Mezapotamya'da icra edilen ilk müziğin de "Türkiye'de müzik yapmak çok zor" gibi bir alt metin taşıyıp taşımadığını bilemiyorum, ama en azından 10 yıla yakın bir süredir, okuduğum istisnasız her dergide bu söyleme rastlıyor olmak beni şaşırtmadığını söyleyebilirim. En nihayetinde bugün, Türkiye'de müzik yapmanın zorluğundan dem vuran, bu zorluklara rağmen müzik yaptıkları için takdire şayan olduklarını dile getiren ve tüm bu sebeplerden dolayı desteği hak ettiğini söyleyen gruplar, bunları gözü kapalı bir şekilde savunan "yazar"lar ve vasatı sırf Türk olduğu için destekleyen faşizm soslu bir anlayışla, vasatın ötesine geçemeyen bir müzik dünyası var elimizde.
Türkiye'de müzik yapmanın zor olduğu gibi altı dolu olmayan ve biteviye terennüm edilen bu nağmeyi biraz incelemek icab eder. Evvela, elimizde enstrümanımız var mı, evet. Müzik yapabileceğimiz herhangi bir yer var mı, evet. Kayıt yapabilecek techizata sahip miyiz, evet. Tüm bunlara rağmen, dar bir bakış açısı ve yetersiz bir dimağla, tatsız/samimiyetsiz/alıntı/çalıntı/kopya müzik yaptığımızı kabul etme cesaretimiz var mı, hayır. O zaman elbette eleştirinin odağı "İmkanımız yok, Türkiye'de müzik zor, eğitim şart" söylemi oluyor. Haliyle kafamızda bazı sorular peydahlanıyor; nasıl bir imkansızlık bu, Endonezyalı Marche La Void'da yok mu imkansızlık, ya da Leeds'de devlet destekli ekipman mı veriyorlar Glissando'ya, sigorta mı karşılıyor kayıtları? Brezilyadaki Exxasens'i ne yapalım, Çin Halk Cumhuriyeti'ndeki Hualun'u, Elf Fatima'yı? Ya da Yasemin Mori'yi George Soros mu destekledi, DANdadaDAN gizli ödenekten mi pay aldı, Dinar Bandosu'na theremin kullanma fikri dış mihraklar tarafından mı aşılandı?
Müzik yapmanın, Sanat yapmanın ilk adımı dürüst olmaktır, ve önce kendine karşı dürüst olmaktır; bu noktada günah çıkarmamız şart ve ilk olarak da müziği müzik için yapmadığımızı itiraf etmemiz lazım. Konserlere defile özeniyle gidenler, festivallere salt hormon depolamak için iştirak edenlerden sadece birazcık ileride olduğumuz, tüm bunlar için de daha önce elli defa yapılmış müzikleri tekrarladığımızı söylemek, Türkiye'de imkan olmadığı yalanıyla kendimizi kandırmaktan daha hayırlı bir sonuca hizmet edecektir. Çünkü ben artık, kıt, sığ ve sayısızıncı defa tekrar eden bir müziği dinlemekten, bu vasatlık ilacını "Türkiye'de müzik yapmak çok zor" çayıyla mideye indirmekten bıktım, yoruldum. Kaldı ki benim naçizane karşı atağım, "Türkiye müzik yazmak çok zor" söylemidir bundan kelli.
Bu noktada bir örnekle durumun vehametini ortaya koyalım ve en çok ilgilendiğim dergilerden birinde, geçen ay yer alan bir albüm kritiğine göz atalım: ".. vokaller ve sözlerle ilgili çeşitli problemler hissedilmesinin dışında, besteler de aceleye getirilmiş. Her şeye rağmen bu ülkede böyle bir müzik yapmaya cesaret edip albüm yayınladıkları için sempati besleyebileceğiniz grup.. Henüz ilk albümleri olduğu için umudumu kaybetmeden yeni albümlerini bekleyeceğim ama bu arada siz de sırf destek olsun diye gidip albümlerini alıp dediklerimin doğru olup olmadığını kontrol edebilirsiniz." Hadi buyrun, şimdi bu yazıyı ne yapalım, cevşen eyleyip koynumuza mı asalım, büyütüp poster mi yapalım? Besteler kötü, vokal kötü, sözler kötü, yani nereden baksan, müzikal bir faciadan söz etmek mümkün, ama bu ülkede müzik yapmaya cesaret ettiği için sempati besleyebiliriz. Bu ülkede müzik yapmanın cesaret kırıcı herhangi bir özellik taşımadığı, müzisyenlerin idama gönderilmediği, stüdyolara silahlı saldırı yapılmadığı gibi ufak detayları da atlarsak, sırf destek olmak için ya da yazarın eleştirisi doğru mu değil mi diye kontrol etmek için albümü almalıyız, gibi bir düşünceye de kapılmamız tembihlenmiş ki, zurnanın zırt dediği yer tam da burasıdır. Bu yazıyı "Avrupa'da böyle değil, Avrupa'da bu işler farklı" gibi, Evliya Çelebi retoriğiyle süslemek de mümkün, ama yıllardır takip ettiğim yüzlerce neşriyat içinde hiç birinde "sırf destek olmak için bu albümü almalısınız" gibi bir ibareye rastlamamış olmam da, bir Türklük özgünlüğü olsa gerek diye düşünüyorum.
Tüm bunlar ışığında, gruplara yönelik en ufak eleştiride bulunanları kıskançlıkla, çekememezlikle, "konuşmak kolay, sıkıysa sen yap" gibi bir mantıkla yerin dibine batırmaya çalışmanın da tamamen bize özgü bir mefhum olduğunu söyleyebilirim. Destek/çok zor/sempati/ama/fakat/ancak/kolay değil/cesaret gibi kelimelerin metinsel anagramlarıyla dolu eleştirilere alışmış olan müzisyenlerin de, "bu daha önce yapılmış, özgün değil, size ait değil, samimi değil" gibi eleştiriler karşısında şaşırmalarını anlayabiliyorum, ama müziğe bakış açımızın değişmesi artık elzem, bu iyonosfer vasat ses dalgalarına ve destek çığlıklarına karşı olan dayanma sınırını çok önce aştı.
Bu noktada iki adet önerim mevcut. Birincisi; paralarımızı birleştirelim, imkansızlıktan söz eden herkese en kaliteli ekipmanları alalım, Dolmabahçe Sarayı'nı koca bir müzik stüdyosuna çevirelim ve bu seferberlik sonucu elde edilen eşsiz imkanlarla ortaya nasıl bir eser çıkacağını gözlemleyelim. Yahut topladığımız paralarla bu müzisyen geçinen kişileri berbere götürelim, en güzel kıyafetleri, en pahalı arabaları alalım, bir evlilik programına çıkarıp başgöz edelim, keza bu işkence, artık tahammül edilemeyecek bir hal aldı.