Bundan evvelki yazımda, uzun süreli suskunluğumun sebeplerini sayar iken, iki haftaya sığdırmaya çalıştığım bir tezden söz etmiştim. Medyanın manipülatif gücü hakkında lakırdılar ettiğim bu teze akademik değer taşımadığı için katmadığım düşünceleri istiflemiş oldum ister istemez. "Güncel konulara enlemesine bakış" yazıları kaleme almaktan hiç hoşlanmam ama istiflemiş olduklarımı zaman-zemin açısından değerlendirdiğimde, göz alıcı bir eşleşme ortaya çıkıyor; son günlerde yaşamış olduğumuz her şey, düşündüklerime çok güzel birer örnek teşkil ettiğinden bu zaman-zemin uyuşmasından yararlanmak istiyorum bu seferlik.
Dört gün sonra, 20 Ocak 2009'da, Barack Obama Amerika Birleşik Devletleri'nin -resmen- yeni başkanı olacak. Spiderman'in son sayısına konuk olup, fiyakanın hasını yapmış Obama'yı, biliyorsunuz tüm dünya büyük bir şevkle desteklemişti. Kurtuluş Umudumuz'un başkanlığa çıkması büyük törenlerle kutlanıyor; yemin töreni için ayrılan bütçe 150 milyon dolar civarında ve artmaya devam ediyor. Bu törenden önce de pazar günü bir kutlama yapılacak; Dünya tarihinin gördüğü en politik ve en güzel sesli salatalık olan Bono'nun başını çektiği bir grup şarkıcı konserler düzenleyerek, gezegenin üzerinin pembe bir örtüyle kaplanmasını kutlayacaklar. Bu kutlamalar, NTV tarafından da canlı yayınlanıyor. Kuvvetle muhtemel, Yekta Kopan beyefendi, canlı yayına yorumlarıyla renk katacak, bundan sonra büyük abdestimizin açık mavi renk olacağını, yellendiğimizde de ortama misk-i amber kokuları yayacağımızı o hayat dolu sesiyle müjdeleyecektir. Tabii hiç bir derdi olmayan, ipimle kuşağım Fransız uşağım motto'suyla hayatına devam etmekte olan biz Gossip Girl izleyicileri için hayat daha güzel bir hale gelirken, Ergenekon Davası aniden sonuçlanacak, genç nüfusun yüzde 21.5'ini oluşturan işsizlere bir anda istihdam sağlanacak, "damak tadıma uygun değil" kelamını edenler Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nde yargılanacak ve Aysun Kayacı susmaya karar verecek. Böylece, lokal ve evrensel anlamda hepimiz o kadar mutlu olacağız ki, evrimleşerek pembe oyuncak ayılara dönüşeceğiz. Bu sebepten ötürü kutlamaları ve bilhassa kutlamaların Türkiye'de yayınlanmasını çok doğru bir adım olarak görüyorum.
Hatırlarsınız, politik konjönktürden bihaber olduğu halde Türkiye'nin en fazla satan gazetelerinde koca sütuna yazı yazıp aylık yüzbinlerce dolar maaş alan, bu maaşıyla yediği haltları da düzenli olarak pazar günleri bizimle paylaşan aydınlarımız da bu Obama'yı çok tutmuşlardı. Sadece aydınlarımız değil, pırıl pırıl Facebook gençliğimiz, ışıl ışıl ekşi sözlük entelijansıyamız da Obama'yı büyük bir şevkle desteklemekten geri kalmamışlardı. Hakkını yememek lazım, Obama'nın medya danışmanları, medya teorisi derslerini a+ ile geçtiklerini kanıtladılar, "medium is the message" olayını çok iyi çözdükleri her adımda belliydi. Zira söylenen değil, nasıl söylendiği önem kazanır hale gelmişti. Şu ünlü HOPE ve CHANGE sloganlarının altında yatan mesajlarda, Obama "Kudüs'ü İsrail'in bölünmemiş başkenti" yapacağını söylüyor, "Afganistandaki durumun acil müdahale gerektirdiğini"n altını çizerken de, "İran İsrail ve bölge için önemli bir tehdittir. Bu tehditi çözeceğiz." diyerek aba altından sopa gösteriyordu. Elbette Rahm Emanuel, IRGUN gibi isimleri duymamış olanlar için Obama bir barış timsaliydi, lakin İsrail'in bir aydır attığı tehlikeli adımlara sessiz kalan bir barış timsalinin olması -şahsen bana göre- hiç de şaşırtıcı değil bu veriler ışığında.
İşte bu, medyanın manipülasyon gücünü net bir biçimde gösteriyor bize. Ne konuşulduğuna dikkat edilmeden, konuşuyor olmanın güç kazandırdığı bir platformda bu durum elbette ki şaşırtıcı değil. Az evvel değinmiş olduğum Bono, müzik dünyası için bu anlattığım platformun kralıdır desek yeri. Konuştuğunu biliyoruz da, ne konuşuyor, ne yapıyor, nedir olayı, en ufak bir bilgimiz yok; konuşuyor olması onu "politik şarkıcı Bono" olarak nitelendirmemize yetiyor, bu şekilde gönlümüzdeki yerine daha fazla yastık koyuyor, daha çok albümünü alıyoruz. Obama da bu yöntemden faydalanmakta hiç de başarısız değil. Dünya tarafından büyük bir nefretle anılan bir ülkenin yeni zenci başkanı, ırkçılığıyla meşhur Almanya'da milyonlar tarafından karşılanıyorsa, harika bir pazarlamadan bahsedebiliriz.
Durum öylesine kontrol altında ki, yıllardır aşırı sağ iktidarın sözcülüğünü yapmakta olan 24 dizisi bile bir anda kabuk değiştirerek hümanist ajanları gözümüze sokmaya başladı. "Terörist ama onun da canı var :(" mesajı artık aklımızdaki yeni slogan, Abu-Ghraib'de görüntüleri hatırlayan olduğunu zannetmiyorum.
24'ten girmişken biraz ilerleyelim. Uzun süredir siyah başkan adayları ile Amerika'ya yeni pazarlama metodunu erkenden tanıtan 24'ün bu sezonki başkanı bir hanımefendi. Hillary Hanım'a, hazır ol, mesajı yollandığını anlıyoruz. Konu kabaca şu: hiç bir teröristin canını hiç yakmak istemeyen çünkü boş zamanlarında Thomas Moore, Immanuel Kant okuyarak etik ve hümanizm düşüncelerini, en az kas güçleri kadar geliştiren ajanlar, Sangala isimli sallamasyon bir ülkede olan katliama karşı koymak isteyen en az kendileri kadar hümanist Madam Prezidan'larına yardımcı olmak isterler. Şu an itibariyle, Amerika'da Sangala ismine aşina insan sayısı, Darfur ve Ruanda ismine aşina insan sayısından kat kat fazladır.
İsrail'i sert bir dille eleştiren ve bunun sonucunda ağlayarak diplomatik tepkinin kralını koyan Tayyip Reis, geçen sene Müslüman olmayan kefere Afrikalıların 300.000 (yazıyla, üçyüz bin) tanesini kıtır kıtır doğrayan Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan El-Beşir'i devlet töreniyle karşılamış, konuşula konuşula da başkan yardımcısı zatın ninja kapşonuyla Anıtkabir Özel Defteri'ni imzalaması gibi çok mühim bir mesele konuşulmuştu. Düzenli olarak her ibadetleri sonrası İsrail'e çemkiren, İsrailli basketbolcuları spor salonlarından kovalayan, bayrak yakıp kırmızıya boyadıkları bebekleri havada sallayan, yürekleri Allah sevgisiyle dolu müminlerimiz de Ömer Hasan El-Beşir'e karşı gık dememişlerdi, hatırlarsanız. Sudan'da üç milyon insanın hayatı değişti. Birleşmiş Milletler seyretti. Obama konseri yayınlayan kanallar en fazla Şahin Sucuk Reklamı süresi kadar yer verdi bu olaylara.
Ruanda olayını hatırlayan? Tutsileri? Yüz günde 1.000.000 (yazıyla, bir milyon) insanın katledilmesi konusunda en ufak söz edildiğine şahit olan var mı? Birleşmiş Milletler bu sefer sessiz kalmamış, elleri palalı çok korkunç insanlar karşısında dehşete düşerek "kendilerini riske atmamayı" tercih ederek, olayları "güvenli bir uzaklıktan" kontrol etmeye çalışmışlardı. Kısıtlı cephane yüzünden kurşun kullanmayan, Fransa'nın kendilerine sattığı palaları tercih eden Hutu kabilesi mensupları, kafa doğramaktan sıkılmış olmalılar ki, önce parmakları sonra elleri en son olarak da kolları keserek deneysel çalışmalara imza atmaktan kaçınmamışlardı. Bizim Frankofonlarımıza göre Fransa çok süper bir ülke olduğu için (çünkü Fransız İhtilali var, Paris bir aşk şehri ve Fransızlar'ın çok eğlenceli şarkıları var) bu olayın sorumluları hakkında ülke genelinde yazılan yazıları toplasan Hürriyet'in pazar ekinden kalın olmaz. Ama sorduğunda, Dünya'nın en liberal, en çağdaş insanları Fransızlar'dır ve onlar da bu Fransız kültürünün bir parçasıdırlar; Fransız mürebbiyelerden öğretim görmüşlerdir zira. Okan Bayülgen gibi Gainsbourg copy-paste'inde ya da kendi köylülüğünü sindiremediğinden biteviye köylülere çemkiren Engin Ardıç hazımsızında da gözlemleyebilirsiniz bu durumu.
Tüm bunların yanında, Filistin olayına karşı pek duyarlıyız. Bütün Filistin halkı toptan ateist olsa, bu duyarlılık kaç saat daha devam eder bilmiyorum ama İsrail içindeki bir çok gönüllü genç bu duruma ses çıkarma cesaretini gösterebiliyor. Araplar'ın evlerine ve çiftliklerine saldıran, bu yaptıkları görüntülendiği zaman da görüntüleyen savaş karşıtı İsrailliler'i Nazi olmakla suçlayan insanlar da mevcut tabii. Film endüstrisini kutluyorum; ruh hastası bir topluluğa sorgulanamayacak bir bahane hediye ettiler, başta Spielberg olmak üzere. Yine bu noktada medyanın gücü ortaya çıkıyor elbette; bir İsrailli herhangi birini Nazi olmakla suçlayınca tartışma bıçak gibi kesiliveriyor zira. Tüm bunlara rağmen, "Hitler çok haklıymış abi, Yahudiler çok kaka abi" gibi söylemleriyle politik cehaletlerini madalya gibi taşıyanlara, Judaizm ve Ziyonizm kavramlarını araştırmaları yönünde ev ödevi veriyorum.
Her halükarda, tüm bunlar karşısında sessiz kalan bir Birleşmiş Milletler'i kabul edemiyorum bir türlü. Yine de olayların henüz başında olduğumuz çok aşikar. Obama'nın gelişiyle birlikte pembe toz zerrelerinin atmosfere salınacağını tahayyül edenler için, Amerika Birleşik Devletleri eski Ortadoğu özel temsilcisi Dennis Ross'un, Statecraft: And How To Restore America's Standing In The World (isterseniz bacımızı da verelim demek istiyorum bu how-to emeli karşısında) isimli kitabından aktarıyorum: "... yeni başkan, İran'ın nükleer bomba üretmesini engellemek için elinden geleni yapmalı. ... Son üç yıldır uygulanan Birleşmiş Milletler yaptırımlarının hedefinde esasen İran'ın ekonomisi değil, nükleer ve füze endüstrileri var. Bu da Tahran'a yaptırımları umursamama lüksü veriyor. Ekonomiyi doğrudan etkileyecek bir yaptırım Tahran'ı tercihte bulunmaya zorlayacaktır.". Yanisi şu; Bosna, Darfur, Ruanda, Filistin olaylarında ya göstermelik tepkiler veren ya da kılını kıpırdatmayan Birleşmiş Milletler, kendini savunma hakkı yüzünden füze üreten İran'ın ümüğünü sıkmalı, milyonlarca insan aç kalmalı, işini kaybetmeli ki biz onları istediğimiz gibi kontrol edip, İran iktidarı üzerinde söz sahibi olabilelim. Birleşmiş Milletler'in işlevinin de ne olduğu bir daha açığa çıkıyor böylece.
Yine de tüm bu gerçekleri görmezden gelen ama onun yerine çok daha faydalı adımlar atan arkadaşlarımız mevcut. Bildiğiniz gibi, Zeitgeist isimli bir belgesel var. Ekonomi, din ve politika üzerine çok acaip fikirler sunan bu belgeseli izlediğiniz zaman aslında hakikatin kendisiyle tanış oluyoruz; okumamıza, öğrenmemize, bahsedilmeyenleri görmeye çalışmamıza lüzum yok, tek ihtiyacımız olan Zeitgeist izlemekmiş, kırmızı hapı yutmak yeterliymiş, bilememişiz. Matrix ve Fight Club sayesinde politik dağarcığı çeşitlenen gençlerimiz, Zeitgeist ile bir adım daha atıyorlar şimdi; Michael Moore da iyiydi ama adam idol olunacak bir tipe sahip olmadığı gibi, çok da ilgi çekici şeylerden söz etmiyordu. Şimdi ise Zeitgeist izlediğimiz vakit ayrı bir noktaya ulaşıyoruz, fast-food muhalefetin karşı çıkılamaz albenisi üzerimize yapışıyor, öyle ki Facebook status'lerinden, MSN personal quote'larından duyurmak için yarışır hale geliyoruz.
Malız çünkü, kendimizi pazarlıyoruz. Bu kadar zaman boyunca, kıyafetle ya da dinlediğimiz müzikle ya da söylediklerimizle kendimizi pazarlamamızdan bahsetmiştim yazılarımda, artık bu pazarlamacılığın fikirsel boyuta taştığını da görüyorum. Jean Baudrillard, artık günümüz savaşlarının pornografik nitelik taşıdığını söylemişti; ben bir adım daha ileri giderek evrensel politik konjönktürün gerçek pornografi olduğunu söylüyorum. Bu minvalde, Zeitgeist bu sektörün La Marionnette'i konumunda, hızlı ve garantili boşalma vaad ediyor.
Temelsiz, bilgiden uzak ama hap formatında muhalefet, bu pazarlamanın ürünü haline gelmiş durumda. Malız, edindiğimiz fikirleri, dinlediğimiz müzikleri, okuduğumuz kitapları, izlediğimiz filmleri bir kazanç olarak görmek yerine, malın özelliği olarak görmeyi ve ambalajına bu özelliği taşımayı tercih ediyoruz. Mallaştığımız yetmediği gibi, mal olmayı seve isteye kabul etmemiz sizce de çok eğlenceli değil mi?
Bu yazıda yerele ve bilhassa Ergenekon mefhumuna değinmek istememiştim ama şu resmi bu yazıya sıkıştırmak için gerçekten büyük çaba sarfettim, olmadı. Bu adamın üzerinde taşıdığı, o belirgin Harun Kolçak enerjisine dikkatinizi çekmek için yanıp tutuşuyorum.
Dört gün sonra, 20 Ocak 2009'da, Barack Obama Amerika Birleşik Devletleri'nin -resmen- yeni başkanı olacak. Spiderman'in son sayısına konuk olup, fiyakanın hasını yapmış Obama'yı, biliyorsunuz tüm dünya büyük bir şevkle desteklemişti. Kurtuluş Umudumuz'un başkanlığa çıkması büyük törenlerle kutlanıyor; yemin töreni için ayrılan bütçe 150 milyon dolar civarında ve artmaya devam ediyor. Bu törenden önce de pazar günü bir kutlama yapılacak; Dünya tarihinin gördüğü en politik ve en güzel sesli salatalık olan Bono'nun başını çektiği bir grup şarkıcı konserler düzenleyerek, gezegenin üzerinin pembe bir örtüyle kaplanmasını kutlayacaklar. Bu kutlamalar, NTV tarafından da canlı yayınlanıyor. Kuvvetle muhtemel, Yekta Kopan beyefendi, canlı yayına yorumlarıyla renk katacak, bundan sonra büyük abdestimizin açık mavi renk olacağını, yellendiğimizde de ortama misk-i amber kokuları yayacağımızı o hayat dolu sesiyle müjdeleyecektir. Tabii hiç bir derdi olmayan, ipimle kuşağım Fransız uşağım motto'suyla hayatına devam etmekte olan biz Gossip Girl izleyicileri için hayat daha güzel bir hale gelirken, Ergenekon Davası aniden sonuçlanacak, genç nüfusun yüzde 21.5'ini oluşturan işsizlere bir anda istihdam sağlanacak, "damak tadıma uygun değil" kelamını edenler Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nde yargılanacak ve Aysun Kayacı susmaya karar verecek. Böylece, lokal ve evrensel anlamda hepimiz o kadar mutlu olacağız ki, evrimleşerek pembe oyuncak ayılara dönüşeceğiz. Bu sebepten ötürü kutlamaları ve bilhassa kutlamaların Türkiye'de yayınlanmasını çok doğru bir adım olarak görüyorum.
Hatırlarsınız, politik konjönktürden bihaber olduğu halde Türkiye'nin en fazla satan gazetelerinde koca sütuna yazı yazıp aylık yüzbinlerce dolar maaş alan, bu maaşıyla yediği haltları da düzenli olarak pazar günleri bizimle paylaşan aydınlarımız da bu Obama'yı çok tutmuşlardı. Sadece aydınlarımız değil, pırıl pırıl Facebook gençliğimiz, ışıl ışıl ekşi sözlük entelijansıyamız da Obama'yı büyük bir şevkle desteklemekten geri kalmamışlardı. Hakkını yememek lazım, Obama'nın medya danışmanları, medya teorisi derslerini a+ ile geçtiklerini kanıtladılar, "medium is the message" olayını çok iyi çözdükleri her adımda belliydi. Zira söylenen değil, nasıl söylendiği önem kazanır hale gelmişti. Şu ünlü HOPE ve CHANGE sloganlarının altında yatan mesajlarda, Obama "Kudüs'ü İsrail'in bölünmemiş başkenti" yapacağını söylüyor, "Afganistandaki durumun acil müdahale gerektirdiğini"n altını çizerken de, "İran İsrail ve bölge için önemli bir tehdittir. Bu tehditi çözeceğiz." diyerek aba altından sopa gösteriyordu. Elbette Rahm Emanuel, IRGUN gibi isimleri duymamış olanlar için Obama bir barış timsaliydi, lakin İsrail'in bir aydır attığı tehlikeli adımlara sessiz kalan bir barış timsalinin olması -şahsen bana göre- hiç de şaşırtıcı değil bu veriler ışığında.
İşte bu, medyanın manipülasyon gücünü net bir biçimde gösteriyor bize. Ne konuşulduğuna dikkat edilmeden, konuşuyor olmanın güç kazandırdığı bir platformda bu durum elbette ki şaşırtıcı değil. Az evvel değinmiş olduğum Bono, müzik dünyası için bu anlattığım platformun kralıdır desek yeri. Konuştuğunu biliyoruz da, ne konuşuyor, ne yapıyor, nedir olayı, en ufak bir bilgimiz yok; konuşuyor olması onu "politik şarkıcı Bono" olarak nitelendirmemize yetiyor, bu şekilde gönlümüzdeki yerine daha fazla yastık koyuyor, daha çok albümünü alıyoruz. Obama da bu yöntemden faydalanmakta hiç de başarısız değil. Dünya tarafından büyük bir nefretle anılan bir ülkenin yeni zenci başkanı, ırkçılığıyla meşhur Almanya'da milyonlar tarafından karşılanıyorsa, harika bir pazarlamadan bahsedebiliriz.
Durum öylesine kontrol altında ki, yıllardır aşırı sağ iktidarın sözcülüğünü yapmakta olan 24 dizisi bile bir anda kabuk değiştirerek hümanist ajanları gözümüze sokmaya başladı. "Terörist ama onun da canı var :(" mesajı artık aklımızdaki yeni slogan, Abu-Ghraib'de görüntüleri hatırlayan olduğunu zannetmiyorum.
24'ten girmişken biraz ilerleyelim. Uzun süredir siyah başkan adayları ile Amerika'ya yeni pazarlama metodunu erkenden tanıtan 24'ün bu sezonki başkanı bir hanımefendi. Hillary Hanım'a, hazır ol, mesajı yollandığını anlıyoruz. Konu kabaca şu: hiç bir teröristin canını hiç yakmak istemeyen çünkü boş zamanlarında Thomas Moore, Immanuel Kant okuyarak etik ve hümanizm düşüncelerini, en az kas güçleri kadar geliştiren ajanlar, Sangala isimli sallamasyon bir ülkede olan katliama karşı koymak isteyen en az kendileri kadar hümanist Madam Prezidan'larına yardımcı olmak isterler. Şu an itibariyle, Amerika'da Sangala ismine aşina insan sayısı, Darfur ve Ruanda ismine aşina insan sayısından kat kat fazladır.
İsrail'i sert bir dille eleştiren ve bunun sonucunda ağlayarak diplomatik tepkinin kralını koyan Tayyip Reis, geçen sene Müslüman olmayan kefere Afrikalıların 300.000 (yazıyla, üçyüz bin) tanesini kıtır kıtır doğrayan Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan El-Beşir'i devlet töreniyle karşılamış, konuşula konuşula da başkan yardımcısı zatın ninja kapşonuyla Anıtkabir Özel Defteri'ni imzalaması gibi çok mühim bir mesele konuşulmuştu. Düzenli olarak her ibadetleri sonrası İsrail'e çemkiren, İsrailli basketbolcuları spor salonlarından kovalayan, bayrak yakıp kırmızıya boyadıkları bebekleri havada sallayan, yürekleri Allah sevgisiyle dolu müminlerimiz de Ömer Hasan El-Beşir'e karşı gık dememişlerdi, hatırlarsanız. Sudan'da üç milyon insanın hayatı değişti. Birleşmiş Milletler seyretti. Obama konseri yayınlayan kanallar en fazla Şahin Sucuk Reklamı süresi kadar yer verdi bu olaylara.
Ruanda olayını hatırlayan? Tutsileri? Yüz günde 1.000.000 (yazıyla, bir milyon) insanın katledilmesi konusunda en ufak söz edildiğine şahit olan var mı? Birleşmiş Milletler bu sefer sessiz kalmamış, elleri palalı çok korkunç insanlar karşısında dehşete düşerek "kendilerini riske atmamayı" tercih ederek, olayları "güvenli bir uzaklıktan" kontrol etmeye çalışmışlardı. Kısıtlı cephane yüzünden kurşun kullanmayan, Fransa'nın kendilerine sattığı palaları tercih eden Hutu kabilesi mensupları, kafa doğramaktan sıkılmış olmalılar ki, önce parmakları sonra elleri en son olarak da kolları keserek deneysel çalışmalara imza atmaktan kaçınmamışlardı. Bizim Frankofonlarımıza göre Fransa çok süper bir ülke olduğu için (çünkü Fransız İhtilali var, Paris bir aşk şehri ve Fransızlar'ın çok eğlenceli şarkıları var) bu olayın sorumluları hakkında ülke genelinde yazılan yazıları toplasan Hürriyet'in pazar ekinden kalın olmaz. Ama sorduğunda, Dünya'nın en liberal, en çağdaş insanları Fransızlar'dır ve onlar da bu Fransız kültürünün bir parçasıdırlar; Fransız mürebbiyelerden öğretim görmüşlerdir zira. Okan Bayülgen gibi Gainsbourg copy-paste'inde ya da kendi köylülüğünü sindiremediğinden biteviye köylülere çemkiren Engin Ardıç hazımsızında da gözlemleyebilirsiniz bu durumu.
Tüm bunların yanında, Filistin olayına karşı pek duyarlıyız. Bütün Filistin halkı toptan ateist olsa, bu duyarlılık kaç saat daha devam eder bilmiyorum ama İsrail içindeki bir çok gönüllü genç bu duruma ses çıkarma cesaretini gösterebiliyor. Araplar'ın evlerine ve çiftliklerine saldıran, bu yaptıkları görüntülendiği zaman da görüntüleyen savaş karşıtı İsrailliler'i Nazi olmakla suçlayan insanlar da mevcut tabii. Film endüstrisini kutluyorum; ruh hastası bir topluluğa sorgulanamayacak bir bahane hediye ettiler, başta Spielberg olmak üzere. Yine bu noktada medyanın gücü ortaya çıkıyor elbette; bir İsrailli herhangi birini Nazi olmakla suçlayınca tartışma bıçak gibi kesiliveriyor zira. Tüm bunlara rağmen, "Hitler çok haklıymış abi, Yahudiler çok kaka abi" gibi söylemleriyle politik cehaletlerini madalya gibi taşıyanlara, Judaizm ve Ziyonizm kavramlarını araştırmaları yönünde ev ödevi veriyorum.
Her halükarda, tüm bunlar karşısında sessiz kalan bir Birleşmiş Milletler'i kabul edemiyorum bir türlü. Yine de olayların henüz başında olduğumuz çok aşikar. Obama'nın gelişiyle birlikte pembe toz zerrelerinin atmosfere salınacağını tahayyül edenler için, Amerika Birleşik Devletleri eski Ortadoğu özel temsilcisi Dennis Ross'un, Statecraft: And How To Restore America's Standing In The World (isterseniz bacımızı da verelim demek istiyorum bu how-to emeli karşısında) isimli kitabından aktarıyorum: "... yeni başkan, İran'ın nükleer bomba üretmesini engellemek için elinden geleni yapmalı. ... Son üç yıldır uygulanan Birleşmiş Milletler yaptırımlarının hedefinde esasen İran'ın ekonomisi değil, nükleer ve füze endüstrileri var. Bu da Tahran'a yaptırımları umursamama lüksü veriyor. Ekonomiyi doğrudan etkileyecek bir yaptırım Tahran'ı tercihte bulunmaya zorlayacaktır.". Yanisi şu; Bosna, Darfur, Ruanda, Filistin olaylarında ya göstermelik tepkiler veren ya da kılını kıpırdatmayan Birleşmiş Milletler, kendini savunma hakkı yüzünden füze üreten İran'ın ümüğünü sıkmalı, milyonlarca insan aç kalmalı, işini kaybetmeli ki biz onları istediğimiz gibi kontrol edip, İran iktidarı üzerinde söz sahibi olabilelim. Birleşmiş Milletler'in işlevinin de ne olduğu bir daha açığa çıkıyor böylece.
Yine de tüm bu gerçekleri görmezden gelen ama onun yerine çok daha faydalı adımlar atan arkadaşlarımız mevcut. Bildiğiniz gibi, Zeitgeist isimli bir belgesel var. Ekonomi, din ve politika üzerine çok acaip fikirler sunan bu belgeseli izlediğiniz zaman aslında hakikatin kendisiyle tanış oluyoruz; okumamıza, öğrenmemize, bahsedilmeyenleri görmeye çalışmamıza lüzum yok, tek ihtiyacımız olan Zeitgeist izlemekmiş, kırmızı hapı yutmak yeterliymiş, bilememişiz. Matrix ve Fight Club sayesinde politik dağarcığı çeşitlenen gençlerimiz, Zeitgeist ile bir adım daha atıyorlar şimdi; Michael Moore da iyiydi ama adam idol olunacak bir tipe sahip olmadığı gibi, çok da ilgi çekici şeylerden söz etmiyordu. Şimdi ise Zeitgeist izlediğimiz vakit ayrı bir noktaya ulaşıyoruz, fast-food muhalefetin karşı çıkılamaz albenisi üzerimize yapışıyor, öyle ki Facebook status'lerinden, MSN personal quote'larından duyurmak için yarışır hale geliyoruz.
Malız çünkü, kendimizi pazarlıyoruz. Bu kadar zaman boyunca, kıyafetle ya da dinlediğimiz müzikle ya da söylediklerimizle kendimizi pazarlamamızdan bahsetmiştim yazılarımda, artık bu pazarlamacılığın fikirsel boyuta taştığını da görüyorum. Jean Baudrillard, artık günümüz savaşlarının pornografik nitelik taşıdığını söylemişti; ben bir adım daha ileri giderek evrensel politik konjönktürün gerçek pornografi olduğunu söylüyorum. Bu minvalde, Zeitgeist bu sektörün La Marionnette'i konumunda, hızlı ve garantili boşalma vaad ediyor.
Temelsiz, bilgiden uzak ama hap formatında muhalefet, bu pazarlamanın ürünü haline gelmiş durumda. Malız, edindiğimiz fikirleri, dinlediğimiz müzikleri, okuduğumuz kitapları, izlediğimiz filmleri bir kazanç olarak görmek yerine, malın özelliği olarak görmeyi ve ambalajına bu özelliği taşımayı tercih ediyoruz. Mallaştığımız yetmediği gibi, mal olmayı seve isteye kabul etmemiz sizce de çok eğlenceli değil mi?
Bu yazıda yerele ve bilhassa Ergenekon mefhumuna değinmek istememiştim ama şu resmi bu yazıya sıkıştırmak için gerçekten büyük çaba sarfettim, olmadı. Bu adamın üzerinde taşıdığı, o belirgin Harun Kolçak enerjisine dikkatinizi çekmek için yanıp tutuşuyorum.
9 mırıltı.:
Birazdan söyleyeceklerim, taş üstüne taş koymakta pek de becerikli değiller.
Şöyle ki; bilhassa şu son bir aydır devam eden İsrail-Filistin maçı hakkında, aynı ülke sınırları içerisinde yaşadığım insanların tamamına yakını tarafından uygulanan ve ayan beyan ortada olduğu halde nedense aynı zamanda da görünmez olan ikiyüzlülük ve subjektifliğin daniskası ile ilgili bir yazı yazmayı ben de düşünmüştüm. Hatta Darfur ve Ruanda argümanları baş köşede olmak üzere. Fakat siz kesinlikle daha iyisini yapmışsınız. Ben, müstakbel yazımın daha ortasına bile gelemeden kulaklarımdan fışkıran öfke nedeniyle bu denli bir üslup mükemmelliğine erişemezdim.
O yüzden, şu an için yapabileceğim tek şey muzaffer teşebbüsünüzü takdir, tebrik ve teşvik etmek ile mümkün olan en yakın zamanda devamının gelmesini istemektir.
"Harun Kolçak" sandım ani görüşümde.
Gerçekten harika bir yazıydı, üslup ve saptamalar yerinde olmuş dünyada tüm bunlar olup biterken gündemimizin yıllardır apayrı hadiseler olması insanı karamsar yapmıyor değil.
Bazen "Eser benle neden arkadaslik yapiyor ki?" diye soruyorum kendime.
Niye, Eisenhower ile mi arkadaslik yapayim?
Niyemiş ki? Obama süper bence. rocks yani. Bush'tan yakışıklı. Hem de siyah. Hem de solcuymuş. Amerika emperyalizmden vazgeçti, bak gücünü de İsrail'i durdurarak gösterdi. Obama adeta bir new-age İsa, adeta bir Sopasız Muhammet. O derece. auhauh.
devekuşu nasıl kafalarını toprağa gömüyorsa (deyim olarak kullanıyorum diye belirtme ihtiyacı duyuyorum zira bu deyim de içinde bir mit barındırıyor) insanlarda kafalarını ekrana/görüntüye gömüyorlar..
görünenin ya da gösterilenin doğruluğunun bir önemi yok. hakim ya da alternatif toplumsallaşma süreçlerinin barındırdığı normlara yönelme durumu söz konusu.
kahraman obama,demokratlar geliyor barış için,değişim için bir umut geliyor görüntüsü pazarlanıyorsa ve bu süreci içselleştirmiş biriyse bunu rahatlıkla alıyor insanlar. Güvercin demokratların gösterilenin aksi olup olması önemli değil. Demokrat Clinton'un yakın zamanda Somali'de, Yugoslavya'da döktüğü kanların bir önemi yok. Ya da Irak halkına uyguladığı ambargo nedeniyle her yıl yüzbinlerce çocuğun ölümüne sebebiyet verip tarihte kitle imha silahlarıyla öldürülen insan sayısından fazla insanın savaşmadan celladı olmasının da bir önemi yok. Hele böyle bir bilginin hiçbir önemi yok. Zira demokratlar güvercinlerdir. demokrasi,özgür dünya,barış vb. sıfatlar onların elindeyken Amerika daha bir özgürlükler ülkesidir. gösteri toplumunun görmesi gereken de tüketmesi gereken de budur. Böyle bir bilgiye ihtiyaç yoktur. Bilgi,düşünce,gerçek ya da her neyse gösterilenin dışında ise ya çarpıtma ya yalan ya hayal mahsülü ya da çocukçadır.
bir elbise satılıyor. parmakla gösteriliyor bunu al diye. çoğunluğun giydiği bu. almamayı başarabilirseniz bu sefer de başka bir elbise gösteriyorlar. onun rengi kırmızı. ama aslında pek bir farkları yok. ikisi de gösterilen elbiseler. görünmek adına görünen kısmını alıyorsunuz. görünen kısmı diyorum zira arkası bomboş. düşünmeden alıyorlar. çünkü düşünmeleri gerekmiyor. gördükleri bu .sokakta,işte,..okulda öğrendikleri bu.
görünmek için giyiyorlar ve görüntüyü yansıtıyorlar. efsane gerçeğe dönüşüyor.
tükettikçe tükendiğinin farkına varamıyor yansıttığı görüntü içerisinde insan. muhalifken bile kendisine gösterilen arkası boş kırmızı bir elbise giyiyor. kendisine gösterilen argümanları tüketiyor.bunları tüketirken karşıtını yeniden ürettiğini farkedemiyor. giydiği elbisenin arkasına bakmayı,işaret eden parmağın nereden geldiğini, enfeksiyon kapmış toplumsallaşma süreçlerini aşmayı düşünemiyor bile. alternatif bile görüntüdeki alternatif.
gözyaşları bile sahte artık. israil'e lanet okurken tekbir çekip kendinden geçenleri ya da dıydıydıy dıydıydıy dıy dıy dıy dıy diye bilindik tonlarda toplumsal muhalefet yapan grupların protesto gösterilerine elbette rastlamışsınızdır. her iki tarafında yaptığı, görünmesi istenen hareketlerden ileri gitmedi çünkü görüntülenmek için oradaydılar. kimse devletinin acziyetini sorgulamadı. kimse sözde devlet başkanının israil'e verdiği sözlü ayarın neden diplomatik ayara dönmediğini sormadı. laneti yiyen İsrail devletiydi. cinayetinin ortakları arasında kendi devletleri olan Türkiye başta olmak üzere tüm devletler vardı ama bir tek İsrail'in bayrağı yakıldı. Görünen ve görünmesi isteninin karbon kağıt kullanılarak çıkartılmış bir kopya misali benzeştiği anlardan biriydi bu. enfeksiyon kapmış toplumsallaşma süreci kendisinden istenileni/beklenileni yaparken sahte ile gerçeği gözyaşlarında sözde öfke naralarında açığa vurdu.
insanlara, sahte sahtesin sahtesiniz sahteler ve daha neler neler diyerek bitireceğim. söylenecek çok şey var.pek çoğuna siz değinmişsiniz yazınızda. üstüne daha çok şey söylenir ama eninde sonunda bu da benim tatmin aracıma dönüşme tehditini içinde barındırıyor.o yüzden susuyorum. yazılarınızın devamı gelir umarım..
bağlamlar arası yüzmek isteyenler için bir parça su niyetine, burdan: http://www.davetsizmisafir.org/index.php/2008/10/14/amerikanin-ruhu-yaklasan-secimler-ve-sinemada-dogaya-donus-romantizmi/#more-274
obama hype ile alakalı olarak chomsky seçimlerden önce şöyle buyurmuştu:
http://www.zmag.org/zmag/viewArticle/19337
tuncay güney / harun kolçak ikilisi hakkında henüz yorum yapmış değil, heyecanla bekliyoruz.
Post a Comment