20080723

(Kısa Bir) Tatil.
























Bir hafta sonra, yine burada olabilirim.

Müzikal Ötenazi Üçlemesi: Low, Slowdive ve Homesick For Space.



















Low'dan, Slowdive'dan, Homesick For Space'ten, neredeyse her yazıda, bu kadar yoğun bir şekilde söz etmemden ötürü, uzun zamandır aklımdaydı bu kült ve fakat saklı grupların, kült albümlerini Limbo Pillow'a taşıma fikri. Lakin, Low'dan ya da Slowdive'dan benden daha fazla etkilenmiş, salt bu yüzden de bu grupları benden daha iyi anlatabilecek kişiler vardı, evet. Üstelik yanıbaşımdalardı ve Limbo Pillow'a farklı isimler taşımak hiç de kötü bir fikir değildi. Dolayısıyla bu üçlemeye karar vermiş bulundum.

Sezen, yazıya döktüğü olayı bana ilk anlattığında korkunç şekilde etkilenmiştim, öyle ki Low'a bakış açışım tamamen değişmişti.
Berçin'e ise Slowdive sevgisini bildiğimden ötürü bir Slowdive fikri armağan ettim, o da çok güzel bir Slowdive yazısı ile karşılığını vermiş bulundu.
Bendeniz ise, Homesick For Space yazımla bu iki grubun tamamlayıcısı olma görevini üstlendim ki, hakikaten de başlık şu kertede doğrudur; birlikte alındığında yüksek doz etkisi yaratabilecek bir harman var bu yazıdaki üç grupta. Bu vesileyle, bu harmanı hazırlamakta bana yardımcı olan Sezen ve Berçin'e de teşekkürlerimi sunmuş olayım.
























Efendim Low'un son albümü Drums and Guns şerefine belgesel-film "You May Need A Murderer" çıkmış. Daha pek kimsenin haberi yok sanırsam, ya da kimse konuşulmaya değer bulmamış. Ben de daha zaman bulup da kesik kesik izlemekten fazlasını yapamadım. Dikkatimi çekenler bir müzik belgeselinden ziyade bir aile belgeseline benziyor olması, solo şarkılar, bol bol düşünce akışı, hayatla dalga geçmeler, konserler ve güzel görüntüler oldu. Ben Mimi Parker'ı en son bir fotosundan görüp sarılmak istediğimde hamileydi, şimdi sarı sarı nurtopu gibi çocuklarıyla aile saadeti yaşıyormuş, birlikte Alan Sparhawk ile şarkılar söylüyorlarmış.

Şimdi aslına bakarsanız ben bir grubu çok severim ama o gruptaki insanların adları, yaşadıkları yer, doğum tarihleri pek ilgi alanıma girmez. Bununla gurur duymuyorum elbet, bazen kendime şaşırdığım oluyor, şarkı sözlerini ezbere bilip müzisyenin gerçek adını nasıl bilmem diye. Böyle entelektüel bilgiler yerine kafamı işgal eden şeylerin daha duygusal durumlar olmasıdır belki bunun sebebi, bilmiyorum. Low da hakkında hiçbirşey bilmeden yıllarca dinleyip, tek albümüne aşık olduğum, o albüm ve şarkılarla beynimde yeni duygusal bağlar kurarak bilgi akışını sağlayan bir grup. Evet ben, diğer albümleri pek sevmiyorum. Sadece tek albümle ilgili bu yazıyı yazacağım, çünkü son albüm Drums and Guns'da "öteki" Low albümlerinden pek farklı değil benim için.

Low albümünü indirip de dinlemediğim bir haftanın sonunda, bir akşam, İstanbul'un İzmit tarafına yakın bir kesiminde yaşayan babamın yanına gidiyordum. Otobüs tek tek yolcularını
indirdi, son durağa yaklaşırken otobüste bir tek ben ve sürücü kaldık. I Could Live In Hope albümü çalmaya başladı ve bir anda kendimi daha önce hiç tatmadığım, korku ve hüzün karışımı bir duyguyla başbaşa hissettim. Fear. Son durak, deniz kenarında, bomboş bir otobüs durağıydı ve yüksek, sarı yol ışıklarından başka hiçbirşey yoktu. Hava oldukça soğuktu. Aksi gibi telefonumun da şarjı bitti ve orada öylece kalakaldım. Kalakaldık. Low ve ben. Banka oturdum ve bomboş bir yola bakmaya başladım. İnsanın durumunu dramatize ederek kendini koskoca bir tiyatro sahnesine hapsetmesi durumunu yaşıyordum. Müzik öyle garipti ki o an dinlediğim şeyden nefret ediyordum ama bir şeyler beni next tuşuna basmaktan alıkoyuyordu. Cut. Hipnotize olmuş gibi dakikalarca o garip şarkı sözlerini dinleyip durdum. Albüm o kadar bütünlük içerisindeydi ki sanki şarkılar hiç değişmiyordu, üzerimdeki karanlık örtü her yanıma dolanıyordu. Neler düşündüğümü tam olarak hatırlamam elbette mümkün değil fakat kendimi daha önce hiç bir müzik albümüyle birlikte karanlık bir denize düşüyormuş gibi hissetmemiştim. Elbette insan bazen korkar, bazen hüzünlenir, bazen kahkaha atmak ister, bazen bağırmak ister, bazen nefes alamaz, bazen içi huzurla dolar. Ama bunların hepsi birden yaşanınca kalbiniz şişerek ağzınıza geliyor adeta ve işte o an neyin insana böyle bir müzik yaptırabileciğini
merak ediveriyorsunuz. Slide. Sarı ışıklara baktım dakikalarca, gözlerimi kıstım; sarılar çizgi haline geldiler. Nefes aldım ve ciğerlerim buz gibi oldu. Güldüm ve denizle karışık beton kokusunu içime çekip karşımdaki simsiyah denize bakmaya devam ettim. Sanki arkamda beni izleyen birileri varmış gibi geldi, bakmaya korktum. Sonra beynimde gitarlar yankılanmaya başladı. Lullaby. Sanki sonsuza kadar orada kalacakmışım gibiydi herşey, kimse gelmeyecek. Koskoca dünyada bir ben kalmışım ve bomboş banklar. Sea. Bir de deniz. Down. Kendi kendime sarıldım, kendi kendime karşı sessiz kalarak avuntu buldum. Drag. Kendimi olmayan şeylere yenik düşmeye hazır gibi hissettim ve gelip beni birşeylerin alıp götürmesini beklemeye başladım.

Babam dakikalar sonra geldi; arabaya biner binmez kusar gibi ağladım. Albümü bitirmeyi başarsaydım neler olacaktı acaba, daha ne hayaller görülecekti. İlk defa bu albüm ile "bunlar nasıl insanlar?" diye sordum. Evli bir çift ve bir basçı olduklarını öğrenince ise daha da karmaşık
bir hale geldi herşey. I Could Live In Hope grubun ilk albümü. Evli iki insan neler yaşar da böyle şarkılar besteler, böyle az ama garip ve hüzün-korku dolu sözler yazar? Ne gördünüz, ne işittiniz, kim sizi acıttı bu kadar? Nasıl böyle bir albüm yapabildiniz, nasıl böyle bir albüm yaparken benliğinizden hiç bir şey kaybetmediniz?

İşte, Low'un gizemi bu sorularda ama en çok da müziğinde yatıyor.

Sanatçı: Low
Albüm: I Could Live In Hope

Şarkı listesi:
1- Words
2- Fear
3- Cut
4- Slide
5- Lazy
6- Lullaby
7- Sea
8- Down
9- Drag
10- Rope
11- Sunshine

DOWNLOAD.
























Hayatımda belkide hiç görmeyeceğim,tanıyamayacağım insanların yaptıklarıyla hayatımı derinden etkileyebilme ihtimalini düşünüp korkarım. Sık sık tedirgin olurum. Ama bu bir yandan yarattığı tedirginliğe tezat güven verir. Bu insanların düşüncelerini kendime yakın bulursam bilmediğim bir yerde dahi olsa varlıkları beni mutlu eder. Bir yandan da kıskanırım. Oldukları yeri,ordaki insanları,şarkılarında yansıttıkları her duyguyu yaşamalarına sebebiyet veren tüm çevresel faktörlerinden uzak oluşumu.

Filmlerdeki sahnelerin nabızlarına göre şerbet niteliğindeki fonlarını hep kıskanmışımdır,kıskanmışızdır hepimiz. Kafamızda, yaşadığımız sahnelerin arkasına koyduğumuz kendi müziklerimiz ve onlardan oluşan bi soundtrack vardır muhakkak. Ve ne zaman herşeyi masanın üstüne koyup düşünmek istediğimizde playlist bellidir. İşte 'benim hayatımın bi soundtracki olsa..' diye başladığımda hep aklıma ilk Slowdive gelir. Bir şehirden diğerine geçerken yaşadığım en büyük tıkanmaların,boğazımdaki yanma hissinin sabihi hep onların kulaklığımdan gelen sesidir. Ve yine onları dinlerken aklıma gelen anlar hep hayatımdaki en güzel,en samimi,en hüzünlü en 'ben' anlardır. Yine bundan dolayıdır ki ben Slowdive'ın müziğinden korkarım.

Gelmiş geçmiş en iyi shoegaze albümü olduğunu düşündüğüm,çoğu kişinin ve müzik otoritelerinin de benimle hem fikir olduğu 'Souvlaki', içinde hiç bir şarkının atlanmadan dinlenebildiği, Winamp'te bir şarkının diğer şarkının üstüne alınması suretiyle yer değişimine gerek bırakmayacak şekilde eşit güzellikte ve yoğunlukta şarkılarla dolu bi albüm.Ki grubun diğer albümlerinin arasında kolayca sivrilebiliyor. Atmosferik havası ve bu havayı destekleyici -genellikle Rachel Goswell'e ait- şarkı sözleriyle öyle olmamasına rağmen sanki bir konsept albümmüş resmi çiziyor.Sadece müzikleriyle konsept bi albüm sayılabilecek bir hikaye baştan sona..

Alison'ın klibini izlediniz mi bilmiyorum.Ama ben yüzlerce kez izledim. Ve her defasında aynı zamanlarda okumayı sökmeye çalışan küçük bir çocuk olduğumu içten içe bilmeme rağmen o parti görüntülerinde kendi yüzümü aradım. Eskiden, okumayı sökmeye başlamadan bile önce video kliplerde çekilenlerin insanların doğal,gerçek hayatlarından görüntüler olduğuna dair inancımı tekrar yaşamaya başladım.Ve o klipteki insanları kıskandım bu kez,onlardan 14 yıl ve binlerce kilometre uzaktaydım.

Yeni indirilen albümleri ilk dinleyişimde sindiremeyip beğenmeme huyuma karşılık Souvlaki'yi ilk dinleyişimde nadiren kullandığım repeat tuşuna tıklayıp yatağıma yattım. Bahsettiklerini düşündüm. Benden bahsediyorlardı. İşin ilginci kendilerini dinleyen pek çok yakınıma da böyle hissettiriyorlardı.

Sanatçı: Slowdive
Albüm: Souvlaki

Şarkı listesi:
1- Alison
2- Machine Gun
3- 40 Days
4- Sing
5- Here She Comes
6- Souvlaki Space Station
7- When The Sun Hits
8- Altogether
9- Melon Yellow
10- Dagger
11- Some Velvet Morning
12- Good Day Sunshine
13- Missing You
14- Country Rain

DOWNLOAD.
























Gelelim Homesick For Space'e. New York'lu grubun ilk albümü Unison, 2003 yılında yayınlanmış, pek gürültü koparmadan belirli bir kitlenin beğenisini kazanmıştı. Slowdive ya da Low kadar eski ve kült olmasalar da, hissettirmeden gelip içimize süzülen, orada yuvasını yapan ve saldırmak için doğru anı bekleyen bir müziğin yeni Mesih'i diyebiliriz Homesick For Space için. Keza benim nezdimde de durum pek farklı değil; Homesick For Space hayatıma ne zaman girdi, derimin altına hangi ara yerleşti, kanıma nasıl karıştı, hiç bilmiyorum. Ama bir gün uyandım, içim boştu, tıpkı Gregor Samsa gibi hissediyordum ve kabuklarım arasında bir Homesick For Space şarkısı, Echo Of Your Eyes, yankılanıyordu; zehirleniş hikayem budur. Ama Homesick For Space zehrinin üzerinde durmak, bu farklı kimyasalı etüd etmek icab ediyor.

Evvela şunu söylemekte yarar var; Unison'ın çıktığı yıllara hakim olan emo rüzgarının Homesick For Space'i de etkilediği tartışmasız bir gerçek. Ama buradaki emo'dan kastımız elbette ucuz ve arabesk bir duygusallık değil. Filhakika, yoğun, karanlık ve karanlık olduğu kadar mat renklerle bezenmiş bir yapıdan söz ediyorum. Bu etkiyi akustik gitarlarda ve vokallerde gözlemlemek mümkün olsa da, Homesick For Space'e bu yoğun duygusal kimliğini katan primer öge hiç tartışmasız ki piyano. Albüme de adını veren, açılış şarkısı Unison'ın ardılı Drop Your Mask'te, piyanonun oynadığı role bizzat şahit oluyoruz. Ama grubun tek alamet-i farikası bu değil elbette, vokalin nasıl olduğuna değil de, ne olduğuna dikkat ettiğimizde, zekice yazılmış ve acıyla örülmüş şarkı sözleri, Homesick For Space'in içimize yaptığı o sessiz sedasız yolculuğun en önemli adımları oluveriyor birden. Hiç şüphesiz ki bu minvalde akla gelen ilk örnek, Oh,How You Shine olacaktır. Çok uzun, çok komplike, çok şiirsel sözlerden bahsetmiyorum, hayır. Yalın, direkt ve samimi birer Garcia Lorca şiiri saklı sanki her şarkıda; yoksa dört mısrayla insanın içine işleyebilir miydi Echo Of Your Eyes, ya da Skeletons On The Sill'deki üç cümleyle anlatılır mıydı eve güneş ışığının dahi girmediği ve hiç bir şeyin ve hiç kimsenin dışarı çıkmadığı o yalnızlık günleri?

Şu bir gerçek ki, Homesick For Space dümdüz bir yoldan, içsel bir yolculuğa çıkarıyor dinleyiciyi Unison ile. İnsanın ruh halini radikal bir şekilde değiştiren o albümler gibi değil Unison, bir şeyi gösterme, bir konu üzerinde durma gibi bir derdi yok, sadece anlatıyor ve anlatımıyla ruh halinizi değil, benliğinizi, kimliğinizi değiştiriyor; üstelik bir kere değil, neredeyse her dinleyişte, gizli dünyanızın ya da geçmişteki bir anınızın kapısını açıveriyor.


Sanatçı: Homesick For Space
Albüm: Unison

Şarkı listesi:
1- Unison
2- Drop Your Mask
3- Sink Or Swim
4- Oh,How You Shine
5- Across This Barren Sea
6- Skeletons On The Sill
7- Echo Of Your Eyes
8- In rapture
9- Sins Defined
10- Smoke And Steam
11- Convictions

DOWNLOAD.

20080718

Fjord Rowboat - Saved The Compliments For Morning






















Kanada adı geçtiğinde kalbimiz göğüs kafesimizi zorlamaktan ne zaman yorgun düşecek? Godspeed You! Black Emperor, Esmerine, Do Make Say Think, The Organ, Metric, Feist, Carleton, Concordia derken bir de Fjord Rowboat var elimizde taşikardi için.

Torontolu grup Fjord Rowboat, Saved The Compliments For Morning ile -sadece kulaklarımıza değil- hayatlarımıza da görkemli bir giriş yapıyor. Klasik britrock yapısı, bol reverb'lü shoegaze kıyafetiyle allanıp pullanıp, harika şarkılarla önümüze sunuluyor bu albüm ile. Paragon ve Taking The Pass gibi şarkılar baskın bir indie-pop tadı ihtiva eden şarkılar olsa da, albümün ilk üç şarkısı kesinlikle dinleyiciyi daha en baştan yerle bir ediyor. Carried Away, reverb'leri göz ardı edersek, çok alışıldık bir britrock şarkısı aslında, ama vokal kullanımı sıradanlık ve klasiklik arasında bir seçim yapmamıza imkan tanıyor. Can't See The Sun, bana Piano Magic şarkılarını anımsatan bir şarkı, bass yürüyüşleri ve davul-bass uyumu bu şarkıyı kanatlandıran en büyük iki öge denilebilir. Shooting The Breeze ise Slowdive'a göz kırpan bir slowcore şarkısı, albümdeki kişisel favorim; albüm genelindeki o sivri, ağızda acı-ekşi bir tad bırakan tınıyı en güzel temsil eden şarkı diyebiliriz Shooting The Breeze için. Aynı tınıyı bu sefer Low penceresinden yansıtan iki şarkı Through The Morning Light Spin ve Cycle ile albüm neredeyse bir bütünü temsil eder bir hale geliyor.

90'ların sonlarından itibaren, müzik endüstrisinin buruşturup atmış olduğu shoegaze, bu sefer daha derinden ve daha içten bir şekilde devam ediyor yolculuğuna. Belki Catherine Wheel gibi, Low gibi "az bilinen kültler" yok artık ama, tüm bunların küllerini vücudunda taşıyan bir Fjord Rowboat var. "Kanada mevsimi"ne az kaldığı düşünülürse, soğuk ve yalnız kış günleri için şimdiden stok yapmak akıllıca olacaktır. Çalkalamayınız. Soğuk içiniz.

Sanatçı: Fjord Rowboat
Albüm: Saved The Compliments For Morning

Şarkı listesi:
1- Carried Away
2- Can't See The Sun
3- Shooting The Breeze
4- Simply Stood
5- Paragon
6- Taking The Pass
7- Valuable Survive
8- Through The Morning Light
9- Turn The Mirror Around
10- Spin Cycle

DOWNLOAD.

20080717

Meniscus - Absence Of I




















Menisküs, çocukluğumdan bu yana, pek çok çağrışımı beraberinde getirmiş bir kelime benim için. Herhalde ilk kez Sabah gazetesinin spor haberlerinde rastlamıştım bu kelimeye; fırından dönerken ekmeğin ucunu kevirmenin yanında gazeteye de göz atan masumiyette bir çocuk olarak, menisküs kelimesini iktidarsızlıkla özdeşleştirmiş, penisin küsmesi kontekstinde kullanıldığını düşünmüştüm. İlerleyen yıllarda bu kelimenin beraberinde getirdiği düşünceler daha ciddi ve daha sancılıydı; havaların ısınmaya başladığı o bahar gününden kışın ilk karına kadar yaşanan dayanılmaz diz ağrıları, artroskopi korkusu, bunaltıcı yün dizlikler. Bunaltıcı ya da absürd olan bu çağrışımların arasına yeni bir konuk katılmıştı ki, şu an tanıtageldiğim bu grubun da ismini ve belki de müzikal kimliğini dayandırdığı şeydir aynı zamanda; gerridae familyasından, suda yürüyen böcekler -ki meniscus-climbing insect olarak geçiyor İngilizce'de- kendi eklemlerini oynatarak değil, üzerinde durdukları yüzeyi değiştirerek hareket ediyorlar; ve bu Meniscus'un müziğini de tanımlamak için harika bir metafor aynı zamanda.

Avustralyalı üç kişilik grup Meniscus'un ilk kaydı Absence Of I, bu metaforu gözlemlenebilir bir hale getiriyor. Evvela, kullanılan efektlerden, gitar riff'lerine ve sample'lara kadar, baskın bir "böcek" teması hakim kayda. Lakin bundan daha önemli bir özellik taşıyor Absence Of I; herhangi bir psikoaktife ihtiyaç duymadan, ya da müziği konu eden video oyunlarını görmezden gelerek, salt müziğin tetiklediği bilinçle, albümü -sadece dinlemeyip- tahayyül de eder isek, ortada eğilip bükülen bir yüzey olduğunu gözlemlemek hiç de zor olmuyor. İşte yine, ortada etkin bir "müzikal doku" var, sanki her şey o dokunun üzerine oynanıyor, oynandıkça o dokuyla birlikte şarkı şekilleniyor, yeni bir biçime kavuşuyor.

Anlatmış olduğum aslında tamamen subliminal faktörler ışığında oluşan bir yargı, dolayısıyla müziğin skalerliğiyle sağlamasını yapmak imkansız. Ama biraz daha derine inersek, ne demek istediğim daha net anlaşılabilir. Örneğin açılış şarkısı Cusp, kesik bir gitar riff'iyle başlıyor; ardından patlayan enstrümanlar yepyeni bir melodiye geçmek yerine, o en baştan aldıkları riff'i eğip bükerek değiştiriyor, ve yeni bir biçimlendirmeden sonra işlem baştan başlıyor. Yani baştaki melodi, nicelik yönünden değişiyor olsa da kimliği sabit kalıyor. İşin hoş tarafı şu ki, bu sıkıcı gibi duran işlemi, Meniscus bir oyun oynarmış gibi uyguluyor; hani bir kaç şairin bir masa etrafına dizilip, her birinin farklı bir dizeyle ördüğü şiirler gibi, tamamen farklı ama tamamen de aynı olan bir bütün ortaya çıkıyor.

Aynı formül, Absence Of I'ın ikinci şarkısı Pilot'ta da kendini gösteriyor. Yine alışıldık ve hatta belki sıkıcı olabilecek bir gitar riff'i şarkının başından sonuna kendini çeşitli biçimlerde gösterirken, bu sefer yüzeyi şekillendiren öge davullar oluyor. Yine bir oyunun içine sokuyor Meniscus bizi, sadece bu sefer kurallar değişmiş gibi. Bundan daha da önemlisi, Meniscus, kusursuz bir oyun ortaya koyuyor, şu kertede söylenebilecek tek şey şu: 3 kişinin böylesine komplike bir müziğin, müziği daha da komplikeleştiren bir felsefi dayanağın altından kalkmış olması bile, bu albümü dinlenebilir yapmaya yetebilir.

Ve fakat, bu progresiflik ve bu metafor-müzik uyumu bazıları için sıkıcı bir durum teşkil edebilir yahut 22 dakikalık son şarkı, Idiot Savant-Far'ın neredeyse üçte birinin böcek sesleriyle geçmesi yadırganabilir. Lakin böcek seslerinin bile bir şey anlattığı, bu seslerden sonra devam eden şarkının bir şeyi işaret ettiği, çok yoğun ve dolu bir ilk kayıt söz konusu olan. En önemlisi de şu; Meniscus, müziği, salt müzik olarak algılamayan ve bunu yedire yedire, her notada gösteren bir grup. Bu öylesine etkileyici bir durum teşkil ediyor ki, Absence Of I'ı, bir sanat eserinin ulaşabileceği en tepe noktaya yerleştiriyor; her fırça darbesinde ya da mikroskobik her vuruşta bir Las Meninas saklı olan bir Las Meninas düşünün, her harfin içinde bir Ulyssesbarındırdığı bir Ulysses tahayyül edin; işte tüm bunların müzikteki karşılığı, Absence Of I; her notasında albümün tamamı gizli.

Sanatçı: Meniscus
Albüm: Absence Of I

Şarkı listesi:
1- Cusp
2- Pilot
3- Mother
4- Idiot Savant-Far

DOWNLOAD.

20080715

Neurosis - Times Of Grace // Tribes Of Neurot - Grace






















Fotoğraftakiler, benim ciğerlerim. Ne sebeple burada olduklarına değineceğim, ama ilk önce ciğerlerimden bile daha kişisel olan bir hikaye anlatmam icab ediyor konu Neurosis olunca.

İnsanların müzik zevklerini oluşturan, şekillendiren ve bunu bir kimlik haline sokan olaylar silsilesi aslında çok heyecan verici masallardır. Hakikaten de, kendi halinde oturup Tayfun (Hadi Yine İyisin) dinleyen bir çocuğun zamanla sıkı bir Jesu dinleyicisine dönüşmesi, mesela, psikolojik ve sosyolojik nüveler barındırır, bu yüzden de üzerinde durulası bir konudur. İtiraf edelim, hepimiz Tayfun dinledik, ya da Ah Canım Ahmet, Comanchero'lu Coco Jambo'lu karışık kasetler hepimizin teybinde döndü, hatta bu satırların yazarı, bir hafta önce Daddy Cool'u kafasından atamıyordu bir türlü. Elbette bu satırların yazarının da müzikal evrimleşme hikayesi, herkesinki kadar ilginçtir, hele yolun sonunda Neurosis varsa, belki bir nebze daha ilginçtir.

Müzikal anılarımın saklı olduğu bilinç mahzenini araştırırken, bulduğum en eski melodi, 1990'lara ait; Batman'in soundtrack albümü, Prince tarafından hazırlanmıştı ve Prince bu albümden sonra kafayı hepten yemişti. Anladığım tek kelime olan "batman"'in defalarca terennüm edilmesinin yanında, bu albüm bana Prince hayranlığı da kazandırmıştı ki, sanırım idol seçiminde yapılabilecek en büyük yanlıştır. İlkokulun masum ve salak ilk aşkında, Prince'in yaptığı ve çok etkileyici bulduğum bir şeyi yapmış, yüzüme suluboyayla "slave" bile yazmıştım bu yüzden. Bunun ardından Michael Jackson'ın best of albümüyle tanışmam ve walkman'in kısıtlamasına rağmen kayda hayran olmam geliyor, lakin beni esas vuran şey Metallica'nın One'ıydı ki, hazırlık sınıfı başlangıç seviyesi İngilizcem ile algıladığım sözler ve klip beni büyük bir trajediye sürüklerken, dünyayı karşıma alma düşüncesiyle ergenliğime de adım attırmıştı. Bu yolculukta Nirvana'nın payına daha önce değinmişliğim var burada, lakin konu farklı açılımlar barındırıyor.

Ergenliğin ortaları, İstanbul'da yatılı okulu yılları derken farklı bir platforma giriş yaptığım söylenebilir. Şu kertede durumu iki farklı yönde değerlendirmekte fayda var; birincisi boğucu olacak denli geniş bir potansiyel ile -Güven Erkin Erkan jargonuyla- "malum pasajlar", ikincisi ise fanzin/distro tutkunları. İnternetin 56k olduğu, değil bir albümü, bir şarkıyı çekmek için dahi 30 dakikadan fazla zaman harcadığımız yıllar bunlar; nasıl şu an için kullandığımız ölçü birimi gigabyte ise, o zamanlar daha "bireyci" bir anlayış hakimdi hepimize bu hususta. Bugün 150 gigabyte'lık bir arşive sahip olmak neyse, o zaman 150 şarkılık bir arşive sahip olmak da aynı şeydi. İşte bu yüzden o malum pasajlara yapılan ziyaretlerde elde edilen, ortaokulu bütçemizi altüst eden cd'ler çok büyük önem taşıyordu. Elbette bu cd'leri alırken büyüklerin ne dediğine dikkat edilirdi, nirengi noktası olabilecek mp3'ler fazlasıyla kısıtlıyken. Olaya salt "metalcilik" bakış açısıyla yaklaşmamak lazım; Türkiye'de hala Enred gibi, NonServiam gibi dergi kolay kolay bulamazsınız. Üstelik bu insanlar, bu dergileri kendi yağında kavurmaya çalışarak büyük bir saygıyı hakediyorlardı, dolayısıyla söyledikleri, önerdikleri, o günün kıtlığında bilhassa, müthiş bir önem arz ediyordu.

İşte Neurosis'in hayatıma girişi de bu şekilde olmuştur; malum pasajlardan birinde yapılan bir öneriydi bana Neurosis cd'si aldıran. O yaşta en iyi ihtimalle Tool dinlemesi gereken biri olarak Times Of Grace'e yaptığım saygısızlıktan hala utanırım, 5 dakika dinledikten sonra "bu ne be" diyerek cd yığınımın en alt köşesine atmıştım bu albümü. Öyle ki aklı ermeyen kontenjanından ve fakat çok derin fikirlere haiz olduğunu düşünen arkadaşlar ile, "Neurosis yarasa müziği yapıyor" ya da "Neurosis'in iki akoru arasındaki zaman diliminde yeni çocuklar dünyaya geliyor" gibi, çok komik oldukları sanrısıyla yaptığımız tespitler de olmadı değil.

Neurosis ile ilgili fikirlerim ve Times Of Grace'in rafımdaki yeri uzunca bir süre değişmedi, ta ki 2003 yılında aniden gelen bir vahiy gibi albüme uzanmış olduğum ana kadar. Neden bilmem, o gün, aslında yıllarca dik gördüğüm bir şeyin yatay, renkli gördüğüm bir şeyin şeffaf olduğunun farkına vardığım gündür. Bu farkına varış, bu aydınlanma aslında yarım kalmış bir şeyi temsil ediyordu. Evet, artık nefes alabiliyordum, ama tek ciğerimle. Ve aldığım nefesin vücudumda yarattığı dalgalanma öylesine vurucuydu ki, iki ciğerimi de kullanabileceğimin, bunu yaparsam nasıl bir his yaşayacağımın farkında bile değildim.

Times Of Grace, benim için, müzikte büyük bir adımdı. Zamanında kulaklarıma batan bol efektli yırtıcı vokaller, yine bilmem kaç pedaldan geçmiş vızıldayan gitarlar, artık farklı bir kapıyı açıyordu benim için. Sahiden de bu bir eşikti, ve asla arada kalamayan Neurosis için, tüm tanımlarımı yeniden tanımlamama yol açan bir gelişmeydi. Bu noktada şöyle bir tespitte bulunmamız mümkün; Neurosis ne metal dinleyicisine, ne deneysel müzik arayışındakilere yaranabilmiştir. Bu arada kalmışlık, gruba yönelen hislerde de ortaya çıkar; ya nefret edilir ya da çok sevilir ama asla nötr olunmaz, kayıtsız kalınmaz.

Tüm bunların yanında, Neurosis ile ilgili fikirlerimin şekillenmesinde önemli rol oynayan bir kavram daha var ki, o da Tribes Of Neurot'dur. Neurosis elemanları, "Neurosis'in alter-ego'su" olarak tanımlar Tribes Of Neurot'u. Neurosis'in o sivri, ikonoklastik müziğinin aksine, Tribes Of Neurot sakin, kendi halinde, ambient çerçevesine rahatlıkla koyabileceğimiz, soundscape'ler yaratan bir müzik icra ediyordu. Ama işin en ilginç noktası şu idi; Tribes Of Neurot, Times Of Grace'e eşlik edecek bir albüme imza atmıştı: Grace. Grace, daha önce müzikte hiç denenmemiş bir düşünceyi de barındırıyordu aynı zamanda, iki albümün aynı anda çalınmasıyla oluşturulacak bir "çok boyutlu deneyim" vaadiydi bu.

Müzikteki bu iki uç noktanın bir potada eritilmesi, ying-yang'i kulak ile algılamak gibi bir şeydi. Evet, bir albüme onlarca layer koyabilirsiniz, o layer'lardan bir ya da birden fazlasını çıkarıp, onu farklı bir albüme basıp, sonra da "tamamlayıcı" bir şey yarattığınızı iddia edebilirsiniz; ama bu Grace/Times Of Grace için geçerli olmayan bir durumu işaret eder. Keza kendi özelinde tanımlanabilen iki farklı bir bütünün, toplandığında da bir bütünü oluşturması, yani 1+1'in 1'e çıkması, tüm değer yargılarımızı alt üst eden bir vakaydı. Evet, bu bir vakaydı, salt müzikal değil, sanatsal bir vakaydı üstelik.

Velhasıl, Times Of Grace ve Grace, kendi özellerinde dinlenmeyi ziyadesiyle hak eden albümler ama ikisini bir arada dinlemek, bu vakayı deneyimlemek, müziğe normalden daha fazla ilgi duyan herkes için önemli bir kapı açacaktır. Sert bir sound, çınlayan gitarlar, yırtıcı vokaller yahut tek düze giden "doku"lar, amelodik ve hatta derin bir sükûnet ihtiva eden bir müzik size cazip gelmeyebilir, hiç bir şey ifade etmeyebilir, ama kulağın 2-3 santimetre derini için tasarlanmış bir proje var önümüzde; üç tane kulak kemiği değil, beyin kıvrımları çok daha önemli bir işlev görecektir filtreleme için.
























Sanatçı: Neurosis
Albüm: Times Of Grace

Şarkı listesi:
1- Suspended In Light
2- The Doorway
3- Under The Surface
4- The Last You'll Know
5- Belief
6- Exist
7- End Of The Harvest
8- Descent
9- Away
10- Times Of Grace
11- The Road To Sovereignty

DOWNLOAD.
























Sanatçı: Tribes Of Neurot
Albüm: Grace

Şarkı listesi:
1- Suspended In Light
2- The Doorway
3- Under The Surface
4- The Last You'll Know
5- Belief
6- Exist
7- End Of The Harvest
8- Descent
9- Away
10- Times Of Grace
11- The Road To Sovereignty

DOWNLOAD


























Sanatçı: Neurosis & Tribes Of Neurot
Albüm: Times Of Grace & Grace

Şarkı listesi:
1- Suspended In Light
2- The Doorway
3- Under The Surface
4- The Last You'll Know
5- Belief
6- Exist
7- End Of The Harvest
8- Descent
9- Away
10- Times Of Grace
11- The Road To Sovereignty

DOWNLOAD.

20080714

For The Turkish Impaired.
























I'm grateful for all the feedback I receive from several blogs, forums, last.fm, et cetera. Thus I believe I owe you, you who don't understand a single word of Turkish, an explanation.

People ask me if I could write reviews in English, or don't write at all and post more links. First and foremost, the download links mean nothing, it's not a special thing to do and they don't make anything or anywhere more special than it already is. So no, I will not abandon writing and post download links without information or with information you can find anywhere, it doesn't require any effort and it is stupid.

To write in English, that's another story. Every artist included in these pages are special for me, they're not just some ordinary soundwaves, but stimulants for humane feelings. The curse of Babel wasn't just a simple confusion of tongues, but it was a confusion of senses as well; we are doomed to fear in our very own language, dream our dreams with the same words we have been hearing since the day we were born. It's the tragic game of nature and we can't seem to change it.

My primary concern in these pages is the power of sincerity, and everytime I have tried to write in English, I have failed miserably to show that. Thus I've been forced to write in Turkish, in which I can write like directing my blood flow to the pen ink or phone cables in this particular situation. Even though I'd be more than happy to explain what I've felt or what I've thought for those who feel curiosity, status quo will not change. If you have any questions at all, I encourage you to leave comments, send messages or just say hello. For those who want to know what's all this stuff about, let me make a summary.

Limbo Pillow is about,
staring at the ceiling, counting the tiles, sitting in a bus station and watch the people pass by, inhaling the last bit of cigarette, talking with ghosts, Daniel Day Lewis in There Will Be Blood, the endless cage of telephone cables, galactic-distance relationships, Anatolian sun, steel cold showers, flickering street lights, Dante, eaves dropping, making impossible plans, Bosphorus, carbondioxide breeze in underground stations, Gogol, taking pictures of rainbows, sunflower fields, Sub-commandante Marcos, familiar melodies you haven't heard before, unfamiliar melodies that make you weep, funeral pyres, you, mostly about me.

I wanted to use this opportunity to make us know each other and to express my most sincere feelings for everyone who has visited Limbo Pillow without understanding a single word; thank you very much.

20080711

Fossil - Insônia {La Movimentacion Musicale Intermezzo Minimal}





















İspanya'dan Uzay'a açılan bir boyut kapısı, Endonezya dağlarındaki dört yapraklı bir yonca, Çin'in daracık evleri derken, Güney Amerika kıyılarına, Brezilya'ya uzanalım. Bilinmeyenleri anahtar kelimelerle tanımlayan modern insanın sıkça başvurduğu yöntemle; futbol, samba ve Rio Karnavalı anahtar kelimelerinin yanına Fossil'i de ekleyelim. Mübalağa etmiş gibi olmayayım ya da kendi kişisel beğenim üzerinden tümevarımcılık etmeyeyim ama, nasıl Sigur Rós ve Björk bugün İzlanda ismini telaffuz etmemizin en büyük sebepleriyse, Brezilya'nın da pek yakın zamanda Fossil ile anılması beni şaşırtmaz.

Fossil hakkında bilgi bulmak gerçekten çok zor, ama edinilen bilgiler çerçevesinde ortaya çıkan tablo, grubun sadece müzikal açıdan değil, düşünsel açıdan da ileri seviyede olduğu. Keza grup kendisini tanımlarken, öylesine güzel ve yerinde tespitlerde bulunmuş ki, hayran olmamak elde değil. Müzikal endüstri diktatörlüğünün zorladığı radyo formatına ters gelmesine rağmen müzikal kimliğinde ısrarcı olan Fossil'in belki de biraz önce dile getirdiğim Sigur Rós-İzlanda benzeri bir durum yaşaması ihtimali, ölü doğmuş da olabilir. Öyle ya, radyolarda last.fm'lerde çalınacak sulandırılmış bir müzik yapma yerine, kendi bildiklerini okuyan ve bundan gururla bahseden bir grup var karşımızda.

Fossil, müziklerinde "doku" kullanan bir grup. Bu "doku" ne ola, diye soracak olursanız, şöyle açıklayabilirim; birden çok müzikal katmanın üst üste bindirilmesi sonucu ortaya çıkan kollektif tınıya doku diyebiliriz. Örneğin gitarın feedback'ine efekt ekler ve bunu da belli intervallerle tekrarlarsanız, sonra da ortaya çıkan bu yeni "doku"nun üzerine ayrıyeten davul, gitar, bas yazarsanız, Eclipse gibi magnum opus bir şarkıya sahip olursunuz. İşte tam da bu yönüyle Neurosis'e benzeyen bir yapısı var Fossil'in. Neurosis, Times Of Grace gibi gelmiş geçmiş en iyi albümlerden birine imza atarken tam da bu yöntemi kullanmıştı, belki bu kadar teknolojik donanımlarla değil ama amaç yönünden değerlendirirsek ulaşılması, üretilmesi, sindirilmesi çok güç bir müzikal dünya yaratmak; işte bu her grubun, her iyi grubun, ulaşamayacağı bir hedef. Salt müzik değil, bu aynı zamanda bir idealizm harikasıdır.

Bilen biliyor, Limbo Pillow'a koyduğum albümler, 1 kere dinleyip hakkında yazmak için yeterli veriye sahip olduğum eserler değiller. Bu blog sayfalarında bir albüm görüyorsanız, bilin ki özel bulduğum için, daha da önemlisi başkaları tarafından da özel bulunacağını düşündüğüm için buradadır. Ama açık konuşmak lazım ki, Fossil'in yaptığı müziğin herkeste aynı etkiyi yaratacağını zannetmiyorum; ilk defa Limbo Pillow'da bu denli zor bir grup tanıtıyorum, ama bu bir eşik. 1999'da ilk Neurosis cd'mi alıp discman'ime taktığımda 5 dakikadan fazla dayanamamıştım, 2004'te Neurosis-Times Of Grace ve Tribes Of Neurot-Grace albümlerini aynı anda dinlediğim vakit ise (ki bu çok uzun ve çok önemli bir müzikal vakadır, en yakın zamanda değineceğim) müzikal evrimimde çok önemli bir safhaya ulaşmıştım. Fossil'in de çoğu kişi için benzer etkiler yaratabileceğini düşünüyorum.

İşte bu yüzden, Fossil'i dinlerken, alıştığınız grup kavramını, post-rock stereotipini aklınızdan silin. İngiliz soundscape demiş, yani müziğin bilinçte yarattığı manzara; Fossil işte bu manzara resminin boyası ve fırçası. Bu bilince ulaştığınız vakit müziğe karşı olan bakışınız tamamen değişecek, ve hiç şüphesiz ki Fossil size harika görüntüler sunacak; kâh Corcovado'nun tepesinden kollarınızı açarak Rio De Janeiro'ya yukarıdan bakacaksınız, kâh Rio De Janeiro'nun varoşlarından Corcovado'nun tepesine.

Sanatçı: Fossil
Albüm: Insônia {La Movimentacion Musicale Intermezzo Minimal}

Şarkı listesi:
1- Desperto
2- Eclipse
3- Walkmachine
4- Hipotermia
5- Algia
6- Dezpero
7- La Territorie Foncé
8- Labirinto
9- Allein

DOWNLOAD.

20080707

Elf Fatima - Kill All W






















Üçüncü dünya ülkelerinin birinci sınıf müziklerine değinme yolculuğunda Çin Halk Cumhuriyeti'nde mola verelim. Aslında kendileri ekonomik atılımlarıyla "üçüncü dünya ülkesi" tanımını reddettiklerini söyleseler de, yüz milyonlarca insanın 36 metrekare evlerde yaşadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Tabii koca ulusun adı kalitesizlik ve basitlikle anılmaya başlayınca, müzik konusunda da beklentileri çok olmuyor insanın. Elf Fatima, bu durumda bizi şaşırtan bir isim olarak ön plana çıkıyor.

1997 yılında kurulmuş olan Elf Fatima'nın şu zamana kadar iki albüm kaydı var. 11 senede iki albüm gerçekten düşük bir oranı işaret ediyor, ama en azından yapmış oldukları albümlerin içini doldurdukları söylenebilir. Müzikal yapıya bakacak olursak, post-punk'a meyleden bir slowcore'dan bahsetmek mümkün. Bunun içini, baskın bass'lar, distortion'lı gitarlar ve en çok da vokalist Elf'in sesiyle doldurmak mümkün. Bu noktada ilginç olan bir diğer nokta, Çince'nin vokal/şarkı sözü kavramından, enstrüman kavramına doğru bir boyut kapısı açması. Bilhassa Adam And Eve, Jealous #2 gibi şarkılarda göze çarpan bu özellik, bence Elf Fatima'nın alamet-i farikası.

11 yıldır müzik yapan bir grubun bu kadar az kayıt yapması, bu kadar az konser vermesi, hakkında bu kadar az bilgi bulunması şaşırtıcı bir durum gerçekten de. Fakat Dünya'nın diğer ucunda da olsalar, haklarında neredeyse hiç bir şey bilmesek de, bambaşka bir dünyaya ait Elf Fatima, dinlemeye değer bir durum teşkil ediyor, hiç bir şeyiyle olmasa bile, müzikleri ve anadilleri arasında ördükleri o harika uyumla.

Sanatçı: Elf Fatima
Albüm: Kill All W

Şarkı listesi:
1- Blind Cinema
2- Lost
3- Spiritual Suicide
4- Adam Killed Eve
5- Your Mind Has Been Damaged
6- Jealous #2
7- Almost Perfect Day
8- Immerse
9- Spiritual Suicide (Samaritan Mojo Mix By S.J. Mojo)
10- Adam Killed Eve (Eden Mix By Slow Tech Riddim)
11- Adam Killed Eve (Outro Edit)

DOWNLOAD.

20080704

Marché La Void - Cacophonia






















Farklı coğrafyalardan bahsederken, uzun zamandır aklımda olan bir fikri uygulamaya geçebileceğimi fark ettim. Önemli gruplara ev sahipliği yapan Avrupa ülkelerinin yanı sıra, bazılarımızın haritada yerlerini bulmakta zorlanacağı üçüncü dünya ülkelerinden çıkan gruplar, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ patikasında yeşeren ve paha biçilemeyen dört yapraklı yonca gibiler. Bulması uğraş ve ihtimam gerektirse de, asla solmuyor ve masallardaki şifalı bitkilerin varlığına inanmamıza sebep oluyorlar. Marché La Void, kesinlikle bunlardan biri.

Endonezyalı Marché La Void'in ilk kaydı Cacophonia, sadece dört şarkıdan oluşmasıyla uzunluk yönünden bir hayal kırıklığı yaratıyor olsa da, dört yapraklı yonca metaforuna kusursuz bir uyum sağlayacak şekilde, ürkütücü bir yoğunluk ihtiva ediyor şüphesiz. Bu yaprakların klorofillerinde tanıdık kimyasallar var; örneğin vokallerde bir Thom Yorke havası olduğunu iddia etmek çok da yanlış olmaz, saklı bir acı geçiyor ses tellerinde vokalistin. Bunun yanında grubun genel havasında da bir Radiohead havası hakim, ilginç bir şekilde Radiohead'in Low'la evliliğinden doğan bir çocuk izlenimi yaratıyor bende Marché La Void; biraz baygın, melankolik, uzak ve tüm bunların yanında zerafetle dolu bir tad bırakıyor kulaklarımızda. Bilhassa şarkı sözlerinin pek önem arz etmediği post-rock yahut slowcore gruplarının genelinin aksine, anadilleri olmamasına rağmen çok etkileyici şarkı sözleriyle de ön plana çıkıyor grup, tüm bu özellikleriyle müthiş bir denge ve bütünlük barındırıyor.

2008 sonbaharında, tüm çiçeklerin solduğu dönemde yeni bir albüm çıkarma planında olan Marché La Void, uzak diyarlardaki nadide çiçek arayışımızın ilk kazanımını oluşturuyor Cacophonia ep'leri ile, bu yüzden kulaklarımıza kulaklık taktığımızı gibi değil de, yakamıza bir çiçek kondurduğumuzu düşünmeliyiz belki de, Marché La Void dinlerken.

Sanatçı: Marché La Void
Albüm: Cacophonia

Şarkı listesi:
1- Them As Pyros
2- Scientific Despair
3- Fortified Emptiness
4- Depriving The Distant Thought

DOWNLOAD.

Exxasens - Polaris






















Limbo Pillow'da yer alan grupların, müzikal anlamda pek çok ortak noktası olduğu su götürmez bir gerçek. Janr tanımlamalarına girmeden ya da belli sıfatlar biçmeden, bunu bir ağaca benzetebiliriz. Bu ağacın en kalın dalları, belli başlı ülkeleri temsil ediyor aslında, örnek İngiltere'dir, Amerika ya da Kanada'dır. Lakin son zamanlarda şunu gözlemleyebiliyorum; bu ülkelerden çıkan gruplar, tüm orijinalliklerine ve kimlik farklılıklarına rağmen bir yerde birleşebiliyorlar. Amerika menşeili her grupta bir Explosions In The Sky tınısı yakalamamız gibi yahut her İngiliz grubun ya 65daysofstatic ya da iLiKETRAiNS ekseninde yol alması gibi.

Bu sebepten ötürü, farklı coğrafyalardan çıkan gruplara daha farklı bir yaklaşımla bakıyorum çoğunlukla. Örneğin Fransa'dan çıkan Don't Look Back, İtalya dolaylarından yükselen Giardini Di Mirò. İşte Exxasens de farklı bir ülkeden, İspanya'dan, çıkan tek kişilik bir proje olmasıyla bu kategoriye giriyor. Aslına bakacak olursak, Exxasens, kendini "İspanyalı bir proje" olarak değil, farklı bir evrendeki farklı bir müzikal boyut olarak tanıtıyor; keyifli melodiler ve güçlü gitar tonları gibi galaksilere ev sahipliği yapan bir evren tanımı, sahiden de eksik ya da yanlış olmayacaktır.

Hakikaten de Exxasens'in müzikal boyutunu değerlendirirken önemli kontrastların altını çizmek gerekiyor; zarif melodik dokunuşların yanında çok ama çok güçlü bir gitar omurgası barındıran bir müzikten bahsediyoruz. Öyle ki, genel geçer post-rock tanımına uymayan bir yapıdan söz etmemiz mümkün, Jesu'nun munis agresifliği en bilinen kıyas noktası olabilir, *shels, Meniscus ve I Hear Sirens gibi örneklerden de yararlanmamız mümkün. Your Dreams Are My Dreams, Melancolie gibi şarkılar güçlü gitarlarıyla ön plana çıkarken Mira Mama, Gamma Channel gibi şarkılar beklenmedik bir şekilde huzur ihtiva ediyor. Burada Mira Mama'nın üzerinde durmalı ki, bunu "şarkı kayırmaca" ya da "favori şarkı belirlemece" yöntemlerinden çok, bir kişinin ürettiği müziğin -albüm dahilindeki- doruk noktası olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Keza İspanyolca vokallerin o biraz yabancı ama sıcak havası, yaylılar derken, sanatçının vizyonu elle tutulur olmasa da kulakla duyulur bir şekilde somutlaşıyor.

Bu kadar farklılığı hem dahil olduğu kalabalığa hem de kendine karşı gösterebilen Exxasens, ziyadesiyle umut verici bir albüme imza atmış. Bu farklı kimliği tanımak ve farklı coğrafyalara uydudan yaklaşmak kesinlikle akılcı bir adım olacaktır, keza Exxasens'in bunu fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum.

Sanatçı: Exxasens
Albüm: Polaris

Şarkı listesi:
1- Polaris
2- Melancolie
3- Exxasens
4- Mira Mama
5- Your Dreams Are My Dreams
6- Spiders On The Moon
7- Blue Space
8- Milk Stars
9- Faster Than Speed Of Light
10- Gamma Channel
11- Storms

DOWNLOAD.

20080703

Glowworm - The Coachlight Woods






















İki kişinin hayat verdiği Portlandlı Glowworm aslında Amerikan post-rock'ının tipik tadını barındırıyor içinde. Explosions In The Sky vuruculuğuyla This Will Destroy You melankolikliği birleşmiş gibi The Coachlight Woods'ta. Fakat elektronik öğeler ve yaylılar Glowworm'e nevi şahsına münhasır bir kimlik katıyor; Lux ya da Lith gibi şarkılardaki beat-yaylı paslaşması övgüyü hakeden bir yaratıcılık taşıyor örneğin.

Velhasıl, tanıdık temeller üzerine kurulmuş yaratıcı bir yapı Glowworm. Şiddetle tavsiye olunur.

Sanatçı: Glowworm
Albüm: The Coachlight Woods

Şarkı listesi:
1- Periphesence
2- Contrails
3- The Captive
4- Lux
5- Nightshores
6- Cracks In The Desert Sea Of St. George
7- Lith
8- Into The Woods
9- Glow Scraped From The Earth

DOWNLOAD.

July Skies - The English Cold





















Kimine göre oldukça garip huylara/takıntılara sahip biriyim, mesela plaj-deniz-güneş üçlüsüyle şekillenen tatil kavramını sevmem, danstan nefret ederim ve kesinlikle dans etmem, yaz aylarından hiç hoşlanmam. Ama yaz akşamlarını severim, denizden gelen tatlı bir esinti varsa, elinizde bir külah dondurma ya da sevgilinin eli. Bunların hiç biri yoktu gerçi, July Skies aklıma düştüğünde. Eski bir otobüste, boyumun izin vermediği otobüs rahatlığından yoksun bir şekilde, pili bitmek üzere olan mp3 çalarımda July Skies çalmaya başladığında, "manyak galiba bu adam" bakışlarını umursamadan, kafamı cama dayamış, gökyüzündeki nadir bulutların salıntısını izliyordum. Temmuz ayının ilk günüydü. Artık her temmuz ayında hatırlamak için bir "dolu an"ım daha olmuştu, Faust gibi "dur geçme" diyebileceğim, ama geçip giden.

İşte tüm bu fikirler kafamda şekillenirken, temmuz ayına July Skies ile başlamaya karar vermiştim; belki içinizden herhangi biri, herhangi bir temmuz ayında, mp3 çalarında Engish Cold dinlerken benimki gibi dolu bir an yaşayabilir ve hayatın anlamını 16'lık bir nota süresince kavrayıp hemen unutabilir, bunun tadına varabilir diye.

Sanatçı: July Skies
Albüm: The English Cold

Şarkı listesi:
1- Farmers And Villagers Living Within The Shadow Of Aerodromes
2- The English Cold
3- The Mighty 8th
4- Countryside Of 1939
5- Strangers In Our Lanes
6- East Anglian Skies
7- Death Was Where Your Sky Was
8- They Played In The Harvest Fields At Dusk
9- Cloudless Climes And Starry Skies
10- Waiting To Land
11- Lost Airmen
12- August Country Fires
13- Faded Generation

DOWNLOAD.