Uzun zamandır Mogwai hakkında bir kaç kelam edesim var, bunun yanında oldum olası bir Iggy Pop yazısı kaleme almak istesem de bir türlü gereken zamanı ya da enerjiyi bulamamıştım, punk hakkında yıllardır yazdıklarım yüzünden ise dimağım kurudu, artık söyleyecek yeni bir kelimem yok. Ve fakat tüm bu üçünü, 3'ü bir arada tarzı bir şekilde kullanmak ve farklı bir konunun girizgâhını yapmak ziyadesiyle mümkün.
Efendim, Punk-Rock, Mogwai'ın Come On Die Young albümünün giriş parçası. İşbu şarkı, punk-rock'ın büyükbabası diye adlandırılan Iggy Pop'un, yapmış olduğu müziğin etiketiyle ilgili bir televizyon programında ettiği kelamın kendisidir dersek yanılmış olmayız. Maalesef güzide Türkçemizde, Iggy Pop'un bu konuşmasında anahtar rolü gören dilettante kelimesinin karşılığı bulunmuyor. Ama kullanılış açısından ele aldığımız vakit, Sanat'ı bir zevk ve statü aracı olarak gören lümpen kitlenin kast edilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Bunu açıklığa kavuşturduktan sonra, şu söyleme dikkat çekmek istiyorum; "Punk-rock, dilettante'lar ve kalpsiz kompradorlar tarafından kullanılan, müzik için her şeyini verebilecek insanların ruhlarını, kalplerini, enerjilerini, zihinlerini ve bedenlerini çalmaktan başka bir işlev taşımayan bir kelimedir." Konuşmanın geri kalanında, bu bahsedilen punk-rock terimini dilettante ve kalpsiz kompradorlara hediye ederken; müzik tarihinin en saldırgan alt-başlığının en pasif ve en sahte ismi olarak hatırlanmayı hak etmiş Johnny Rotten'ın Freud ile eş seviyede değerlendirilmesi var ki, ona değinmeyeceğim. Değinilmesi gereken konu, burada veya başka mecralarda milyonlarca kez dile getirmiş olduğum, janrların satış tasnifleme işlevinden başka hiç bir işe yaramaması mefhumundan bahsedilmesi. Tabii 10 senedir bunları dile getirmiş olmam ya da Beyaz Show'da bunları söylemiş olmam beni bir Mogwai şarkısına taşımayacaktır, kendi sağlamamı da Iggy Pop üzerinden yapacak değilim. Önem arzeden konu müzikle ilgili bu sivri eleştirinin, eleştiri konusunun göbeğinde yer alan biri tarafından yapılması ve müzik ile süslenmesiyle oluşan sihirli durum.
Burada tekrar bir janr/müzik endüstrisi/plak şirketleri/müzik dergileri eşleşmesine gidecek ve defalarca terennüm ettiğim güfteyi bir kez de şimdi tekrarlayacak değilim. Ama şunu tahayyül etmenizi istiyorum; bir hipermarket düşleyin, yerleşim bölgesinden uzakta olacak kadar büyük ve akla hayale gelen her şeyin satılması gibi bir açgözlülükle inşaa edilmiş olsun. İşte bu hipermarketin koca raflarında, iki taraflı olmak üzere yer alan tanımlamalar -tuz, gofret, hijyenik ped, deterjan- ile janr dediğimiz döngü -metal, rap, pop, rock- arasında hiç bir fark yok. "Bunu seviyorsan bunu dinlemelisin" yahut "Şunun gibi bir şey arıyorsan, şunun altında bulursun" mantığıyla üretilmiş olduğu tezine inanıyor olsak da, öylesine hayati bir öneme sahip ki bu janr meselesi, en çok eleştirenlerinden biri olmama rağmen kaçış noktası bulamıyor, kendimi kullanmaktan alıkoyamıyorum.
Şu kertede, endüstrinin farklı alanlara el attığı yıllara dönüş yapmamız gerekiyor. Endüstri Devrimi'nin doğum yüzyılı bir gelişme ve büyüme dönemine denk gelir, 20. yy'ın ortalarına kadar da endüstrinin reel işlevi savaş ekonomisine istihdam sağlamaktan öteye gitmez. Endüstrinin ve dolaylı yoldan kapitalizmin palazlanma dönemi, Büyük Buhran sonrası döneme rastlar; bir çok endüstri dalıyla birlikte eğlence endüstrisi de gelişecek, radyo ve televizyon gibi iki önemli silaha sahip olacaktır. Bu iki silahın, insan doğasına karşı en ölümcül cephanesi müziktir ve bu da müzik endüstrisinin oluşumu için yeterli bir veri olabilir. Bu noktada insan doğasının müziğe verdiği tepkiye değinmekte de fayda var; önceleri çok sevilen bir şarkı/grup/müzik türü zamanla popülaritesini kaybetmeye mahkumdur. Bunun önüne geçip insanlara sürekli müzikal ürün satma amacıyla hareket edenler de önce şarkıları, sonra grupları ve en sonunda da müzik türlerini yenileme gibi bir çözüm bulurlar ki; müziğin sadece müzik olmaktan çıkıp, kendince ikonlar yaratması, modanın ve kültürün ve hatta toplumsal olayların primer ögesi haline gelmesi de bu dönemle başlar. İşte bu dönemin ilk şanslı müzik türü rock'n'roll, ilk müzik tanrısı Elvis olur. Rock'n'roll sıkmaya başladıkça ve Kral da artık bu müziği taşıyamayacak noktaya gelince, her zaman Amerikalılar karşısında "bizim neyimiz eksik" tavrıyla hareket eden İngilizler punk'ı ileri sürerek oto tamirhanem olsa çaycı diye işe almayacağım Rotten'ları, Vicious'ları gençliğin yeni tanrısı haline getirirler. Şimdi bu hikayenin devamını anlatıp günümüze ulaşmaya kalksam ufak çapta bir kitabı dolduracağımdan, kronolojik bir döküm yapalım;
*1950-1970: Rock'n'roll
*1970-1980: Punk-rock
*1980-1990: Glam-rock ve Disco
*1990-2000: Heavy-metal ve Pop
*2000-2008: R&B, Emo-core, Indie-rock
Ortaya çıkacak tablo aşağı yukarı böyle olacaktır. MTV'nin hayatımıza girdiği, müzik mecmualarının ortaya çıktığı günden bu yana artan tüketime dikkat çekmek istiyorum. Bu tüketimin hedef kitlesi aşağı yukarı bellidir. Madem ki iktisadi bir durum üzerinden tahlil ediyoruz durumu; o halde yaşanan artışın ve değişimin arz-talep dengesiyle ilgili olduğunu da iddia edebiliriz. Yani, müziğe daha kolay ulaşan, daha çabuk tüketip bitiren ve yenisine başlamak için bitevi bir hareket içinde olan bu çekirge sürüsünün talep fonksiyonunu yukarıya çektiğini söyleyebiliriz iktisadi göstergeler ışığında. İşte bu "tüketici kitlesi" -ki her endüstrinin kendisine hedef seçtiği bir tüketici profili vardır- aslında çok kolay bir şekilde kalıplanabilen ve bu kalıp üzerinden dökümü yapılabilecek bir topluluktur. Bu noktada, müzik endüstrisinin tüketici profiline baktığımız vakit, niteliği açıklamakta kullanmamız gereken ilk söz "genç" olacaktır.
İmdi, bu kadar tarihsel ve iktisadi analizin üzerine, bir de sosyoloji ve psikolojiye -ve hatta belki anatomiye- el atıp yazmakta olduğum yazıyı tez niyetine kullanma isteğinde değilim. Amma ve lakin, "genç" sözcüğü içinde yer alan ve bir eleştiriden çok tanım niteliğine sahip "kimlik arayışı" mefhumu üzerinde durduğumuz vakit, salt kulak ile dinlenen bir kavram olmaktan çıkıp kimlik haline gelmiş müzikal endüstri ürünlerinin neden bu kadar çabuk tüketildiğinin ve özümsendiğinin cevabını bulabiliriz. Dolayısıyla artık salt bir müzikal janrdan çok, punk-rock'ı ya da emo'yu ya da indie-rock'ı tanımlarken bir kimlik tanımına meylediyoruz; düpediz kimliklerden bahsediyor olmamız bir yana, müzikal muhteviyat "yan ürün"lerin gerisinde kalmış oluyor.
Bu kimlikler içinde, belki de en ilgi çekici olanı, emo kimliği. Aslında janr tanımlarının literal anlamlarından bir açılıma gittiğimiz vakit işin saçma sapan boyutu daha bir duru şekilde ortaya çıkmış oluyor; Dominic Aitchison'ın post-rock ile ilgili yaptığı "saçma bir terim" açıklamasını da, Iggy Pop'un punk-rock terimi ile görüşlerinin de ötesinde, insan yaşıyla eşdeğer görebileceğimiz müzik kavramının her daim içinde barındırdığı "duygusallık" kavramını, emotional/emo janrına uygun gören kolektif bilinç; bu kimliğin ilginçliğini doğuran başlıca nedendir.
Velhasıl, ortaya çıkan ve resmini çizebileceğimiz bir profil var ortada. İşte tüm müzikal kimliklerin, bu kimliğe sahip olmayan insanlar tarafından acımasızca eleştirildiği bir dünyada yaşadığımız düşünüldüğünde, sokaktaki adamın heavy-metal dinleyicisine bakışları ya da punk kimliğini gösterme adına deri ceketlerle dolaşanların dayak yediği göz önüne alındığında, emo profilinin barındırdığı duygusal içeriğin, eleştirilerin ortak noktası haline geldiğini söyleyebiliriz.
Bu noktada boş ve ad-hominemden öte gidemeyen, defalarca tekrarlanmasına rağmen söz sahibinin komik ve fakat yerinde tespit yapmış birinin ego tatminine ulaşmasına sebep olacak lakırdılardan baktığımızda; evet saçları belirli bir şekilde taranmış, belirli bir giyim modasına sahip, yaşları ekseriyetle düşük bir kitleden bahsetmemiz mümkün. Geçmişimize baktığımız vakit, hangimizin duygusal bir amaç uğruna kendimizi rezil etmediğimizi, hayatımızın en büyük acısı olarak gördüğümüz ve aslında incir çekirdeğini doldurmayacak niteliklere sahip olan konularda kendimizi harab etmediğimizi düşünmemiz gerekiyor.
Kaldı ki ben, artık, bu emo-kid'lere yöneltilen tek tip eleştirilerden ciddi şekilde iğrenir bir noktaya geldim. Defalarca başkaları tarafından dile getirilmiş şeylerin tekrarlanmasını ve bunun da orijinal bir tespit yaparcasına süslenmesini ne retorik ne de kültürel zeka adına kabul edebiliyorum. İki kelimeyi bir araya getiremeyen ve kültürel derinliği banyo küvetimden çok daha fazla olmayan bir grup insanın, başkalarının kültürel derinliğini eleştirmesinin yarattığı paradoksun komedyası bir yana, isimde saklı olan emo-kid yani "çocukluk" durumunu eleştirirken kullanılan "gerçek acı görmemişler" argümanını da balyozla paramparça etmek istiyorum.Velev ki bir emo-kid gerçek acı görmedi, bu eleştiriyi yapanın bir sefil hayatı yaşadığını, filmlere konu olacak trajedilere gark olduğunu beklemek a-priori bir beklentidir. Gerçek de bundan farklı oluyor ki, eksik olanı eleştirirken bünyedeki eksikliği görmezden gelme ukalalığından ve boşluğundan öte bir nokta barındırmadığını gözler önüne seriyor. Benzer bir durum, -gerçek anlamda- düpedüz bir ruh hastası olan Ajdar Anık'ın, -mecazi anlamda- ruh hastası olan insanlar tarafından eleştirilmesi şeklinde de vuku bulmuştur örneğin.
Evet, emo-kid dediğimiz bir kimlik, bu kimliğe sahip olan insanlar var, muhakkak ki olacaktır da. Ve evet, ben de bu stereotipten hoşnut değilim; bunun yanında ne bir "metalci" stereotipini, ne de "indieci" stereotipini tolere edebiliyorum. Amma başka bir cephede yer alıp, barındırdığı komiklikleri, telmaşalıkları, saçmalıkları görmezden gelip, bunlar üzerinde kafa yormayıp emo-kid'leri günah keçisi haline getirmek de neyin nesi kuzum? Çok mu birikimlisiniz, çok mu kültürlüsünüz de, kimlik arayışı içindeki gariban bir oğlanın traji-komik görüntüsünü yayınlayarak eleştiride bulunabiliyorsunuz, diyebiliriz bu arkadaşlarımıza. Ya da "emo-kid'ler aptaldır, apolitiklerdir ve kültürel birikimleri yoktur" diyen birinin karşısına çıkıp "Şu andan itibaren bir emo-kid'im; beyin kıvrımlarım ve kültürel birikimimle seni bir komaya soksam 'dahi anlamındaki de'yi düzgün yazacak ve alt-kimlikleri bilinçsizce genellemekten vazgeçecek misin?" desek ne olacak? Muhtemelen başka salakça argümanlarla bize karşılık verecek ve retorikten sınfta kalacaklardır ama mühim değil.
Şu noktada bir "Emo-kid Sendikası Basın Sözcüsü" gibi davrandığım da iddia edilebilir. Emo dinledim, dinliyorum; tasniflenmiş bütün müzik türlerinin dinleyicisi olmaktan gurur duyuyorum, hayatımda hiç bir zaman bu tasnif kimliklerinin içine kendimi sokmamış olmaktan da, belki bu yüzden dışarıdan bu kadar rahat bir şekilde gözlemliyor ve yorum yapabiliyorum ama önemli olan bu değil. Önemli olan, birikim ve eleştirel kimlik barındırmayan, bir şeyi aşağılamak için ilk gereksinim olan "yüksekliğe" (high ground demiş İngiliz) sahip olmadan, aynı rakımda başkalarını yerin dibine sokma gibi beyhude bir çaba ve hatta misyon üstlenmiş olanların yarattığı mide bulantısı.
You know, like that.
Do you understand what I'm saying sir?
20080415
Tepki Paratoneri; Emo. Eleştiriyi Eleştiriyorum.
söyleyen; dream endless. at 04:25
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
2 mırıltı.:
bütün bilgi birikimimle söylüyorum iggy pop dallamanın tekidir. ha bunun için bilgi birikimine gerek var mı? bence ihtiyacımız olan tek şey azıcık ingilizceden anlayıp yukardaki play tuşuna basmak. kendisi nasıl dallama olduğunu kendi ağzıyla anlatıyor.
tamamen kişisel olarak;
bana bazen şu müzik olayları tamamen oyun gibi geliyor. sistemin yarattığı bir oyun. hani ruh neree endüstri neree?
behind the music diye bir belgesel vardı, olsa da tekrar izlesek.
Post a Comment