20100127

Senin Hikayen.
























Sen hatırlamıyorsun ama reklam filmi müziği eşliğinde dans ederken 18 aylıktın; annen ve babanın reklam kuşağını sevmesine neden olmuştu bu dans, eve gelen herkese muhakkak gösterilirdi, "müziğe yatkın olacak bu" imasıyla elbette. Eve gelen misafirlerden sonra annen ve baban da sıkıldı, sen de daha eğlenceli şeyler keşfettin, tüm oyuncaklarını ağzına sokmak gibi. O dansından ilkokul yıllarına kadar bir daha müzikle hiç bir alakan olmayacaktı, ilkokulda ise sana öğretilen marşları, izci şarkılarını ve en çok da melodileri çok çabuk algılanabilen hafif müzikeri dinleyecektin. İlk idolün Michael Jackson'dı ama daha o zamandan gelen bir alışkanlıkla popüler olandan soğuyacaktın, işin komiği bunu yapan tek kişi olduğuna inanmandı, bu şekilde kendine bir özellik payesi biçmiştin. Herkesin aynı yola başvurduğundan haberin yoktu.

O zamandan edindiğin ve hayat boyu kurtulamayacağın bir alışkanlık da Türkçe sözlü müziğe veba muamelesi yapmandı. Ev temizlerken bir türkü mırıldanan anneni diğerleri gibi görecektin, zorla götürüldüğün düğünlerde baban yarı sarhoş halay çekerken ondan utanacaktın. Senin amacın öğretmenin çocuğu gibi olmaktı, ortaokula geçince sen de onun gibi olacak bütün ilkokul öğrencilerini kendine hayran bırakacaktın, onun dinlediği müzikleri dinleyecek, saçlarını onun gibi yapacak, onun gibi giyinecektin.

Sahiden de ortaokula başlayıp o çirkin üniformayı giydiğinde bütün ilkokul öğrencileri sana hayrandı ama senin amacın onları değil, karşı cinsi etkilemek olmuştu. Metallica ve Slayer dinliyordun, Megadeth'in ismini Megadeath olarak yazmıştın yeşil asker çantasının üzerine tükenmez kalemle ama olsun, nasıl olsa kimse anlamıyordu. En ufağı üzerine bir beden büyük gelen t-shirt'leri almak için babanla kavga etmiştin, en sonunda bir şekilde kabul ettirdin ama baban seni o halde görünce "Ne bu hal" diye bağırmış, sen yatağında cinselliğinin abecesini öğrenirken annenle uzun uzun konuşmuştu, endişeliydi. Oysa sen dinlediğinin ne olduğunu herkes bilsin istiyordun, herkes diğerlerinden ne kadar farklı ve özel olduğunu anlamalıydı. T-shirt'ler bir başlangıçtı ama bir süre sonra zaten herkesin Metallica dinliyor olduğunu fark etmeye başladın, sana kalırsa hepsi senden özenmişti. İlk başta hoşuna gitmişti, doğru yolu gösterdiğini düşünmüştün ama sonra özelliğini kaybedeceğini düşünerek "Metallica bozdu" demeye, dinleyicilerinin bunun farkında olmadığını söylemeye başladın. Onlardan farklı olduğunu kanıtlamak için dinlemesi daha zor müzikleri tercih etmeye başladın. Ah, ilk brutal ve scream vokali duyduğunda tahammül edememiştin duyduğun şeye ama olsun, değerdi.

Liseyi black metal ve death metalle geçirdin, dinlediğin müzikler sertleştikçe tavırların da sertleşiyor, giydiklerin ve saçların diğerleri tarafından daha katlanılamaz bir hal alıyordu. O lanet saçların ve serseri kıyafetlerin yüzünden babanla kaç defa kavga ettin, annen kaç defa araya girdi, sen onlardan her seferinde daha çok nefret ettin, 20 sene sonra gırtlak kanseri olacak Danimarkalı bir adamı daha çok severken. Ama hayatın boyunca peşini bırakmayacak o lanetle bir kez daha karşılaştın: tek değildin. O yüzden saçlarından da, kıyafetlerinden de vazgeçtin, Satanizm'e inanmayı aptalca bulmaya başladın çünkü bir Tanrı yoktu. Bu yüzden din bilgisi öğretmeniyle kavga eder, onu alt ederek dinin kalbine çelik bir bıçak saplayacağına inanırdın. "Ben bütün kitapları okudum da söylüyorum!" en sık başvurduğun yalandı, Küçük İskender'den ve Penguen'den başka hiç bir şey okumuyordun. Hayatın ne kadar renksizse, kıyafetlerin bir o kadar renkli olmaya başlamıştı. Pantolonların bollaşmış, çizmeler yerini adidas'a bırakmıştı, yeni kimliğin alternatif metaldi. Karşı cinsle olan tüm iletişimin bocaladığı, asla yeterince sevilmediğin ve içindeki o doymak bilmeyen beğenilme arzusunu bir türlü doyuramadığın için arada mebzul miktarda Anathema ve Tiamat dinlemekten de geri kalmıyordun. Zamanla bu hüzün ihtiyacını emo'dan gidermeye başladın; t-shirt'lerini değiştirmesen de pantolonun daralmış, saçın düzleşmiş, adidas'ların Vans olmuştu.

Üniversiteye başlayınca internette daha çok zaman geçirebilir olmuştun, her ne kadar diğer ev arkadaşların son derece gereksiz aktivitelerle internet hızını düşürseler ve bu çoğu zaman büyük kavgalara yol açsa da yat artık diyen bir baba ve müziğin sesinden rahatsız olan bir anne yoktu. Ekşi Sözlük'ü ve mp3'ü keşfettin, ardından da arkadaşlık sitelerini, sosyal network'leri. Artık üniversitede okuduğun için büyüdüğünü düşünmeye başladın, alternatif metal çocukların dinlediği bir müzikti, herkes zaten emo dinliyordu ve emo'yla dalga geçmeye başlamıştın bile, bol ve renkli kıyafetlerle komik gözüktüğünü nihayet idrak edebildin. The Smiths, The Cure, Leonard Cohen, Tom Waits dinlemeye başladın, hiç birini asla sevmedin, sevemedin ama bunu kimseye itiraf edemedin. Kötü müziğe tahammül etme sınırların genişlediğinde CocoRosie, Xiu Xiu gibi gruplarla tanıştın; ikrah ettiğini yine kimseye itiraf edemesen de evde olmadığın zamanlarda açtığın müzikle Last.FM'de büyük bir Xiu Xiu hayranı portresi çizebilmiştin.

İnternetin en güzel yanı buydu, olmak zorunda değil, görünmek zorundaydın. Müziği dinler görünmek için dinlemene bile gerek yoktu, bir şeyi bilir görünmek için bilmene de. Yine babanla ettiğin kavgalardan sonra onu bir dijital fotoğraf makinası almaya ikna ettin, görünme çabalarına görüyü de soktun. Deviantart'ta sergilediğin fotoğraflar bir süre sonra Facebook'a yüklenecekti. Güzel gözükmediğini düşündüğün binlerce fotoğrafı 0 ve 1'lere ayırırken nadir bir kaç tanesini herkesle paylaştın, paylaştıklarınla flört ettin ama daha fazla ileri gidemediniz. Zaten sen de internetten sıkılmaya başlamış, Facebook hesabını dondurmuş -kıro kaynıyordu ve herkes oradaydı- hayatın dışarıda olduğunu keşfetmiştin bile.

Daha fazla dışarı çıktığın ve artık müziğini internette dinleyemeyeceğin için yeni bir çözüme muhtaçtın. Babanla yine günlerce kavga edip teknoloji ve müzik aşkı gibi argümanlar kullandıktan sonra bir iPod'a kavuştun. İki gün sonra bir şekilde çizecek ve 5 ay sonra yenisini almak için "eskidi, daha iyi modeli çıktı" gibi argümanlar hazırlamaya başlayacaktın. Öte yandan harcamaların ayyuka çıkmıştı, daha fazla dışarı çıkmak demek daha fazla pantolon, daha fazla t-shirt, daha fazla ayakkabı demekti. Aynı renk ve aynı model olan 3 tane ayakkabın varken yenisini aldığın için baban kredi kartını iptal etmeseydi daha mutlu olabilirdin. Zaten bir süre sonra pahalı markaların modası geçmişti; tahammül edemeyeceğin müzikler dinlemek yerine geçmişin o kadim ve kadife müziğini dinlediğin barlarda ve konser salonlarında ikinci el kıyafetlerle ya da ebeveynlerinin eskileriyle salınıyordun.

Geçmişten geleceğe yaptığın geniş adımlı sıçrayışla elektronik müzik dinlemeye başlaman da uzun sürmedi. Her zamanki gibi iPod'unun içindeki "genre" kısmının yoğunluğuna uygun olarak kıyafetlerin de değişti. Neden bilinmez, Bizimkiler'deki Kapıcı Cafer'in masa örtüsü niyetine kullandığı siyah kırmızı kareli kumaşı gömleğinde, eteğinde, montunda kullanmaya başladın. Vücudundaki tüy oranı gözle görülebilir bir şekilde artarken sen daha güzel olduğuna inanıyordun. Anlamsız bir biçimde analogu över, iPod'a bu kadar bağlıyken kasetleri ve plakları fanatikçe savunurken dijital fotoğraf makinesinin yerini de önce Canon A1, sonra Holga alıyordu. Geçmişe ait duyduğun bu tanımlanamaz obje fetişiyle, ilkokulda hesap makinesi ve entegre infraredi yok diye burun kıvırdığın Casio saatini de şimdi haftalığının yarı fiyatına alıyordun.

Bir süre sonra modayla ilgili bir blog açtın ama twitter'ın daha az emek istediğini anladıktan sonra blog'dan sıkıldın. Facebook hesabını tekrar aktif hale getirdin, Farmville oynarken artık neo-classic dinliyordun; dışarı çıkmaktan da vazgeçtin, hepsi çocuk gibi davranan aptallardı, senin kadar bilgin ve olgun değillerdi. Dışarı çıktığın nadir zamanlarda giydiğin kıyafetler de klasikleşmeye başladı, elbiseler ya da süveterler, en sonunda büyüdüğünden tamamen emindin. Eski filmleri seyrettiğini söylemek için o katlanılmaz Casablanca'ya bile katlandın, Gone With The Wind'i dilinden düşürmedin, Chelovek S Kino-apparatom'u bulmak için harcadığın zamanı Felsefe Taşı'nı bulmak için harcasaydın eminim ki şimdi evinde altın üretiyor olurdun. Bir kaç dergiye sinemayla ilgili yazı gönderdiysen de geri dönmediler, yine de sen film festivallerini hiç kaçırmadın. Konserlere gittiğin gibi film festivallerine gitmeden önce de saatlerini ayna karşısında geçirir, göze batmak için elinden gelen her şeyi yapardın. Çoğu kişi sana bakıp gülerdi, kıskançlıktan olduğunu düşünürdün. Kimse senin gibi değildi, olamazdı da, hakkında ne söylüyorlarsa hepsi sana duydukları haset yüzündendi.

Günün birinde bir yerlerde hikayene rastladın, başkasınınkiyle karıştırdın.

3 mırıltı.:

PinkMammoth said...

Herkesin hikayesiymiş meğersem.

Ayşenur said...

İtiraf etmek güç ama efkarlandığın zaman da Bergen dinledin.

Anonymous said...

yanlış başlık..
ilkokul 5. sınıfta iken, kral tv'de reklamlarda metallica'nın yeni çıkan albümü load'ın "cd ve kaseti müzik marketlerde" reklamı yapılırken o arkada çalan "until it sleeps"i teybin rec tuşuna aynı anda basıp bir kasete çekmeke başlamıştı her şey. 5. sınıftan lise 2'ye kadar metallica ve türevlerinde geçti hayat. iron maiden'e özenildi, megadeth'e hasetlik duyuldu metallica yüzünden, korn keşfedildi; onlar kendilerini rafa kaldırtırken anathema diye bir şey keşfedildi. sonra her alanda durulmaya başlandı. dinleyen çok azdı bu ingilizleri, çünkü hala cayır cayır death, obituary ve sepultura dinliyordu ekseriyet.
baba.. baba adam bile değil, sadece bir laf u güzaftı..
anne ve en önemlisi kız arkadaş okuman için en büyük tazyiki oluşturdu. ikisini de dinledin, çok güzel bir üniversiteye gittin. o zaman zaten metal çoktan bırakılıp liseden beri devam eden küçük İskender çok daha fazla okunmaya başlandı o ergen şairi ile. kahrolsun solculuğunun bir boka yaramadığı anlaşıldı, ve solculuk tümden tarihe karıştırılmaya karar verildi.. üniversite başlarında the cure ve nick cave denilen iki merhale keşfedildi. the cure ve the smiths en başlarda çok sevilmiş gibi görüldü ama sevilmedi, mamafih arap atı gibi sonradan meyve verdi: hem de ne meyve.. nick cave: hayatının önemli bir bölümü onun üzerine kuruldu. takım elbiselere aynı bir ehemmiyet gösterildi, saçlar kısaltılıp onun seviyesine getirildi, izbandut bıyığında karar kılındı.
hiçbir zaman babaya bir şey aldırılamadı bu zaman zarfında. üniversiteye derece ile girildi, ilk sınıfta sınıf birincisi olundu, çeşitli akademik yarışmalarda birincilik harici tüm dereceler alındı; ama dedik ya, baba mefhumu yalnızca bir laf u güzaftı.
sevgili olmayacak şeyler yaptı; anadildeki depresif şarkılar keşfedildi, "bize benzeme" diyen feridun diye bir adam bulundu, tekirdağlı oluşun ve memleketin en meşhur şeyi daha bir keşfedildi.. bektaşi olmadan bektaşiymişsin gibi yaşamaya özen gösterildi.
iskender daha da fazla okundu, kafka aklından çıkmıyordu, o genç werther ile kanka olunmak isteniliyordu, raskolnikov'u artık daha çok haklı çıkarıyordu yaşanılanlar.. okul devam ediyor, internet ile ancak üniversite 2. sınıfta tanışılıyor, artık pop ve ingiliz müziklerinden başka bir şey çekmiyordu ilgiyi. bu arada kimse sana hasetle bakmıyor; bilakis, saygı duyuyorlardı. sen çok okuyordun çünkü, farklı şeyleri keşfedip dinleyebiliyordun; en önemlisi bu müzikleri bir şekilde paylaşmayı biliyordun..
sonra müzik de bir yere kadar deyip yaşadığın şehrin izmir olduğunun farkına varıp daha fazla insan arasına karıştın. her şeyi ifrat ve tefrite varacak raddelerde yaşamayı kafana koydun. massive attack yardım etti, tricky yardım etti farklı sahneler yaşadın.. massive attack'ı da ilk sen keşfetmeştin; en önemlisi dinleyeceğin ortamların da daha fazla ayırdındaydın.. sonra zaten gözünü kapamanın daha kolay olduğunu öğrendin her şeye karşı.
son sınıfa gelince ister istemez tutuştun gelecek kaygısıyla. daha bir olgunlaştın..daha az para harcamaya, daha az rakı içmeye ve iş fırsatları kollamaya giriştin. son final zamanı ve akabinde mezuniyetinde sevgilin seni terk etmeye karar verdi. sen okuldan aldığın o şehadetnameyi artık bi taraflarıma sokabilirim diye düşünmeye karar verdin. ve izmiri terk ettin..
direkt ıstanbul.. taşındın, şansın da yaver gitti iş aramadan staja girdin ve kendini sevdirip kaldın basın sektöründe. artık her maaş aldığında akşamına da kalem kağıt alıyordun eline: kira, cep telefonu, internet, kablo tv, elektrik, su, doğalgaz, aidat, mutfak masrafları, yol.. bunlar su yakmıyordu.. günler böyle geçerken bir hafta sonu memlekete gittin. o akşam annenin maaş aldığını gördün, ve elindeki kağıt kalemi.. sonra televizyonu açıp haberleri izledin. aklında bir söz cenk taner'den: ana haber, sana yeter, günün birinde..

yine de ekmek kadayıfını çok seviyordun, rakı güzeldi, arkadaşlar iyiydi.. haberlerden sonra sait faik okumak geldi içinden nedense..