20090126

Kahrolsun İsrail, Memelere Özgürlük.
























"Televizyon izlemiyorum." cümlesini büyük bir gururla dile getirenlerin düşünce mekaniğini anlamakta her daim güçlük çekmişimdir. Nedense, bu cümleyi dile getiren kişiler, aynı zamanda televizyon ve televizyonla ilgili konularda en fazla yorumları yapanlardır; blog yazarlarında, köşe yazarlarında, ekşi sözlük yazarlarında çok sık gözlemleniyor bu durum. Bir tespit yapmalı, o tespit üzerinden fikir pazarlanmalı ama televizyon izlemek çok basit bir davranış olduğundan, yapılan pazarlamada herhangi bir soruna yol açmaması açısından, televizyon izlenmediği, "öylesine zap yaparken denk gelindiği" yahut "televizyon kumandası üzerinde hegamonya kuran babaya, patrimonyal otoriteye boyun eğme efendiliğinden ötürü ses çıkarılmaması" vurgulanır. Biliyorum ki şu açıklamayı yapacak sığlıktaki kişi, gününün yarısını televizyon karşısında geçiriyor, geçirmiyorsa da MSN'de meşgul statüsünde pineklemeyi tercih ediyor.

Bu durumdan bağımsız olarak, yani anlattığım düşüncenin çiğliğini es geçip eylemin kendisine odaklanırsak, itiraf edebilirim ki, iyi bir televizyon izleyicisiyim. Her ne kadar günün 12 saati çalışma masamda geçse ve masada otururken televizyona sırtımı dönmüş vaziyette olsam da, televizyona hakimim; Yemekteyiz'de ne pişirilmiş, Kurtlar Vadisi'nde kimin kafası doğranmış, hangi mankenimiz hangi barda arz-ı endâm etmiş, her birinden haberdarım (meraklısı için; Sinem Kobal Beyazıt Öztürk'le çılgın bir aşk yaşıyormuş, Burhan Çaçan Nişantaşı'nda lüks otel açmış, Four Seasons Hotel'deki Aqua restoranın chordannay'i az asitliymiş) şükürler olsun ki. Evde ses seda yok, Alice 2 ayda bir hormonlarına yenik düşerse ortalığı inletiyor sadece, bir süre sonra müzik de susuyor haliyle, nitekim ses seda çıkarma işi televizyona kalıyor.

Malsınız.'ı yazdıktan sonraki gün de böyle bir görev üstlenmişti televizyon. Yazıda Okan Bayülgen'e dokunmuşum, her zamanki çiğliklerinden birini yapsın da lümpenliğini teşhirimde cephanem artsın diye kulağım dikilmiş, Okan Bayülgen'in programı var arkada. Programa Ceza çıkmış, adamı samimi buluyorum; zıpçıktı olmaması bile bir artı şu ışıkların altında. Ceza bir şarkısını icra etmekte, müzikten kafam şişmiş, kısıyorum televizyonun sesini, tam o arada Ceza şarkının sözlerini "Kahrol İsrail" diye değiştiriyor, Okan'ın üniversiteli seçkin seyircisinden gürültülü bir alkış ve heyecanlı bir "wohoo" -vuhuu değil- yükseliyor. Üsturupsuz bir sinkaf çıkıyor ağzımdan.

Kanalı değiştiriyorum.

15-20 dakika sonra yine Ceza ismi geçiyor televizyonda. Rapstar Akademi adlı bir yarışmadan haberdar oluyorum; bildiğimiz Popstar, Dansözstar, Dansstar, Alaturkastar yarışmalarının rapçi adayı arayışındaki versiyonu. Ceza jüri üyesi, yanında Batı-berlin-aha-yi Fuat Ergin var. Bildiğiniz gibi Fuat daha evvelden Boys Anılar'a "O saz değil bağlamadır ökkeş." gibi didaktik bir üslupla ayar vermiş, Batı Berlin'den geliyorum ama özde halk ozanıyım, altyazısını geçmesine rağmen Boys Anılar tarafından canlı yayında nakavt edilince kendisine "who's the ökkeş now?" denmişti. Rap camiasındaki şu asilik zorunluluğu ayrı bir yazı konusu ama asi çocukların Star TV'de, o çok dalga geçtikleri Popstar mantığına uyması,ulema kesilmesi, reklam kovalaması bambaşka bir çiğlik olsa gerek. Rapstar yarışması diyince Iron Mic, rapstar diyince de Eli Porter'ı -ruhu şâd olsun- bilirim;



Boys Anılar'ı ve Eli Porter'ı yad ettikten sonra, Ceza'nın İsrail'i kahretmesi ve bunun büyük bir mutluluk yaratmasına dönebiliriz. Evvela şu önemli; bir televizyon kanalında, bir ülkeye kahrol demek çok büyük bir suçtur, zira bunun sözlük tanımı faşizm oluyor. Sigara sansürlemek ve Almanya'dan Türkiye'ye Deniz Feneri yardımları taşımaktan -ve tabii ki Petek Dinçöz'e nikah şahitliği yapmaktan- başını kaşıyamayan RTÜK başkanı Zahid Akman'ın, din kardeşlerimizi katleden İsrail'e edilen bu hakaret karşısında ne gibi bir tavır alacağını bilmiyorum, umursamıyorum da. Ceza'nın, kitle bilincinden hareketle İsrail'i kahretmesi de çok şaşırtıcı bir özellik taşımıyor benim için, adamın oturup konjönktürel analiz yapmasını bekliyor da değilim. Benim için şaşırtıcı olan, üniversite okuyan, kendini dolu göstermek için türlü internet sitelerinde türlü yorumlar yapan, mesih olarak da isyankar Frankofon-Jön Türk-gönülçelen Okan Bayülgen'i gören pırıl pırıl cumhuriyet çocuklarının, İsrail'in kahrolmasını büyük bir coşkuyla karşılamasıdır. Dünya standartında bir iş ortaya koyduğunu düşünen ama yerel televizyon kanalı programından hallice şovlara imza atmaktan yorulmayan Okan Bayülgen gibi dış kapının mandalı olma özelliği taşıyan herhangi bir ecnebi program sunucusu, diyelim ki geçen sene bu zamanlar Kuzey Irak'ı bombalayan jetlerimizin yerleşim bölgelerini vurduğu iddiasını ciddiye alıp, televizyon kanalında ülkemizi kahretseydi o alkış tutan wohoo'layan gençlerimizin Facebook'ta kurduğu "sanal ordu", "boykot ediyoruz!!11" gruplarından gelen davetler yüzünden e-mail kutularımızı boşaltmak için haftalar harcayacaktık. Björk, konserde Kürtler'le ilgili iki çift laf eder diye bütün basının, henüz daha 3 ay önce seferber olduğunu, bilmem kaç tane Facebook grubu kurulduğunu hatırlatırım.

Bu duruma tahammül edemez hale geldim. Her gün gazetelerde binlerce içi boş okuyucu yorumlarıyla karşılaşmaya, ekşi sözlük'te çok kötü yazılmış ve çok kötü düşünülmüş çıkarımlarla yüzyüze gelmeye, Facebook gruplarında kurtarılan vatan mastürbasyonuna dayanamıyorum artık. "PKK ile savaşacak sanal ordu"nun dörtyüz seksen bin küsür üyesi olmasını algılayamıyorum, tarih derslerinden geçmek için sınavdan önce ağlayarak kopya dilenen ve tek entelektüel birikimi İpek Ongun kitapları olan lise arkadaşımın gün aşırı yeni vatan kurtarma grupları kurmasının mekaniğini çözemiyorum bir türlü, üniversiteyi sadece ders notuyla okuyan birinin "Ermeni Soykırımı olmuştur/olmamıştır" demesini yediremiyorum. Kimse bu insanların başına silah dayayıp, politik bir düşünce oluşturmalısın, bunu savunmalısın demiyor. Kimse bu insanların başına dayadığı silahı bastırıp, oluşturduğun ya da savunduğun politik düşünceyi yaymaya çalışmalısın da demiyor. O zaman ne oluyor da aptallığın gayya kuyusu gün be gün derinleşiyor?

Birincisi, daha önce de söylediğim mesele; fikrin dahi ürünün bir özelliği olarak görülmesi. Ki Facebook gibi tamamiyle libidinal kaygılarla var oluşunu sürdüren bir yerde, bu pazarlamacılığın artış göstermesi, teorinin sağlamasını yapmış oluyor.

İkincisi ve daha mühimi şu; artık düşüncelerimiz, tepkilerimiz, hassasiyetlerimiz gerçek olmaktan çıktılar. Sevgilimizle ayrıldığımızda artık fotoğraf yakmıyor Facebook'taki fotoğrafları "remove" ediyoruz, sosyal bir olay karşısındaki tepki verme alanımız artık ekşi sözlük sınırlarından çıkmıyor, stada gidip maç izlemek ve tezahürat yapmak yerine taraftar forumlarından sinkaf ediyoruz, köpeği öldüğünde dostunu arayıp dertleşmek yerine Facebook'una msn'ine "köpeği öldü :(((" yazanlar var, en son babasının öldüğünü Facebook status'unden duyuran birini duydum, işin vehametinin gerçekten algının ötesinde olduğuna iman etmiş bulunuyorum. Artık etki-tepki mekanizmasının bir diğer aktörü değiliz, hayattan bize verilenleri geri göndermiyoruz, sessiz bir yığından ibaretiz, durağan ve tepkisiziz. Ne düşündüğümüzü bilmek isteyenler, bizi dinlemek, bizi gözlemlemek, tepkimizin kuvvetini ölçmek yerine anketler yapıyor ya da sadece Facebook demografilerinden yararlanıyor. Bu durumun farkında değiliz, farkında olsak bile gayet memnunuz halimizden. Hayır, Zeitgeistesk bir "sistem bizi kontrol ediyor" durumu değil bu, müesses nizamın her şeyden ve herkesten bağımsız işleyişi sadece. İnsan, insanlığından gelen dürtüleri kullanırsa, müesses nizamın kölesi olmaktan çok onun efendisi olmayı seçerse, herhangi bir insan, tek bir insan buna karşı çıkarsa, bu durumun sistematik bütünlüğü delinmiş demektir. Çünkü biz, 120.000 $ değerinde takım elbise giyen 5 adamın yönettiği bir sistemin boyunduruğu altında değil, kendi kendimizin boyunduruğu altında yaşıyoruz. Durumun özeti budur.

En nihayetinde, bu tamamen bir seçim meselesi. Yani biz, gönüllü ve istekli olarak, bir simülasyonda yaşamayı tercih etmiş durumdayız. Bizzat 3 yıl boyunca Neuromancer'dan fırlamış bir roman karakteri gibi neredeyse elektrotlarla bağlıymışçasına World Of Warcraft oynamış biri olarak söylüyorum bunu, fikirlerimi yine aynı simülasyon üzerinden yayınlayan biri olarak söylüyorum. Böylesine sıkışmış, sınırsız gözüken ama şaşırtıcı derecede sınırlı olan bir mecrada, kitlenin momentumuna ayak uydurmaya çalışıyoruz. Tüm beğenileri, tüm standartları belirlenmiş, biz belirlemişiz, biz yani ait olduğumuz ama önünde duramadığımız o korkunç kalabalık.

Belirlediğimiz standartlar ışığında oluşan genel yargılar, aslında bir çeşit kopya çekme aracı üstleniyor. Didikleyen, hakikati arayan biri farklı düşünceleri eleğinden geçirirken, bunu yapmayan bir başkası, genel yargıya, kitlenin düşüncesine sığınmakta ya da genel yargının tepkisinden faydalanmakta buluyor çözümü. İşte, yazımızın tepesindeki üryan hanımefendi de bu kategoride.

Melek Yargıcı nam, modellik mesleğiyle iştigal eden bu hanımefendi, Filistin için çektirmiş yukarıdaki fotoğrafı. Bir protestoymuş yaptığı, insanlar öldüğü için. Protestonun içeriğinden, Gazze'de yaşananlardan bahsetmek icab etse, ne benim dimağım yeterli olur ne de sayfalar, zaten olsa bu kadar kan akmaz. Lakin, bu kadar derin, İbrahim'e -4000 yıl evveline- dayanan bir sorunu, hızlı şarkı söyleyen Ceza'nın ya da memeleri olan Melek Yargıcı'nın bu kadar rahatça değerlendirmesini de kabul edemiyorum. Protestonun içeriğinden çok niteliğine bakarsak, çok komik bir durum ortaya çıkıyor ki, işin içler acısı boyutu da budur. O ya da bu şekilde, sorunu kaç bin yıla dayanırsa dayansın, binlerce insanın hayatını kaybetmesinden, on binlercesinin evsiz kalmasından, yani bir insanlık dramından bahsediyoruz. Bu insanlık dramının yansıtılma yöntemi, memeler, yani Melek Yargıcı'nın bir mal olarak sahip olduğu özellikler midir? Memesi olan her insan, memesini açmak suretiyle protesto yapabilir mi? Politikadan azıcık anlayan biri olarak söylüyorum ki tepki hepten çarpık, psikolojiden azıcık anlayan biri olarak söylüyorum ki düşünce korkunç bir pazarlama niteliği taşıması sebebiyle mide bulandırıcı, fotoğraftan azıcık anlayan biri olarak söylüyorum ki fotoğrafların sanatsal niteliği sıfır ve kadınlardan azıcık anlayan biri olarak söylüyorum ki memeler çok çirkin. Sonuç; hiç bir nitelik taşımayan, sadece gazetelerin çıplak fotoğraf yayınlamak için bahane aradığı bir dönemde yapılan ve muhtemelen hem mütedeyyin kesimden hem de "meme gösterilmesi medeniyet standartıdır" düşüncesindeki medeni kesimden gelecek iş imkanları neticesinde, amacına ulaşmış bir pazarlama yöntemi.

Benzer bir yöntemi İbrahim Tatlıses de kullanmış, haberlerde ilişti gözüme. Burhan Çaçan'ın Nişantaşı'nda açtığı lüks otelin mutfağında karşılaştığı fusion yemeğinin tadına tam bakacakken, aklına Filistin'in geldiğinden, onlar açken kendisinin yiyemeyeceğinden bahsederek, lanet olsun dedi kameralara Tatlıses. Bir alkış koptu ki, sormayın gitsin. Milyonlarca dolar serveti olduğu halde bırak Filistindeki aç çocuğu, İstanbuldaki garibanın karnını doyurmayan, karın doyurmayı geçtim kendisine bağlı çalışanları köle gibi çalıştıran bir adamın böyle bir pazarlama taktiği uygulaması dahice değil mi?

Çok ceset gördüm; gerçeği, fotoğrafı, insanı, hayvanı, huzur içinde göçüp gitmişi, parçalara ayrılmışı. En kötü şekilde ölmüş olanı bile, kaçınılmaz bir hakikati simgelediğinden belki, hiç etkilemedi beni. Ama cesetler üzerinden bir şeyler elde etmeye çalışanları gördükçe midem bulanıyor.

Yazıyı Melek Yargıcı'nın, protesto amaçlı yapılan fotoğraf çekiminden sonraki açıklamalarıyla ve açıklamaların sonucuyla bitireyim: "Filistin'de olan olaylar hepimizi derinden etkiledi, insanları ve dünyayı daha duyarlı olmaya davet ediyoruz."

Melek Yargıcı'nın bu sözleri üzerine Birleşmiş Milletler ani bir kararla toplanarak soruna çözüm bulmak amacıyla bölgeye bir barış gücü gönderirken, Ehud Olmert ve Mahmud Abbas el sıkıştı. İki lider, yaptıkları açıklamada, Melek Yargıcı'nın pluralis majestatis üslubundaki davetine duyarsız kalmanın mümkün olmadığını belirterek savaşa son vereceklerini söylediler. Olmert, Abbas'ı Facebook'ta poke ettiğini ama Abbas'ın poke back yapmaması yüzünden kırgın olduğunu söyleyerek Abbas'a takılınca, salon kahkahalara boğuldu. İki liderin akşam yemeklerinde lahmacun yiyip chardonnay içtiği, yemek boyunca Galatasaray-Fenerbahçe maçının konuşulduğu, koyu bir Galatasaraylı olan Olmert'in "Koyacağız çocuğu yine bu sene." demesi üzerine Abbas'ın sinirlenerek masayı terkettiği öğrenildi. Bir süre sonra masaya geri dönen Mahmud Abbas, Melek Yargıcı'nın söylediklerinin bir an için aklından çıktığını, bu yüzden fevri davranışının affedilmesini istedi. Olmert, lafı mı olur kanka, diyince ikili samimi görüntüler sergiledi. Liderler geceyi PES 2009 oynayarak kapadı.

20090121

Fairuz Derin Bulut - Arabesk




















Fairuz Derin Bulut, geçen haftalarda çıkardı yeni albümü, Arabesk'i. Gerek albümün kendisi, gerek albümün odağıyla ilgili söylenecek çok şey var. Ne var ki, sözlerim kuvvetle muhtemel birbirleriyle çelişecektir; zira, nedense griden çok siyah ve beyazlara odaklanmış biri olarak bu albümde bir çok siyah ve bir çok beyaz görüyorum. Nitekim, bu kadar farklı düşünceler uyandırması bakımından da, tahlil etmeye değecek bir albüm olduğunu düşünüyorum Arabesk'in.

Arabesk, ismiyle müsemma, bir arabesk albümü; klasikleşmiş, ve dahi efsaneleşmiş arabesk şarkılara yapılan cover'lar bulunuyor bu albümde. Şarkıların kesiştiği yerde, Ali Tekintüre var. Albümdeki tüm konsantre acı ihtiva eden şarkıların söz yazarı kendisi. Nedir bu şarkılar? İbrahim Tatlıses'in Acı Gerçekler'inden tut, Bergen'in Sen Affetsen Ben Affetmem'ine, Müslüm Gürses'in Senden Vazgeçmem'ine kadar uzanan bir genişlikten bahsediyoruz, nereden baksan Türk arabesk müziğinin en önemli isimlerinin yorumladığı, en önemli arabesk eserleri. Albümün, içerik açısından müthiş bir doyuruculuk taşıdığı yönünde şahsi kanaatim, ama bunu şimdilik es geçiyorum.

Albüm üzerinden gideceksek, evvela şu eleştiriyi tahlil etmeliyiz; Fairuz Derin Bulut gibi nev-i şahsına münhasır, karakterli bir müzik yapan ve bunu kimlikleştiren bir grubun, böyle bir albümde kendine has özellikleri yansıtamaması nasıl değerlendirilmeli? Şahsi kanaatim, bu eleştirinin biraz fazlalık taşıdığı yönünde; cover albümleri için bu kadar yoğun bir kimlik beklentisi içine girmek yanlış olduğu gibi, Fairuz'un şarkıları mot a mot icra ettiğini söylemek de büyük haksızlık olur. Benim İçin Üzülme, Kalbini Mahşere Götür, Topraktan Bedene gibi şarkıların cover'ları ziyadesiyle ibdai; evet bu şarkıları bu şekilde, Fairuz'dan başkası yorumlayamazdı dedirtiyorlar. Zaten bu konuda çokça kullanılan bir ezber bulunur; "Efendim şarkıyı gerçek yapısıyla görümcem ve eniştem de çalabilir, bu grup bu şarkıya kendinden bir şey katmalı!" Fikrimce, bu abartı bir yorum, zira cover'ların içine katılan farklı özelliklerin şarkıyı mahvetmesi, bir Frankenstein yaratması çokça rastlanan bir durumdur ki ne zaman cover konusu açılsa ve herhangi biri az evvel bahsini ettiğim ezberi kullansa, Korn'un One cover'ı aklıma gelir, çok uzunca bir süre göğüs kafesim ağrır, nefes alamam.

Velhasıl, Fairuz bu albümde, şarkıların özünü bozmadan yeni şeyler katmayı ve ortaya yeni bir şey çıkarmayı başarmış. Yalnız bu noktada, albümün prodüksiyonun gerçekten göz kamaştırıcı olduğunu belirtmek gerek. Müzikten az buçuk anlayan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, dahice yapılmış bir prodüksiyona sahip bu albüm; arabeskin değişmeyen o sabit tınısı muhafaza edilmiş, öte yandan Fairuz Derin Bulut'un kattıkları başarıyla o tınıya yedirilmiş. Elektronik ögelerin kullanımı kulak tırmalamazken, yaylılar buram buram 70'ler kokuyor. Sonuçta ortaya, herhangi bir meyhanede yahut herhangi bir barda çalsa kimsenin "ne oluyor" demeyeceği bir albüm çıkmış.

En nihayetinde, ben bu albümü ziyadesiyle beğendiğimi söyleyebilirim. Yalnız bunu söylerken ortaya, benim de çözümüne henüz haiz olamadığım, şöyle bir sorun çıkıyor; şarkıların kendisini mi beğeniyorum yoksa grubun yorumunu mu? Bu soruya yanıt vermek zor olsa da, bir kaç formülden yardım alabiliriz.

Birincisi, arabesk hepimizin çok alışık olduğu bir müzik türü, müzikten ziyade genlerimize işlemiş bir kültür olduğunu da iddia etmek mümkün. Çocukluğumuzun seyyar kaset satıcıları, şehiriçi minibüsler, eski Türk filmleri derken, korkunç bir kulak aşinalığı taşıyoruz arabesk müziğe. Sadece müzik değil, o -neredeyse canlı- sigara dumanı huzmesinin yarenlik ettiği meyhaneler farklı bir his ihtiva ediyor içinde, Çağan Irmak filmlerini değil ama Zeki Demirkubuz filmlerini daha gerçek bulup daha çok sevmemizin nedeni de bu işte; benim genimde aşk acısı çekerken Une Belle Histoire dinlemek yok, Bir Kulunu Çok Sevdim dinlemek var. Kendimi sefil hissettiğimde pinot noir değil, rakı çekiyor canım; hamurum bu, böyle yoğrulmuşum. Dolayısıyla kan çekiyor, bu şarkılara kayıtsız kalamıyorum. Lakin, bu konuda şöyle bir hassas nokta mevcut; arabesk, ruh haliyle ilintili olduğu şekilde, ruh halim uygun olmadığında aramadığım, dinlemek istemediğim, dinlerken tad alamadığım bir müzik. Ancak belirli boşluklar doğduğunda o boşlukları kapatıyor benim için, geri kalan zamanlarda arta kalan bir fazlalık gibi gözüküyor. Ne var ki, Fairuz Derin Bulut'un yorumuyla, her an, her ruh halinde dinleyebilecek bir arabesk müziğin ortaya çıktığı kanaatindeyim. Bu, önemli bir fark.

İkincisi ve daha önemlisi şu; kanımızın arabeski çekiyor olması, arabeskin satması, Fairuz için bir fırsat mıydı? Bunun cevabını bilemeyiz elbette ancak bir kaç tahminde bulunabiliriz. Albümle ilgili yapılan röportajda, grubun "Eskiden entel müzikler yapıyorduk, şimdi halkı kucaklamak için arabesk albümü yaptık." gibi garabet bir şey söylemesi önemli. Entel müzik nedir, nasıl yapılır, neden yapılır gibi çok ehemmiyetli soruları görmezden gelirsek, Fairuz'un bu albümle halkı kucaklayacağını düşünmesi, olsa olsa bir şaka olur diye tahmin ediyorum. Minibüs şöförü Fairuz'dan değil Cengiz Kurtoğlu'ndan dinlemeyi tercih edecektir Canım Dediklerim'i.

Arabesk hususunda değişik bir çaprazlaşma olduğunu düşünüyorum. Önce Murathan Mungan'ın Müslüm Gürses'i "entel"lere tanıtması, şimdi de entellerden Fairuz Derin Bulut'un Ali Tekintüre üzerinden kendini "avam"ın kollarına atması olarak mı tanımlayalım bu durumu? Durumun şekilsizliğini daha yakından araştırırsak, ortaya bir Türkiye komedisi çıkıyor. Murathan Mungan Müslüm Gürses'i Cihangir'e tanıtmasaydı, Cihangir Müslüm'den bihaber mi olacaktı, tabii ki hayır. Durumun özeti şu; Cihangir, Müslüm Gürses'i bayağı ve basit bulurken, sadece ve sadece Murathan Mungan'ın kefaletiyle işin rengi değişti, arabeske kollar açıldı, arabesk dinlemek moda haline geldi. İşte o çokça sözünü ettiğimiz, müzik zevkini dahi promosyonlaştırma fikrinin tezahürüdür bu; ikiyüzlülüğümüzü, makyajımızın altındaki gizli cehaletimizi, yaranma çabamızı çok duru bir şekilde sembolize eder bu Müslüm Gürses vakası.

Şu an incelediğimiz albümün de bu vakayla ilintili olduğunu söyleyebilir miyiz? Evvela Fairuz'un kendini yırtsa "avam" tarafından kabul edilmeyeceğini ve bir tercih unsuru olamayacağını biliyoruz. Satış açısından bakarsak muhakkak ki olumlu bir tablo ortaya çıkacaktır. Ne var ki durumun, Müslüm Gürses vakasında olduğu gibi bir homojenleşmenin öncülü olmaktan uzak yapısını es geçersek, Müslüm Gürses vakasının yarattığı modanın da böyle bir albüm için rahatlık ortamı sağladığını söylemek zor olmaz. Arabeskle ile ilgili böyle bir kabullenme içine girilmeseydi, siz sevgili dinleyiciler İbrahim Tatlıses dinlerken last.fm programını kapatmaya devam edecektiniz, 90'ların bıkkınlık veren "arabesk çok banal, ezilmiş halk, bunlarda acı bitmez mirim" söylemi eksik olmayacak, canı adana dürüm çeken gidip zorla burrito yiyecek, arabesk dinleyen istisnasız herkese kıro denecekti. Ama bugün, İstanbul'un en farklı müzik gruplarından biri rahatça bir arabesk albümü yayınlayabiliyor. Ben hala "eskiden entel takılıyorduk" söyleminin saçmalığından hareketle, üzerinde durmuyor, latife diye geçiştiriyorum.

Son olarak şunu söyleyeyim; bu blog'da albüm linkleri yayınlarken hep şunu düşündüm: Eğer ben bir grubun albümüne ulaşmak için çok uzun bir uğraş ve çok uzun bir bekleme süresini göz önünde almak zorundaysam, benim o albümü bedava dağıtmam çok da anormal değil. En nihayetinde, buradaki grupların neredeyse hiç birinin albümüne ulaşamayacak durumdayız maalesef ve bir sanatçı için, kendinden bihaber olan ve albümünü almayan bir kitleden çok, kendilerinden haberdar olan, kendilerini takdir eden ve albümünü almayan bir kitlenin daha önemli olduğunu düşündüğüm için bu kadar rahatça paylaşıldı burada albümler. Fairuz Derin Bulut'un son albümü Arabesk için bu durum farklı. MySpace'lerinde de yayınladıkları Acı Gerçekler ve Sen Affetsen Ben Affetmem'i dahil ettiğim bir link var aşağıda. Beğenecek olursanız, albümü satın almanızı temenni ve tavsiye ediyorum.


Sanatçı: Fairuz Derin Bulut
Albüm: Arabesk

Şarkı listesi:
1- Acı Gerçekler
2- Kalbini Mahşere Götür
3- Sen Affetsen Ben Affetmem
4- Benim İçin Üzülme
5- Topraktan Bedene
6- Canım Dediklerim
7- Güldür Yüzümü
8- Büyük Aşkımız
9- Seni Yakacaklar
10- Senden Vazgeçmem

DOWNLOAD.

20090116

Malsınız.






















Bundan evvelki yazımda, uzun süreli suskunluğumun sebeplerini sayar iken, iki haftaya sığdırmaya çalıştığım bir tezden söz etmiştim. Medyanın manipülatif gücü hakkında lakırdılar ettiğim bu teze akademik değer taşımadığı için katmadığım düşünceleri istiflemiş oldum ister istemez. "Güncel konulara enlemesine bakış" yazıları kaleme almaktan hiç hoşlanmam ama istiflemiş olduklarımı zaman-zemin açısından değerlendirdiğimde, göz alıcı bir eşleşme ortaya çıkıyor; son günlerde yaşamış olduğumuz her şey, düşündüklerime çok güzel birer örnek teşkil ettiğinden bu zaman-zemin uyuşmasından yararlanmak istiyorum bu seferlik.

Dört gün sonra, 20 Ocak 2009'da, Barack Obama Amerika Birleşik Devletleri'nin -resmen- yeni başkanı olacak. Spiderman'in son sayısına konuk olup, fiyakanın hasını yapmış Obama'yı, biliyorsunuz tüm dünya büyük bir şevkle desteklemişti. Kurtuluş Umudumuz'un başkanlığa çıkması büyük törenlerle kutlanıyor; yemin töreni için ayrılan bütçe 150 milyon dolar civarında ve artmaya devam ediyor. Bu törenden önce de pazar günü bir kutlama yapılacak; Dünya tarihinin gördüğü en politik ve en güzel sesli salatalık olan Bono'nun başını çektiği bir grup şarkıcı konserler düzenleyerek, gezegenin üzerinin pembe bir örtüyle kaplanmasını kutlayacaklar. Bu kutlamalar, NTV tarafından da canlı yayınlanıyor. Kuvvetle muhtemel, Yekta Kopan beyefendi, canlı yayına yorumlarıyla renk katacak, bundan sonra büyük abdestimizin açık mavi renk olacağını, yellendiğimizde de ortama misk-i amber kokuları yayacağımızı o hayat dolu sesiyle müjdeleyecektir. Tabii hiç bir derdi olmayan, ipimle kuşağım Fransız uşağım motto'suyla hayatına devam etmekte olan biz Gossip Girl izleyicileri için hayat daha güzel bir hale gelirken, Ergenekon Davası aniden sonuçlanacak, genç nüfusun yüzde 21.5'ini oluşturan işsizlere bir anda istihdam sağlanacak, "damak tadıma uygun değil" kelamını edenler Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nde yargılanacak ve Aysun Kayacı susmaya karar verecek. Böylece, lokal ve evrensel anlamda hepimiz o kadar mutlu olacağız ki, evrimleşerek pembe oyuncak ayılara dönüşeceğiz. Bu sebepten ötürü kutlamaları ve bilhassa kutlamaların Türkiye'de yayınlanmasını çok doğru bir adım olarak görüyorum.

Hatırlarsınız, politik konjönktürden bihaber olduğu halde Türkiye'nin en fazla satan gazetelerinde koca sütuna yazı yazıp aylık yüzbinlerce dolar maaş alan, bu maaşıyla yediği haltları da düzenli olarak pazar günleri bizimle paylaşan aydınlarımız da bu Obama'yı çok tutmuşlardı. Sadece aydınlarımız değil, pırıl pırıl Facebook gençliğimiz, ışıl ışıl ekşi sözlük entelijansıyamız da Obama'yı büyük bir şevkle desteklemekten geri kalmamışlardı. Hakkını yememek lazım, Obama'nın medya danışmanları, medya teorisi derslerini a+ ile geçtiklerini kanıtladılar, "medium is the message" olayını çok iyi çözdükleri her adımda belliydi. Zira söylenen değil, nasıl söylendiği önem kazanır hale gelmişti. Şu ünlü HOPE ve CHANGE sloganlarının altında yatan mesajlarda, Obama "Kudüs'ü İsrail'in bölünmemiş başkenti" yapacağını söylüyor, "Afganistandaki durumun acil müdahale gerektirdiğini"n altını çizerken de, "İran İsrail ve bölge için önemli bir tehdittir. Bu tehditi çözeceğiz." diyerek aba altından sopa gösteriyordu. Elbette Rahm Emanuel, IRGUN gibi isimleri duymamış olanlar için Obama bir barış timsaliydi, lakin İsrail'in bir aydır attığı tehlikeli adımlara sessiz kalan bir barış timsalinin olması -şahsen bana göre- hiç de şaşırtıcı değil bu veriler ışığında.

İşte bu, medyanın manipülasyon gücünü net bir biçimde gösteriyor bize. Ne konuşulduğuna dikkat edilmeden, konuşuyor olmanın güç kazandırdığı bir platformda bu durum elbette ki şaşırtıcı değil. Az evvel değinmiş olduğum Bono, müzik dünyası için bu anlattığım platformun kralıdır desek yeri. Konuştuğunu biliyoruz da, ne konuşuyor, ne yapıyor, nedir olayı, en ufak bir bilgimiz yok; konuşuyor olması onu "politik şarkıcı Bono" olarak nitelendirmemize yetiyor, bu şekilde gönlümüzdeki yerine daha fazla yastık koyuyor, daha çok albümünü alıyoruz. Obama da bu yöntemden faydalanmakta hiç de başarısız değil. Dünya tarafından büyük bir nefretle anılan bir ülkenin yeni zenci başkanı, ırkçılığıyla meşhur Almanya'da milyonlar tarafından karşılanıyorsa, harika bir pazarlamadan bahsedebiliriz.

Durum öylesine kontrol altında ki, yıllardır aşırı sağ iktidarın sözcülüğünü yapmakta olan 24 dizisi bile bir anda kabuk değiştirerek hümanist ajanları gözümüze sokmaya başladı. "Terörist ama onun da canı var :(" mesajı artık aklımızdaki yeni slogan, Abu-Ghraib'de görüntüleri hatırlayan olduğunu zannetmiyorum.

24'ten girmişken biraz ilerleyelim. Uzun süredir siyah başkan adayları ile Amerika'ya yeni pazarlama metodunu erkenden tanıtan 24'ün bu sezonki başkanı bir hanımefendi. Hillary Hanım'a, hazır ol, mesajı yollandığını anlıyoruz. Konu kabaca şu: hiç bir teröristin canını hiç yakmak istemeyen çünkü boş zamanlarında Thomas Moore, Immanuel Kant okuyarak etik ve hümanizm düşüncelerini, en az kas güçleri kadar geliştiren ajanlar, Sangala isimli sallamasyon bir ülkede olan katliama karşı koymak isteyen en az kendileri kadar hümanist Madam Prezidan'larına yardımcı olmak isterler. Şu an itibariyle, Amerika'da Sangala ismine aşina insan sayısı, Darfur ve Ruanda ismine aşina insan sayısından kat kat fazladır.

İsrail'i sert bir dille eleştiren ve bunun sonucunda ağlayarak diplomatik tepkinin kralını koyan Tayyip Reis, geçen sene Müslüman olmayan kefere Afrikalıların 300.000 (yazıyla, üçyüz bin) tanesini kıtır kıtır doğrayan Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan El-Beşir'i devlet töreniyle karşılamış, konuşula konuşula da başkan yardımcısı zatın ninja kapşonuyla Anıtkabir Özel Defteri'ni imzalaması gibi çok mühim bir mesele konuşulmuştu. Düzenli olarak her ibadetleri sonrası İsrail'e çemkiren, İsrailli basketbolcuları spor salonlarından kovalayan, bayrak yakıp kırmızıya boyadıkları bebekleri havada sallayan, yürekleri Allah sevgisiyle dolu müminlerimiz de Ömer Hasan El-Beşir'e karşı gık dememişlerdi, hatırlarsanız. Sudan'da üç milyon insanın hayatı değişti. Birleşmiş Milletler seyretti. Obama konseri yayınlayan kanallar en fazla Şahin Sucuk Reklamı süresi kadar yer verdi bu olaylara.

Ruanda olayını hatırlayan? Tutsileri? Yüz günde 1.000.000 (yazıyla, bir milyon) insanın katledilmesi konusunda en ufak söz edildiğine şahit olan var mı? Birleşmiş Milletler bu sefer sessiz kalmamış, elleri palalı çok korkunç insanlar karşısında dehşete düşerek "kendilerini riske atmamayı" tercih ederek, olayları "güvenli bir uzaklıktan" kontrol etmeye çalışmışlardı. Kısıtlı cephane yüzünden kurşun kullanmayan, Fransa'nın kendilerine sattığı palaları tercih eden Hutu kabilesi mensupları, kafa doğramaktan sıkılmış olmalılar ki, önce parmakları sonra elleri en son olarak da kolları keserek deneysel çalışmalara imza atmaktan kaçınmamışlardı. Bizim Frankofonlarımıza göre Fransa çok süper bir ülke olduğu için (çünkü Fransız İhtilali var, Paris bir aşk şehri ve Fransızlar'ın çok eğlenceli şarkıları var) bu olayın sorumluları hakkında ülke genelinde yazılan yazıları toplasan Hürriyet'in pazar ekinden kalın olmaz. Ama sorduğunda, Dünya'nın en liberal, en çağdaş insanları Fransızlar'dır ve onlar da bu Fransız kültürünün bir parçasıdırlar; Fransız mürebbiyelerden öğretim görmüşlerdir zira. Okan Bayülgen gibi Gainsbourg copy-paste'inde ya da kendi köylülüğünü sindiremediğinden biteviye köylülere çemkiren Engin Ardıç hazımsızında da gözlemleyebilirsiniz bu durumu.

Tüm bunların yanında, Filistin olayına karşı pek duyarlıyız. Bütün Filistin halkı toptan ateist olsa, bu duyarlılık kaç saat daha devam eder bilmiyorum ama İsrail içindeki bir çok gönüllü genç bu duruma ses çıkarma cesaretini gösterebiliyor. Araplar'ın evlerine ve çiftliklerine saldıran, bu yaptıkları görüntülendiği zaman da görüntüleyen savaş karşıtı İsrailliler'i Nazi olmakla suçlayan insanlar da mevcut tabii. Film endüstrisini kutluyorum; ruh hastası bir topluluğa sorgulanamayacak bir bahane hediye ettiler, başta Spielberg olmak üzere. Yine bu noktada medyanın gücü ortaya çıkıyor elbette; bir İsrailli herhangi birini Nazi olmakla suçlayınca tartışma bıçak gibi kesiliveriyor zira. Tüm bunlara rağmen, "Hitler çok haklıymış abi, Yahudiler çok kaka abi" gibi söylemleriyle politik cehaletlerini madalya gibi taşıyanlara, Judaizm ve Ziyonizm kavramlarını araştırmaları yönünde ev ödevi veriyorum.

Her halükarda, tüm bunlar karşısında sessiz kalan bir Birleşmiş Milletler'i kabul edemiyorum bir türlü. Yine de olayların henüz başında olduğumuz çok aşikar. Obama'nın gelişiyle birlikte pembe toz zerrelerinin atmosfere salınacağını tahayyül edenler için, Amerika Birleşik Devletleri eski Ortadoğu özel temsilcisi Dennis Ross'un, Statecraft: And How To Restore America's Standing In The World (isterseniz bacımızı da verelim demek istiyorum bu how-to emeli karşısında) isimli kitabından aktarıyorum: "... yeni başkan, İran'ın nükleer bomba üretmesini engellemek için elinden geleni yapmalı. ... Son üç yıldır uygulanan Birleşmiş Milletler yaptırımlarının hedefinde esasen İran'ın ekonomisi değil, nükleer ve füze endüstrileri var. Bu da Tahran'a yaptırımları umursamama lüksü veriyor. Ekonomiyi doğrudan etkileyecek bir yaptırım Tahran'ı tercihte bulunmaya zorlayacaktır.". Yanisi şu; Bosna, Darfur, Ruanda, Filistin olaylarında ya göstermelik tepkiler veren ya da kılını kıpırdatmayan Birleşmiş Milletler, kendini savunma hakkı yüzünden füze üreten İran'ın ümüğünü sıkmalı, milyonlarca insan aç kalmalı, işini kaybetmeli ki biz onları istediğimiz gibi kontrol edip, İran iktidarı üzerinde söz sahibi olabilelim. Birleşmiş Milletler'in işlevinin de ne olduğu bir daha açığa çıkıyor böylece.

Yine de tüm bu gerçekleri görmezden gelen ama onun yerine çok daha faydalı adımlar atan arkadaşlarımız mevcut. Bildiğiniz gibi, Zeitgeist isimli bir belgesel var. Ekonomi, din ve politika üzerine çok acaip fikirler sunan bu belgeseli izlediğiniz zaman aslında hakikatin kendisiyle tanış oluyoruz; okumamıza, öğrenmemize, bahsedilmeyenleri görmeye çalışmamıza lüzum yok, tek ihtiyacımız olan Zeitgeist izlemekmiş, kırmızı hapı yutmak yeterliymiş, bilememişiz. Matrix ve Fight Club sayesinde politik dağarcığı çeşitlenen gençlerimiz, Zeitgeist ile bir adım daha atıyorlar şimdi; Michael Moore da iyiydi ama adam idol olunacak bir tipe sahip olmadığı gibi, çok da ilgi çekici şeylerden söz etmiyordu. Şimdi ise Zeitgeist izlediğimiz vakit ayrı bir noktaya ulaşıyoruz, fast-food muhalefetin karşı çıkılamaz albenisi üzerimize yapışıyor, öyle ki Facebook status'lerinden, MSN personal quote'larından duyurmak için yarışır hale geliyoruz.

Malız çünkü, kendimizi pazarlıyoruz. Bu kadar zaman boyunca, kıyafetle ya da dinlediğimiz müzikle ya da söylediklerimizle kendimizi pazarlamamızdan bahsetmiştim yazılarımda, artık bu pazarlamacılığın fikirsel boyuta taştığını da görüyorum. Jean Baudrillard, artık günümüz savaşlarının pornografik nitelik taşıdığını söylemişti; ben bir adım daha ileri giderek evrensel politik konjönktürün gerçek pornografi olduğunu söylüyorum. Bu minvalde, Zeitgeist bu sektörün La Marionnette'i konumunda, hızlı ve garantili boşalma vaad ediyor.

Temelsiz, bilgiden uzak ama hap formatında muhalefet, bu pazarlamanın ürünü haline gelmiş durumda. Malız, edindiğimiz fikirleri, dinlediğimiz müzikleri, okuduğumuz kitapları, izlediğimiz filmleri bir kazanç olarak görmek yerine, malın özelliği olarak görmeyi ve ambalajına bu özelliği taşımayı tercih ediyoruz. Mallaştığımız yetmediği gibi, mal olmayı seve isteye kabul etmemiz sizce de çok eğlenceli değil mi?















Bu yazıda yerele ve bilhassa Ergenekon mefhumuna değinmek istememiştim ama şu resmi bu yazıya sıkıştırmak için gerçekten büyük çaba sarfettim, olmadı. Bu adamın üzerinde taşıdığı, o belirgin Harun Kolçak enerjisine dikkatinizi çekmek için yanıp tutuşuyorum.

20090115

Üçyüz Altmışbeş Gün.












Geçen sene bugündü; yine bugün olduğu gibi imtihanlar -nihayet- nihayete ermiş, o müthiş boşluk hissiyatının içinde, süzülmekte olan bir yaprak gibi, yokuş aşağı -hani şu ucuza harika yemek yapan bol kepçecinin yokuşu- yürüyordum ki, bir anda, nereden geldi bilinmez, bu blog fikri ortaya çıktı. Çoğu zaman hasıl olur böyle fikirler zihnimde, bir anda bitiverirler, ya görmezden gelirim, ya başka bir fikre daha fazla ehemmiyet yükler diğerini unuturum, ya ertelerim ya da hemen yapmaya karar verir, yaparım. Blog fikri de böyleydi.

Sabahın kör saatinde uyanmış, yine böyle bir güneşli günün neticesinde parıl parıl parlayan tozları süpürmüş, galiba çok kötü bir imtihan geçirmiştim, fena halde uykum vardı, fena halde kendime kızgındım ama nedeni bilinmeyen bir kararlılıkla yapmaya koyuldum işte blog'u. Photoshop'uydu, rapidshare'iydi, blogspot'u derken vakit su gibi akıp geçmiş, uyku iyiden iyiye ipleri eline alır olmuştu ki, ani bir karar ile bir anda blog'un ismi Limbo Pillow oluverdi. Hayır, bundan önceki ismi söylemeyeceğim ama bu yastık aşkının nedeniyle ilgili bir kaç sır çıtlatabilirim.

Uyku denince aklıma tek bir yastık gelir; üç bin üçyüz altmışbeş günün üç bin günü, aynı yastıkla geçmiştir. Yatakhanede başlamıştı sevda ki, hane olmaklığının içinde yatak bulunan bir yer için yastığın önemi aşikardır. Yatakhaneden o eve, o evden başka eve, başka evden bambaşka bir eve derken, hep aynı yastığı sürükledim durdum peşimde. Söz konusu o yastık olunca, pek de centilmen olmam zaten, paylaşmayı pek sevmem onu. O olmadan da uyuyamam, başka yastıklar ya çok yumuşak ya çok sert gelir, hiç biri ona benzemez. İşte uyku hakimiyet kurmuşken, paylaşmakla ilgili bir kaç şey mevzu bahisken, o yastığın akla düşmesiyle oluşuverdi, Limbo Pillow'un, pillow'u. Limbo'sunu da seneye anlatırım.

Yukarıdaki fotoğrafın isminde, 15012008 geçiyor. Tüm bu düşüncelerden sonra, yaptığım her şeyin yerine bunu yapmışım. Yalova'da, harab olmuş bir evin dışında, harabeyi korurmuşçasına duran bu iki mermer aslanın rüyalarıma sık sık girmesi sonucu, yerleşmişti sayfasının tepesine. İşte bugün, bu fotoğrafı gördüğümde, iyi ki o düşüncenin üzerine gitmişim de bu blog'u yapmışım diyorum.

İmtihanlar, iki haftaya sıkıştırılan bir tez, muhtelif hususi meseleler derken blog'u boşlamış olduk. Geçen yılın aksine, bugün uyuyayım; pek yakın vakitte yazacaklarım mevcut.