20090630

The Climb ve Tırnak İçlerinin Dışındakiler.
























Ben her ne kadar Türkiyedeki gruplara karşı herhangi bir garezim olmadığını, bu kadar yoğun eleştiriler yöneltmemin tek nedeninin yüksek beklentilerim ve klişeleşmiş özürler olduğunu defaatle vurgulasam dahi, eleştirinin varlığından mütevellit vatan haini sıfatına yaklaşan bir algı çerçevesinde değerlendiriliyorum. Küçükleri sevmeli, büyükleri saymalı, Türk grupları beğenmeliyiz gibi bir bilinç yerleşmiş zihnimize. Hollandalı olsa yüzüne bakmayacağın, varlığından bihaber olacağın bir grubu sırf Türk diye arşa çıkarmak bana doğru gelmiyor ve dahi çirkin buluyorum bu tutumu. Nasıl ki yine Hollandalı bir grubu değerlendirirken adamların yaşadığı maddi sıkıntıları bir özür olarak kabul etmiyorsam, Rory Van Der Zaar kirasını zor ödüyor tabii ki vasat bir müzik yapacaktır diye ver vasatı, ver tekerrürü gibilerinden bir kabullenme içine girmiyorsam ya da grubun yıllardır müzik icra etmiş olmasına rağmen yerinde saymasını ve yahut başka ayak izlerini takip etmesini ilkokul muallimi yaklaşımıyla zamanla gelişirler diye görmezden gelmiyorsam, aynı şeyi herhangi bir Türkiye çıkışlı grup için de yapmamın geçerli hiç bir sebebi yok. Bu anayasaya mugayır bir durum değil, Staatgeist'ı zedelemiyor, atalarımız soy soylayıp boy boylar iken "Ahir vakidde mûsiki camialarına muzahare edinüz, fıkdan-ı imkânlarından mütevellit onlara müsamaha gösderinüz" gibi bir söylemde de bulunmamışlar.

Yaptıklarım çerçevesinde aldığım eleştirilerin yoğunlaştığı sinir uçları ekseriyetle ukalalık yahut küffarın grubunu överken müminin grubunu yermem ile açığa vurduğum iddia edilen aşağılık kompleksi oluyor. Ben bilakis, Türk gruplara müsamaha göstermenin aşağılık kompleksi ile ilintili olduğunu düşünüyorum. Bunun altında bir yetinmecilik yatıyor, biz bu kadar yapabiliyoruz sense bunu takdir edeceğine eleştiriyorsun gibi bir algı sezinliyorum ben.

Efendim hayır, biz bu kadar yapmıyoruz. Az sonra sözünü edeceğim grup ve gruplar bizim neyi ne kadar yapabildiğimizin, imkanlarımızın aslında pek kısıtlı olmadığının, binlerce dolarlık ekipman kullanıp vasat bir iş ortaya koyduktan sonra bahaneler üretmek yerine mütevazi imkanlarla janr değil müzik yapmanın ve tüm bunları yaparken de destek, imkan, vatan, millet gibi kavramları lûgattan çıkarmanın ziyadesiyle mümkün olduğunu gösterdiler. Hem de bundan on yıl evvel, hem de polisler muhabirler anchorman'ler onları dinsiz, imansız, Şeytan hizmetkarı ilan edip peşlerine takılırken, hem de dükkanları kapanır, ceplerindeki paralarla bastırdıkları albümleri toplanıp yakılırken, hem de internetten bir albüm çekmenin ortalama süresi üç-dört saati bulurken, hem de her müzik markete dağıtım yapan şirketler kendilerinden bihaberken. Hal böyleyken bugün odasında gitar çalıp yaptığı işin adını "post-rock" koyan, bu vesileyle de deliler gibi merak ettiğimiz suratını kah MySpace kah last.fm her yerde burnumuza sokan çocuğun imkanlardan destekten şundan bundan bahsetmesi, bilgisayar programıyla 5 dakikada oluşturduğu gürültüyü müzik diye yutturmaya çalışması benim sinirlerimi hoplatıyor.

Sevgili 13melek, son bir haftadır yazdığım yazılara yönelik yorumunu kendi blog'unda paylaşmış. "Yapılabilecek en kötü şey, bir şeyi kötü yapmaktır, hiç yapmamak daha iyi bir tercihtir." görüşüme şöyle bir yorumda bulunmuş: "Ne kadar kötü olursa olsun, eğer yapılan müzik yaratıcısı için bir değer taşıyorsa yapılmaya değerdir." Ben de aynı şekilde düşünmeme rağmen, "kötü müzik" tanımımı aktarmakta yeterince başarılı olamadığımı zannediyorum. Konuyu biraz daha derinleştirmek icab ederse, müziğin sadece enstrüman çalmakla alakalı olmadığını anlamak gerekiyor. Biz bugün tüm detone sesine, kirli sound'una rağmen Joy Division'ı tanrısallaştırıyorsak bunun sebebi yaptığı müziğin ne kadar "iyi" olduğu değil, bu bağlamda bir karşılaştırma yapacaksak Atilla Taş'ın, Ziynet Sali'nin aranjörlerinin çok daha fazla uğraştığının, müzikal anlamda çok daha "kusursuz" işler yaptığının altını çizebiliriz. Bizim aradığımız şey, müziğin ne hissettirdiği, ne yansıttığı; gitarın akoruna ne kadar temiz basıldığı, davulcunun tuşesinin ne kadar sert olduğunun hiç bir önemi yok, yaşadığı ruh halini ve kimliğini gitarından bize yansıtabiliyor mu, önemli olan bu. İyi'nin ya da kötü'nün skaler değeri olmadığı için, benim algımdaki "iyi müzik", "kötü müzik" standartları bu faktörlere göre şekilleniyor.

İşte tam da konunun bu damarında, devamlı olarak kullandığım argümanın değişmez bir öznesi var;
Dr. Hüso: Almanya'da yabancı, vatanında Alamancı olan ve Ege Üniversitesi'nde öğretim görevliliği yapmakta olan Dr. Hüso'nun müziği tam anlamıyla berbat. Türkçesi komik, şivesi bozuk, kırtasiye orgu çıkışlı sound kulak tırmalıyor. Ortaya çıkan şey kakofonik bir ürün. Aynı zamanda Dr. Hüso'nun şiirleri karman çorman, anaokul öğrencisinden hallice pastel resimleri de sitesinde mevcut. Ama adamın bir derdi olduğu açık, bu derdini bir şekilde anlatmak için çırpınıyor. Ve yaptığı müzik teknik anlamda ne kadar berbat olursa olsun, harikulade bir müzik yapıyor.



Bahsetmiş olduğum gerçek zorlukların yaşandığı dönemde de teknik anlamda kötü müzik yapan bir çok grup olmuştur ama hem müziğin matematiğini hem de felsefesini kusursuzca yerine getiren grupların fazlalığına müstenid, dönem için naçizane tanımım her daim "Türk alternatif müziğinin altın çağı" olageldi. Asafated, Cenotaph, Comma gibi grupların yanı sıra daha popüler olan Kurban, yurtdışı menşeili Cemali ve Ünlü, hala bir şekilde nabzı atan Zen tayfası, Nekropsi gibi gruplar bugün aradığımız pek çok sorunun yanıtını yıllar evvelinden veriyorlar. Bu dönemde benim için hayati önem taşıyan iki grup var ki birincisi Radical Noise, ikincisi The Climb'dır. İki grubun da en ufak bir çıkıntısına denk gelmedim yıllar yılı, iki grubun da tüm albümleri "boş yok" dediğimiz albümlerdendir ve her şarkısı, her notası sadece müziğin teknik yönünden estetik barındırmakla kalmayıp ciddi bir duygu yükünü de taşımaktadır. Şahsen ben, Radical Noise ile The Climb ile büyümüş olmaktan, müziklerini dinlemekten, konserde birlikte şarkı söylemekten, konserden sonra gidip sarılabilmiş olmaktan ötürü kendimi çok ama çok şanslı sayıyorum.















Yukarıdaki resme iyi bakın. Kendinize şu soruyu sorun: hiç böyle bir manzarada konser izlediniz mi? Bir şehir düşünün, iki üç yıl evvel onbinlerce kişiyi doğaya kurban vermiş, hala enkaz ve enkazın içine sinmiş ölüm kokusu havada asılı duruyor, kim bilir kimin bir zamanlar dayandığı bir duvarın, birinin çöküp oturduğu bir zeminin, hayatının artıkları denize atılmış. Yanınızda en yakın arkadaşınız var, etrafınızda yirmi bilemedin otuz kişi, denizin tam önünde, Güneş'in spot ışığı gibi vurduğu bir sahnede bir konser izliyorsunuz. The Climb, tam da Güneş'in ısrarla batmadığı, direndiği, direnirken de kubbede turuncu bir iz bıraktığı saatlerde çıkıyor sahneye, sahne dediğim de 3 metre ilerisi sadece, herhangi bir yükselti, yok. Ses sistemi dediğimiz şey bir kaç gitar amfisinden ve iki kolondan ibaret, ne gam! Gökay bir santim kıpırdamadan, mikrofona aylardır görmediği yavuklusuymuş gibi sarılarak, yavuklusuna ısrarla kendini anlatmaya çalışırmış gibi akıl almaz bir heyecanla söylüyor şarkıları. Aynı, Gökay aradan beş yıl geçtikten sonra yavuklusuna ne anlatıyordu bilinmez, bu sefer mikrofonu alnına patlatıyor, kaşı açılıyor, etraf kan içinde kalırken o derdini anlatmaya devam ediyordu, istisnasız herkes tek bir ağızdan şarkı söylerken. Ama bu konser, Değirmendere konseri, benim hayatımda hiç bir konserde yaşamadığım samimiyeti, aşkı yaşatmıştır bana. Bir grubun, arkasına denizi ve Güneş'i alıp, enstrümanlarına sarılıp şarkı söylemesinin yerini hiç bir lazer şovu, hiç bir alev makinesi, hiç bir senfoni orkestrası tutmadı benim için. Hani yazılarımıza fotoğraf koyuyoruz, video koyuyoruz, müzik koyuyoruz, velev ki bir tuş olsaydı, o tuşa bastığınızda sözünü ettiğim ana geri dönebilecek olsaydınız, ne demek istediğimi anlardınız. Bir vahiy inmiş gibi, tanrının suretini görmüş gibi her şey ve hiç bir şey olurdunuz, kanınız alev alırdı. Öyle bir konserdi bu, kelimelerle o konseri anlatmak kimsenin harcı değildir, olmamalıdır da.

Ben müzik wikipedialığı yapmayı sevmem biliyorsunuz. O yüzden The Climb nerede kurulmuş ne yapmış kimle kayda girmiş, yazmamı beklemeyin. Ama şunu söylemeliyim; bu grup ilk albümünü 1998'de, ikinci albümünü de 2002'de yayınladı. Ben yıllar içinde dolgun bir arşiv yapıp binlerce albüm dinledim ama bu iki albümün özelliğini, değerini paylaşanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu kadar özel albümleri, sandığınızdan çok ama çok daha fazla değer taşıyan albümleri buraya koyarken ne yalan söyleyeyim zaman zaman tereddüt ediyorum. Ama genellikle şu kanaate varıyorum; benim bu albümü paylaşmam, bu albümü dinlerken ya da düşünürken bile yaşadığım hissi devinimin temizliğini, özelliğini, aidiyetini bozmuyor. Aksine, ben bunları dile getirirken, bir şeyin benim için ne kadar özel olduğunu, ne kadar bana ait olduğunu söylerken, bir savaş yarası gibi ya da bir madalya gibi gururla meşrulaştırıyorum. Tüm bunların yanında, The Climb albümlerini buraya koyarken bu sefer çok daha farklı bir düşünce var içimde ki, neyin nasıl yapılmış olduğunu, hiç bir bahanenin ya da özrün arkasına sığınmadan, ortaya çıkan şeyi tırnaklar içine, janr isimleri altına, müzik marketlerdeki rafların tanım aralıklarına hapsetmeden nasıl müzik yapıldığını The Climb'ın anlatmasını istiyorum.

Zira benim ilk The Climb albümümü alıp kaset çalara koymamın üzerinden tam on yıl geçmiş. Ve bu on yıl bir nefeste geçerken, milyonlarca nefes alıp götürmüş. Ben on yıl önce apayrı biriydim, bambaşka bir hayat yaşıyordum, bambaşka bir yerdeydim, bambaşka birileri vardı hayatımda, bir çok yere gidip geldim, bir çok insanla yakınlaşıp uzaklaştım, bir çok duygu yaşadım, sayısız şey öğrenip sayısız şey unuttum ve tüm bunları yaparken The Climb dinledim. Mavi Soluk Nokta'da, bugüne kadar yaşamış sayısız canlının sayısız hissi, sayısız hareketi, sayısız anısı saklıyken ve biz onu sadece bir nokta olarak görebiliyorsak, içinde koca bir on yılım saklı olan bir müziği de sadece notalardan ibaret görüyoruz. Tek bir notanın, tek bir nefesin işte bu kadar şey gizleyebilmesidir müziği ulvi kılan. İşte bunu becerebilen bir müzik, müzik kavramının da, janr kavramının da, enstrüman kullanımının da tırnak içlerindeki şey olmaktan çıkmış, tırnağın dışındaki her şey olmuştur. Mesele budur.






















Sanatçı: The Climb
Albüm: The Climb

Şarkı listesi:
1- Perfectly Nothing
2- Turning Black
3- When You Call My Name
4- Clayboy
5- Fine Romance
6- Days On Ways
7- Lacuna
8- Somebody's Toy
9- Spineleess

DOWNLOAD.
























Sanatçı: The Climb
Albüm: Principia

Şarkı listesi:
1- Everybody Knows
2- Candy
3- Loneliness
4- All Kinds Of Love
5- Lost
6- Gone
7- Empty
8- Everybody Knows

DOWNLOAD.

8 mırıltı.:

Vaykorus said...

"Vatan haini" sıfatına sokanları merak etmiyor değilim ama sırf türk diye dinlemenin, yada orjinaliteden yoksun olduğu halde, illa sevdiğin tarzda müzik yapıyorlar diye herhangi yerli/yabancı bir grubu desteklemenin hiç bir anlamı olmadığı gibi, büyük bir vakit ve nakit kaybıdır da.

(Yazıyı başında bıraktım ki sabah küfürsüz uyanabilmek için uyumalıyım)

Dönücem.

Unknown said...

YENI ZAMANLA UYUM, ANCAK, BERABER CALISMAKLA MUMKUN! ROBOTAR!

brandon said...

daha geçen hafta amme hizmeti'ne koyup koymama konusunda karar vermeye çalışıyorduk, güzel denk gelmiş. mutlu oldum ciddi ciddi. çok teşekkür ederiz maile.

Ethemcan said...

Aynı ilk genclik halini The Climb ve Radical Noise (hatta Antisilence'i bile sayarim ben) paylasmis biri yazi okudum, mesut oldum, yürekten gelen müzigi yapanlara, paylaşanlara selam olsun.

Oguz said...

2002'de bir dergide -hangisi hatırlamıyorum- haklarında bir yazı okuduktan sonra merak edip de senelerdir dinlemediğim/dinleyemediğim grup. çok sevap kazandınız şu anda.

Dreamtıme said...

Çok güzel gruptur.Keşke devam etseler.Olmadı arada bir konser verseler, Masstival'de olduğu gibi :(

Anonymous said...

yalvarırım principia linkini yenileyin...

dream endless. said...

Akşam tekrar kontrol eder misin lütfen?