20090627

Ben De Yapmalıyım, Benim Neyim Eksik ve Ben Yaptım Oldu.

















Türkiye Endonezya Olur Mu? yazısı, bant'ın mayıs-haziran sayısında yayınlandı. Yazıya noktayı koyduğumdan itibaren evvela derginin editörü, ardından yazıyı yolladığım çeşitli arkadaşlarım, derginin piyasaya çıkmasından sonra ise okurlar tarafından pek çok eleştiriye maruz kaldı yazı. Benzer bir durumu "Türkiye'de Müzik Yapmak Çok Zor." da yaşamıştı. Türkiye müzik cemiyetine en ufak dokunuşta, böylesi bir tepkiyle karşılaşıyor olmam beklenmedik bir durum değildi benim için. En nihayetinde herkes bu cemiyetin bir yerine tutunmuş vaziyette; herkes ya müzisyen, ya da müzisyen arkadaşları var. Hal böyle olunca, cemiyete yani kalabalığa, bir yığına yapılmış eleştiriye verilen tepki iki çeşit oluyor;

1) Ben o yığına dahil değilim!
2) O yığını yanlış tanımlıyorsun!
2a. Çok mu kolay sanıyorsun?
2b. Konuşacağına sen de yap, görelim.

10 senedir Türkiye müzik cemiyetinin içerisindeyim. Bundan 10 sene evvelinin gözde janrlarından heavy-metal/alternatif-metal icra etmekte olan İstanbul sınırları içerisindeki herkesle tanışıklığım oldu. Mesele daha da derine inince, "malum pasajlar"ın malum plak şirketlerinin elemanları, o elemanların 90'larda kurduğu grupların diğer üyeleri ve saire derken, Türkiyedeki alternatif müzik sahnesine dahil olan neredeyse herkesle bir temasım oluştu. Bugün burada, kim neyi ne için ve nasıl yapıyor anlatırken, hariçten gazel okumuyorum, bizatihi gördüklerimi, gözlemlediklerimi, yaşadıklarımı anlatıyorum.

Bunu yaptığım için hiç bir zaman sevilen biri olmadım; ortada yanlış gördüğüm bir şey varsa çenemi kapalı tutamıyorum. Doğruyu savunamadığım ve doğrunun peşinden gitmediğim sürece varlığımın bir anlamı kalmıyor, bu ilkokulda da böyleydi ki sağolsunlar o dönemin anamuhalefet lideri Mesut Yılmaz'la özdeşleştirmişlerdi sınıf arkadaşlarım, şimdi de böyle. Burada bir eleştiride bulunurken, şu grubu beğenmiyorum, bu insanları sevmiyorum, şu klip bir halta benzememiş diye kendi fikrimi maddeleştirirken, biliyorum ki birinin ayağına basacağım, o biri benden nefret edecek, sen yapaydın çok bilmiş diyecek. Bu gerçeği umursamıyorum, yazarken insanlar beni sevsin diye yazmıyorum zira.

Türkiye'nin cemiyet yapısına döner ve eleştiri üzerinden sevip-sevilmeme tartışmasına odaklanırsak, eleştirinin ilişkilerdeki yıkıcı kuvveti hakkında yaşadığım geçmiş bir olayı paylaşmak isterim.

2001 yılında beş-altı kişi kafa kafaya verip bir e-zine yapmaya karar verdik. E-zine'i belli bölümlere ayırdık, müzik bölümüne haliyle ben talip oldum. Ama sadece ben değil, hepimiz yaptığımız işi öyle önemsiyor, çok mühim bir şey yaptığımız sanrısıyla hareket ediyorduk ki, ben ilk sayı için Londra'nın altını üstüne getirip punk doğum lekelerinin izini Saadettin Teksoyesk bir araştırmacı muhabirlik bilinciyle ararken, bir diğeri hakkında yazacağı bilgisayar oyununun dağıtıcı şirketinin proje müdürüyle telefonlaşıyor, beriki Türk Silahları Kuvvetleri'nin web sitesini hazırlıyormuş gibi gecesini gündüzünü kodlamaya veriyordu. En nihayetinde biz yazmış, biz okumuştuk ama tatmin de olmuştuk.

Üçüncü ya da dördüncü sayı için The Climb ve Antisilence hakkında yazmaya karar verdim ki dönemin en popüler Türk gruplarıydılar ve Değirmendere'de bir konser verecek olmaları muhabirlik oyunumu oynamam için eşi bulunmaz bir zemin hazırlıyordu. İki grubun üyeleriyle de tanışıyordum, hatta Antisilence'ın üyelerinden bir tanesiyle oldukça yakın bir dostluk kurmuştuk, ikimiz de aynı boru entonasyonundaki seslere sahip olduğumuzdan büyük ihtimalle.

Sadece 25-30 kişinin izlediği, deniz kıyısına sadece iki-üç metre uzaklıktaki minyatür bir amfide gerçekleşen bu konser, hiç tartışmasız hayatımda izlediğim en iyi konserdir ki hakkında kesinlikle yazı yazacağım yakın bir zamanda. Arkasında batmamak için direnen turuncu bir güneş varken gözlerini kapatıp "spineless" diye bağıran ve tüm bunları yaparken mikrofona, o bağırdığı kişiye dokunurmuş gibi dokunan, konser boyunca gitarından gözlerini alamayan bir The Climb'ın ardından, dondurmalar hakkındaki mühim düşüncelerini bizimle paylaşan Antisilence pek garip olmuştu elbette. Konserin ardından, grubun şarkı sözleri hakkında ufak bir eleştiride bulunduğum arkadaşımın üzüntüsünü ve hiddetini öyle yoğun bir şekilde hissetmiştim ki, o anki duygularını kağıda aktarabilseydi ve bir şarkı yazsaydı milyonlar tarafından dinlenen bir nefret şarkısı olurdu. Bir elde vişne-vodka kadehi tutarken diğer elimizi de sinek kovalarmış gibi sallayarak eşlik ettiğimiz "hadi sen git işine/ ben de zaten yeni aşklardayım/ koynuma girdi sevgilim/ taktım şarzı fişine" konseptli şarkılardan çok daha gerçekçi, çok daha ağır bir nefret şarkısı olurdu ortaya çıkan, hiç şüphem yok.

O döneme ait hafızamı kurcaladığımda, karşıma şöyle bir soru çıkıyor: Ben mi müzik yapan herkesi tanıyordum, yoksa tanıdığım herkes mi müzik yapıyordu? Sanıyorum ki bunun cevabı ikincisiydi; insanlar içlerindeki bir şeyi dışa vurmak, bir şeyler anlatmak, sinir uçları arasında mekik dokuyan hisleri veyahut fikirleri somutlaştırmak için değil, sadece müzik yapmak için müzik yapıyorlardı ve bu zor değildi. Şu an bandrollü albümü bulunan ve Dream Tv, Mtv Türkiye gibi belli başlı müzik kanallarında klipleri dönmekte olan bir grubun bir üyesinin gitar çalmayı hiç bilmeden, altını çiziyorum hiç bilmeden, 3 yıl boyunca bilfiil müzik icra etmesi az önce dillendirdiğim sorunun cevabını bulmamdaki en mühim ipucu.

İşte bu garabetin altında "ben de yapmalıyım" dürtüsü yatıyor. Bu sadece bize özgü bir dürtü değil, baktığımızda şu an göz önünde olan dünyaca ünlü yüzlerce ismin de benzer bir ruh haline sahip olduklarını görebiliriz. Bu, öykünmenin ötesinde olan bir ruh halidir; zira öykünmede belirli sınırlar olmasına karşın, "ben de yapmalıyım" dürtüsünün sonu gelmez. Hiç uzağa gitmeden, neden herhangi bir adamın berbat sesine rağmen popstar olmak için çabaladığını sorgulayabiliriz. Neden herkes film çekmek istiyor, neden senaryo yazmak istiyor, neden kötü şiirleri burnumuza dayıyorlar, neden berbat müziklerini bize dinletmek için atmadıkları takla kalmıyor, neden çektikleri fotoğrafları göstermek için bu kadar büyük bir yarış halindeler?

Yapılabilecek en kötü şey, bir şeyi kötü yapmaktır, hiç yapmamak daha iyi bir tercihtir. Bugün ben, onlarca insanın myspace'lerinde "bzzzzzzt, jzzzzzzzzt, tak tak tak tak tırrak tak tak, bzzzzzzzt, jzzzzzzzzzzt" seslerini dinlemekten fena halde sıkılmış vaziyetteyim lakin bunların "müzik" diye yayınlanmasına üzülüyorum; ama "experimental music, noise, çokağırkafalımüzik" gibi bir alt-başlığa sokarsak tüm bu saçmalığı meşrulaştırmamız mümkün olduğu için yapan açısından hiç bir sorun kalmıyor. Bırak bir cümleyi, iki kelimeyi birbirine kavuşturamayacak kadar Türkçe fakiri birinin şiir diye deli saçma notlarını okutması da benzer duygular uyandırıyor ki o da nasıl olsa saçmalığını "modern şiir" kılıfına sokabiliyor rahatça. Buna benzer bir çok şeyden bahsetmek mümkün. Mesela kız arkadaşınızın suratına boşalıp fotoğrafladığınızda, o fotoğrafa sanatsallık katan tek öge lümpenlik faktörüdür ve o fotoğrafla pornografi arasındaki tek fark tenasül uzvunuzun komik boyutudur, mastürbasyon yapıp ne halt yediğinizi kamerayla görüntülüğediğinizde ve araya anlamsız glitch efektleri koyduğunuzda da film yapmıyorsunuz, tek yaptığınız şey bir şeyi layıkıyla yapamıyor olmanızdan ötürü gösterdiğiniz acziyettir ki aklı selim birinin halinize bakıp ahûvah etmesi yapılacak en doğru şey olacaktır.

Ben bunları dile getirdiğimde insanlar benim Türk cemiyetini, Türk müzisyenlerini eleştirdiğimi düşünüyor. Gidip İspanyadaki müzik sahnesini eleştirecek değilim, Pablo'yu tanımam, Estaban'la en fazla merhaba-merhaba, Fernando'nun derdi ne bilmem. Ama Endonezya müzisyeni, kişi başına düşen milli geliri Türkiye'nin üçte biri olmasına rağmen, "Jakarta'da müzik yapmak çok zor" demiyorsa, ben o adama saygı duyarım. Yoksa şu bir gerçek ki, İspanyadaki Pablo da, Fransadaki Jacques da, Rusyadaki Vladimir de aynı küresel paydada, "ben de yapmalıyım" dürtüsüyle hareket ediyorlar.

Ben buna karşı hassasiyetle yaklaşıyorum, zira benim Sanat kavramını algılayış biçimim ulvi bir elekten geçiyor. Yapım böyle, böyle yontulmuşum; mutlaka hepinizi etkileyen bir şiir, hüzünlendiren bir şarkı, eğlendiren bir film vardır ama ben ne zaman Attila İlhan mısrası duysam aynı şekilde kanım donuyor, ne zaman The Black Heart Procession dinlesem nöronlarım aynı duyguları harekete geçiriyor, ne zaman The Fall izlesem karşımda sevgilim gözlerimin içine bitmek bilmeyen bir aşkla bakıyormuş gibi hissediyorum. Zira, Sanat hissetmekle ilgili bir şey, hissi ortaya çıkaran, elle tutulur, gözle görülür, kulakla duyulur bir hale getiren ulvi bir süreç. Hiç tanımadığın birinin gözyaşlarına böyle dokunuyorsun, tanımadığın birinin kahkahasını böyle atıyorsun, hakkında en ufak bir şey bilmediğin bir aşkın özlemini böyle yaşıyorsun. Bu bir dürtüdür, gözyaşı gibidir, kahkaha gibidir, bağırıp çağırmak, yumruk atmak gibidir. Geldiğini hissedersin, engel olamayacağını bilirsin ve dışarı çıkartırsın; hüznün artık sadece kimyasal bir reaksiyon değil, gözyaşı olmuştur ve yaşadığın sevinç ses dalgaları haline gelmiştir. Hüznünü bir şiire, sevincini notaya, isyanını bir filme dökerken de bu dürtü vardır, çıkacak bir yer arıyordur, bir ses teli ya da bir gözyaşı bezi gibi, parmak uçlarından dökülür, kağıda geçer ya da filmde iz bırakır. Sürecin kendisi bile akılalmaz bir kutsiyet ve efsun taşıyor başlı başına, böyle bakacak olursak. Ve böyle bakacak olursak hassasiyet neredeyse dinsel bir dogma haline geliyor, doğallaşıyor, kanıksanıyor. Lakin bu efsunu öldüren tek bir şey var ki, o da yapma zorunluluğudur. Nasıl ki zorla ağlayan bir adam mideni bulandırır, nasıl ki zorla kahkaha atan bir sunucudan nefret edersin, zorla müzik yapan, zorla şiir yazan, zorla film yapan da aynı hisleri uyandırır insanda, zira her notada, her mısrada, her sahnede hissedersin zorlamalığı, tıkanmış bir lavabonun pis kokusu gelir burnuna.

Ara sıra mesajlar, mail'ler alıyorum. Türkiye'den olduğu kadar Almanya'dan, İtalya'dan, şuradan buradan insanlar "post-rock yapıyorum, dinler misin" diyorlar. Dinlemeye gerek duymuyorum, çünkü bir müzisyen "ben şu janrı yapıyorum" diyorsa yaptığı işin tamamen zorla ortaya çıktığını biliyorum. Ki sorun budur, karşı çıktığımız budur, eleştirdiğimiz budur, samimiyetsizlik dediğimiz bunun ta kendisidir.

Şu blog işine girdiğim günden beri, bir çok müzisyenin (ki buraya parantez içinde ünlem koyarak yerel gazete tadı yakalamak istediğimi itiraf ediyorum) MySpace ya da last.fm gibi sitelerdeki işlerine bakma fırsatı yakaladım. Gördüğüm şu; kırk yıllık sahil gitarcılığının adı, arpej biraz yavaşlayınca ve arkaya Reason'dan iki düm-tek koyulunca "post-rock", "indie-folk" oluyor. Çok şükür ki bunun sayesinde yeni aldığınız kazakla çektirdiğiniz, amazon'dan bir ton kargo ücretiyle getirip sergilemek için yanıp tutuştuğunuz hardcover kitapları okurken pozlar verdiğiniz fotoğrafları gösterme şansınız oluyor, yaptığınız işe "indie-folk" demeseniz ne "ben de indie-folk yapmalıyım" açlığınız tatmin olacak ne de insanlar ilgi gösterecek, bu yüzden saçmalamanın serbest olduğu bir noktada yaptığınızın meşruiyet sınırları yok, kırtasiyeden aldığınız bir orgu gündelikçinize çaldırsanız bize müzik diye yedirebileceksiniz. Geldiğimiz nokta bu, yüzbinler satan ünlü abuk sabuk grupların da desteğiyle.

Ben bunları söylediğimde, bunları eleştirdiğimde, bunlardan dem vurduğumda devamlı olarak Türkiyedeki tüm müzisyenleri küçümsemekle itham ediliyorum. Bu yanlış bir tespit, zira eleştirdiğim dürtünün evrensel bir yapı taşıdığını bir çok kez vurguluyorum. Ama en nihayetinde, bunun örneklerini etrafımda daha sık görüyor olmam ayırıcı bir özellik taşıyor. Bugün Almanya'da yaşıyor olsam ve Almanlar "para yok, fırsat yok, Hoffenheim'da Berklee vardı da biz mi gitmedik" deseler, ben de bu blog'da "Türken raus diye aşağıladığınız adamlardan DANdadaDAN, The Climb, Radical Noise gibi gruplar çıkıyorken sen blutwürst yiyorsun a dummkompf" diye yazılar yazacaktım. O yüzden eleştirileri böyle bir okumayla tahlil etmek gerekiyor.

Bu meselenin genel kısmı, abecesi. Daha da özel bir boyutu var elbette, ona da bir dahaki yazıda değiniriz.

2 mırıltı.:

madafaka said...

Endonezya yazısına farklı bir yerden bakarak kallavi bir yorum hazırlıyordum; sondaki optimistik cümlenin yanlış olduğunu açıklamaya çalışacaktım. Ki bu yazı reader'a düştü ve okuyunca yorumu göndermemek durumunda kaldım. Müzik cemiyetine sokulmuşluğum yoktur; ancak "cemiyet" dediğimiz güruhların dinamikleri ve ilişkileri birbirine benzer tabii.
Bu Abece'yi okuyunca o cemiyet içerisinde takındığın tavrı, yerini ve rolünü anladım. Saygı uyandırdı tabii. Şimdiye kadar anlamamış olmam da benim salaklığımdır, özür dilerim. The Climb-Antisilence yazısını beklerim.

Selamla.

Radnor said...

her bağlamda kendini ortaya koyanın azlığından dolayı 'benyaptımolducu'larının eleştiriye tahammülsüzlüğü tavan yapmış bir ülkedeyiz zaar, tümden destekliyorum yazını valla, helal ossun