20090510

The Black Heart Procession - Two





















"Herkesin inandığı bir şey vardır bu amına koyduğumun hayatında. Benimkisi de sensin, n'apayım." diyordu Bekir, Kader'in o son sahnesinde. Herkesin inandığı şeyi, bir de yaşama şekli var. Bu bir kalıp oluşturuyor zihnimizde, ruhumuzda. Farkında olmadan bu kalıptan, bu yol haritasından faydalanıyoruz, adına fıtrat diyoruz ya da prensipler. Aslında hepsi bir ibadeti işaret ediyor. İnandığı Allah olan bir Müslüman'ın inanma şekli besmeleyle, dua ile, namaz ile oluyor. İnandığı Uğur olan bir Bekir'in inanma şekli başını eğip yürümek oluyor. Müziğe inanan biri müzik yaparak inancını besliyor, edebiyata inanan yazarak.

Arapça nadide olduğu kadar da tuhaf bir dil. Her dil gibi, toplum hayatına sirayet eden mefhumları bollaştırıyor, bunlara bir hakimiyet bahşediyor. Devenin tüyüne farklı bir isim, devenin su içtiği nehir kenarına farklı bir isim verilerek aslında bir nevi toplumun develere olan borcu ödeniyor kollektif bilinçaltında. İbadet kelimesi de bu noktada karşımıza ilgi çekici bir biçimde çıkıyor. Bir ucu ağaca, bir ucu devenin ayağına bağlanan ipe verilen isim "ibad". Müslümanlıkla birlikte "kulluk" kavramıyla tanışan Arap halkı, devenin sahibine "mabud" (Beni mabud edin. Tâhâ 20/14), ayaklarını bağladığı ağaca "mabed", kendine "âbid", yaptığına da "ibadet" diyor. Yani inancımızdan, inancımızı yaşama şeklimizden bahsederken aslında kendi kendimizi ayaklarımızdan hangi ağaca ve ne şekilde bağladığımızdan bahsediyoruz.

Bu gezegendeki milyarlarca insanın inancı, o insanların ayakları, o insanların ağaçları ve iplerini tahayyül edersek, delirecek gibi oluyoruz. Çok para kazanıp zengin olmak için, azıcık ilgi görüp varlığını kanıtlamak için, bir gram kokain içip varlığını unutmak için, bir iki damlacık adrenalin salgılamak için, bir iki damlacık boşalmak için, bir kıvılcım çakıp bir şeyleri yakmak için,hayatlarına hükmedenler tanıdım, sadece yazarken aklıma gelenler bunlar. Tüm bu insanlar, bu inançlarını ibadete dönüştürüyorlar, ayaklarının hangi ağaca bağlı olduklarını gösteriyorlar. O yüzdendir ki mesela bir taşa değer biçip ona para vermekten çekinmiyorlar, salgıladıkları adrenalini başkalarıyla paylaşmak için yanıp tutuşuyorlar, tutuşturdukları şeyin alev alev yanmasını başkaları da izlesin istiyorlar.

Bendeniz, hissetmeye inanıyorum. Görmeye, dokunmaya, duymaya, koklamaya, tatmaya ve hepsinin toplamında sevmeye, o ruhsal hissiyata. Galiba küçüklüğümde de baskın olan bu inanç beni uslanmaz bir şekilde yüzümü sobaya bastırmaya zorluyordu ya da herkese dokunmaya, bilmiyorum. Bilinçli olduğum zamandan itibaren ise ciddi bir inançla bunu yapıyorum; kendimi bildim bileli hissetmek için özel bir çaba sarfediyorum. Daima bir şeyi sevegeldim. Bazen iki şeydi, bazen üç şeydi, bazen bir sevdiğimden nefret ettim, bazen nefret ettiğimi sevdim, bazen her şeyi sevdim, ama hiç bir şeyi sevmediğim zaman olmadı. İnancım bu iken, ibadetimin de bu hissetmeyi yansıtması icab ederdi; hissedileni yansıtmanın adı benim lügatımda sanattır. Lakin sanat konusunda pek de becerikli olamadım asla. Katiyyen resim çizemem, fotoğraf ve sinema için hep ertelemelerim bakiydi. 10 yıldır kemanın teline dokunmuş değilim, piyano tuşlarına temas etmemek için bahaneler üretmekte başarılıyım. Yıllar sonra tiyatroyu kısıtlı bulup umursamadım. Bazen şiirsel olabilirim ama şair değilim -ki bence neredeyse kimse değil-. Galiba tek becerebildiğim şey, yarım yamalak da olsa anlatabilmek.

Ne var ki bu konuda da önüme engel koymaktan vazgeçemiyorum. İbadıma aykırı bir ayağa sahip olunca, bazen hissettiklerimi yansıtmaktan kaçmak doğru geliyor. Kafamda dönüp dolanan çift rakamlı sayılara ulaşmış masallar, hikayeler var. Neden bilmem yazamıyorum, yazsam okutmuyor, söylesem dinletmiyorum. Belki fazla özelime dokunuyor, kendimi koruyorum. Okul sırasında kafası bozulduğu şeyi dersle ilgili bir konuya bulayıp zekice mesaj verdiğini zanneden salak zihniyete olan öfkemden belki; ben kafam bozulduğunda susmayı tercih ettim hep. Susamayacak duruma geldiğinde bağırdım ya da yumruk attım, sonra bir daha o konuda konuşmamacasına susmaya geri döndüm. O yüzden bağırdıktan, yumruk attıktan sonra bir daha sessizliği bozarmış gibi, attığı ya da yediği dayaktan bahsedermiş gibi hissediyorum çoğunlukla yazarken, zorlanıyorum. Galiba bu yüzden de hikayeler, masallar yazmak yerine, salt benim yaşadıklarımı eğip büktüğüm bir şeyler anlatmak yerine müzikten, televizyondan, sinemadan bahsediyorum. Bahsediyorum ki siz de benim yaşadığımı yaşayın, hissettiğimi hissedin, sizin de hissedebileceğiniz bir şeyden bahsedeyim ki sükunetimi en azından parçalara bölüp, kendi parçamı saklayabileyim.

Niye bunları anlattım, neden bunlardan bahsettim? Çünkü bu albümü siz de dinleyebilirsiniz, siz de hissedebilirsiniz, bu herkese ait bir şeydir, paylaşılabilirdir, ortaktır. Ama bu paylaşılabilenler arasında, benim sükunetimin en fazla tesir etmiş olduğudur hiç tartışmasız. Ben bu albümü yıldızların masallarını kendi kendime anlatırken dinledim, Ay'ın kocaman turuncu gövdesiyle gökkubbeyi fethe çıkmasını izlerken dinledim, bir kaç yüz metre ötemde bir bomba infilak ederken dinledim, aşk içimde infilak ederken dinledim, fevkalade bir huzurla koynumda sevgilimle dinledim, fevkalade bir yalnızlıkla tavanı izlerken dinledim, içerken dinledim, ağlarken dinledim, kusursuz bir eli tutarken dinledim, kusurlarla dolu bir eli iterken dinledim. Ben bu albümü sevdim, her notasında bir hormonum, bir nöronum, bir gözyaşım ya da bir tebessümüm saklanmıştır. Bu yüzden benim ibadetimin besmelesidir bu albüm , en nadidesidir. Ki o kadar zaman sonra kendi parçamın sükunetini bir nefesle bozuyorken, o nefesin ilk hecesi bu albüm oldu. O yüzden bu yazının geri kalanında, sizin de bir şeyler hissedeceğiniz bu albümle ilgili, kendi parçamdan olmayan bir şeyler yazmak istemiyorum. Muhakkak siz de The Waiter #2 dinlerken fersahlarca uzaktaki bir yüreğin atışıyla ilgili bir şeyler hissedersiniz, Your Church Is Red esnasında yüreği nefretin zifiri karanlığıyla mühürlenmiş olanlar canlanacaktır zihninizde, binlerce yıl önce kurulmuş bağlar ve hiç ayrılmayacağınız yerler belirecektir When We Reach The Hill'de. Hepsi sizin tasavvurunuza ve tasarrufunuza bağlı. Ama bu sefer bencilce bir sebepten, bu sefer sadece benim hislerim yüzünden, bu sefer sadece ben hissettiğim için, ben sevdiğim için burada bu albüm. Hissediyorum, o halde varım. İyi ki varım, iyi ki hissediyorum.


Sanatçı: The Black Heart Procession
Albüm: Two

Şarkı listesi:
1- The Waiter #2
2- Blue Tears
3- A Light So Dim
4- Your Church Is Red
5- When We Reach The Hill
6- Outside The Glass
7- Gently Off The Edge
8- It's A Crime I Never Told You About The Diamonds In Your Eyes
9- My Heart Might Stop
10- Beneath The Ground
11- The Waiter #3

DOWNLOAD.

4 mırıltı.:

Anonymous said...

Herkesle paylaş.

mert. said...

asla sınıflandıramıcağımız gruplar arasında en ön sıralarda the black heart procession.ne bi klasik indie grubu,ne de rock.ama önemli olan zaten sınıfı değil dinlerken hissettiklerimiz.bazen sizi en ağır doom grubundan daha beter duruma sokabilir,bazen eğlendirebilir.ama gecelerinizi daha karanlık yapıcağı kesin bişe.ve sadece two değil,diğer tüm albümlerini bulun,indirin.

Anonymous said...

belli bir dozajı olması taraftarıyım bu albümün. en azından herkesin kulağının kiri vurmamalı şarkılara, bunun düpedüz enaniyet olduğunun da farkındayım. bhp'nin bizatihi kendisi bencil bir grup çünkü. gently off the edge ile müşerref olmuştum kendileriyle. bitmiş bir şarkıydı o, bitmiş bir anıma denk geldiği için yekvücut oldum şarkıyla. küçük İskender'in kıyıda köşede kalmış dizeleri gibi o anda yakaladı. bhp çaldığı için mi acı var, yoksa acı çekildiği için mi bhp dinliyor gibi klasik sorulara girmeden, albüm için söyleyeceğim en öznel şey tüm bhp albümleri arasından en temayüz eden albüm olması.. bu yüzden bir dozajı olmalı. büyü bozulmamalı..

dream endless. said...

Bir ölçüde katılırım. Bu blog dahilinde en fazla kafamı kurcalamış yazı, bu belirtilen sebeplerden ötürü budur.