Ukalalık olmasın, çok şey dinliyorum. Haftada en az 5-6 yeni albüm dinlemezsem bir yanım eksik kalır, evde sabahın ilk saatlerine kadar yahut dışarda belki de insanların huzurunu bozacak kadar müzik dinliyorum. Bu kadar şey dinlerken, biri de gelip "en sevdiğin müzisyen kimdir" diye sorduğunda diyecek bir şeyim kalmaz, her birinde farklı bir şey yakalıyorum çünkü. Nasıl "anneni mi daha çok seversin yoksa babanı mı?" diye sorduklarında apışıp kalıyor ve o küçük yaşımızda ikisinin de sevgisinin ayrı olduğunu, ikisinin sevgisinin farklı hisler doğurduğunu anlatamıyorsak aynı şey bu durumda da geçerli.
En sevdiğim değil belki ama last.fm'e göre en fazla dinlediğim grup The Black Heart Procession. Sahiden de en hayat dolu olduğum anlardan yüreğimin kapkara olduğu zamanlara, koltuğa uzanıp avizenin gölgesini izlediğim yapayalnız gecelerden kollarımın ve kalbimin dolu dolu olduğu günlere kadar birçok sahnenin fon müziğini The Black Heart Procession doldurdu. Öyle ya, anılar sadece görüntüden ibaret değil, bir meltemin taşıdığı bir koku ya da bir yağmur damlasının dokunuşuyla mühürlenirler ya da 16'lık bir nota dahi koca bir günü hatırlatabilir insana. O 16'lık notada ne kahkahalar, ne gözyaşları, ne özlemler, ne umutlar saklıdır; işte müziğin gücü burda yatar ve işte o yüzden bu derece aşığız. O yüzden her aşkımızı bir şarkıya, bir albüme, bir gruba ihale edebiliriz, başka türlü eksik kalırdık.
Herkes için değişkenlik gösteren bu durumda, belli ki benim için en önemli isim The Black Heart Procession. Madem öyle, madem her notası, her sözü korkunç bir önem taşıyor benim nezdimde; madem üzerine edebileceğim lakırdı ziyadesiyle mevcut ve madem limbo pillow'daki nihai amaç bir his paylaşımı platformu oluşturabilmek, The Black Heart Procession albümleriyle bu paylaşıma gerçek değerini vermek için geç bile kaldığım söylenebilir.
Efendim, The Black Heart Procession, 1997 yılında Tobias Nathaniel ve Pall Jenkins tarafından kurulmuş bir grup. Her ne kadar kayıtlarda ve konserlerde bir çok kişi grupla birlikte çalmış olsa da, grubun özünün bu iki isim olduğunu söyleyebiliriz. Piyano ve gitarın olağanüstü harmonisine bir de duyup duyabileceğiniz en güzel şarkı sözleri eklemlenince ortaya böyle harika bir isim çıkıyor işte, ve bu ismin ilk ürünü, 1998 yılında geliyor, One.
İşbu albüm -Three haricinde- grubun her albümünde yeniden yorumlamayı yahut yeniden algılamayı gelenek edindiği The Waiter şarkısıyla başlıyor ve ilk dinleyen biri bile, albümde (ya da bu uzun The Black Heart Procession yolculuğunda) ne ile karşılaşacağını az çok farkedebiliyor. The Waiter tabii ki bir garsondan bahsetmiyor. Necip Fazıl'ın Beklenen'i vardır ya hani, Ne hasta bekler sabahı/ne taze ölüyü mezar/ne de şeytan günahı/seni beklediğim kadar. dörtlüğüyle ünlü; işte buradaki bekleme durumunu, yıllar ve albümler boyunca devam ettiren bir Bekleyen'den bahsediyoruz (ki Necip Fazıl da Beklenen'e, Bekleyen açısından bakmıştır). Öyle bir şarkıdır ki bu The Waiter, gerek notasıyla, gerek sözüyle, sirayet etmediği hücre bırakmaz. Sadece hücre değil, bu sayfanın en yukarısındaki küçük kulübe de, işte bu şarkıda geçen kulübedir.
Release My Heart'ta bir suça değinir The Black Heart Procession ki, bu suçun ne olduğunu, hangi elmaslardan söz ettiğini çok sonra anlatacaktır bize. Ve bu suçun diyeti için "al bıçağı eline ve serbest bırak kalbimi" derken bir rahatlığı aşılar aynı zamanda. Ne kadar borçlu olduğumuzu kalbimizin doluluğuyla ölçeceksek eğer, bu borcun altından sadece yine aynı kalbi geri vererek ödeyeceğimizi hissettiğimiz anların hatıramızda canlandığı -gözlerdeki elmasların suçunun, kimin kimden ne çaldığının gizlendiği- bu şarkıdan sonra, Even Thieves Couldn't Lie diyecektir The Black Heart Procession; "bir hırsız bile/o gözlere bakıp yalan söyleyemezdi". Ama şarkının vurucu yeri orası değildir, birlikte tahayyül edilen yaşamların doluluğunu anlatan bölümdür, herkesin bir an olsun yaşamış olduğu "çekip gidelim buralardan" duygusunun üstümüze huzur dolu bir kürek mezar toprağı gibi çöktüğü bu şarkıda.
Merak etmeyin, her şarkıyı böyle değerlendirip hayallerinizle oynayacak, düş dünyanıza müdahalede bulunacak değilim. Sadece bu "şarkılar ne çağrıştırıyorculuk" oyunu hoşuma gitmiş gibi gözüküyor ve çağrışım portfolyosu korkutucu boyutta olan bu grubun bu şarkıları söz konusu olunca kendime hakim olamıyorum, galiba pek de hakim olmak istemiyorum.
Sanatçı: The Black Heart Procession
Albüm: One
Şarkı listesi:
1- The Waiter
2- The Old Kind Of Summer
3- Release My Heart
4- Even Thieves Couldn't Lie
5- Blue Water/Blackheart
6- Heart Without A Home
7- The Winter My Heart Froze
8- Stitched To My Heart
9- Square Heart
10- In A Tin Flask
11- A Heart The Size Of A Horse
DOWNLOAD
En sevdiğim değil belki ama last.fm'e göre en fazla dinlediğim grup The Black Heart Procession. Sahiden de en hayat dolu olduğum anlardan yüreğimin kapkara olduğu zamanlara, koltuğa uzanıp avizenin gölgesini izlediğim yapayalnız gecelerden kollarımın ve kalbimin dolu dolu olduğu günlere kadar birçok sahnenin fon müziğini The Black Heart Procession doldurdu. Öyle ya, anılar sadece görüntüden ibaret değil, bir meltemin taşıdığı bir koku ya da bir yağmur damlasının dokunuşuyla mühürlenirler ya da 16'lık bir nota dahi koca bir günü hatırlatabilir insana. O 16'lık notada ne kahkahalar, ne gözyaşları, ne özlemler, ne umutlar saklıdır; işte müziğin gücü burda yatar ve işte o yüzden bu derece aşığız. O yüzden her aşkımızı bir şarkıya, bir albüme, bir gruba ihale edebiliriz, başka türlü eksik kalırdık.
Herkes için değişkenlik gösteren bu durumda, belli ki benim için en önemli isim The Black Heart Procession. Madem öyle, madem her notası, her sözü korkunç bir önem taşıyor benim nezdimde; madem üzerine edebileceğim lakırdı ziyadesiyle mevcut ve madem limbo pillow'daki nihai amaç bir his paylaşımı platformu oluşturabilmek, The Black Heart Procession albümleriyle bu paylaşıma gerçek değerini vermek için geç bile kaldığım söylenebilir.
Efendim, The Black Heart Procession, 1997 yılında Tobias Nathaniel ve Pall Jenkins tarafından kurulmuş bir grup. Her ne kadar kayıtlarda ve konserlerde bir çok kişi grupla birlikte çalmış olsa da, grubun özünün bu iki isim olduğunu söyleyebiliriz. Piyano ve gitarın olağanüstü harmonisine bir de duyup duyabileceğiniz en güzel şarkı sözleri eklemlenince ortaya böyle harika bir isim çıkıyor işte, ve bu ismin ilk ürünü, 1998 yılında geliyor, One.
İşbu albüm -Three haricinde- grubun her albümünde yeniden yorumlamayı yahut yeniden algılamayı gelenek edindiği The Waiter şarkısıyla başlıyor ve ilk dinleyen biri bile, albümde (ya da bu uzun The Black Heart Procession yolculuğunda) ne ile karşılaşacağını az çok farkedebiliyor. The Waiter tabii ki bir garsondan bahsetmiyor. Necip Fazıl'ın Beklenen'i vardır ya hani, Ne hasta bekler sabahı/ne taze ölüyü mezar/ne de şeytan günahı/seni beklediğim kadar. dörtlüğüyle ünlü; işte buradaki bekleme durumunu, yıllar ve albümler boyunca devam ettiren bir Bekleyen'den bahsediyoruz (ki Necip Fazıl da Beklenen'e, Bekleyen açısından bakmıştır). Öyle bir şarkıdır ki bu The Waiter, gerek notasıyla, gerek sözüyle, sirayet etmediği hücre bırakmaz. Sadece hücre değil, bu sayfanın en yukarısındaki küçük kulübe de, işte bu şarkıda geçen kulübedir.
Release My Heart'ta bir suça değinir The Black Heart Procession ki, bu suçun ne olduğunu, hangi elmaslardan söz ettiğini çok sonra anlatacaktır bize. Ve bu suçun diyeti için "al bıçağı eline ve serbest bırak kalbimi" derken bir rahatlığı aşılar aynı zamanda. Ne kadar borçlu olduğumuzu kalbimizin doluluğuyla ölçeceksek eğer, bu borcun altından sadece yine aynı kalbi geri vererek ödeyeceğimizi hissettiğimiz anların hatıramızda canlandığı -gözlerdeki elmasların suçunun, kimin kimden ne çaldığının gizlendiği- bu şarkıdan sonra, Even Thieves Couldn't Lie diyecektir The Black Heart Procession; "bir hırsız bile/o gözlere bakıp yalan söyleyemezdi". Ama şarkının vurucu yeri orası değildir, birlikte tahayyül edilen yaşamların doluluğunu anlatan bölümdür, herkesin bir an olsun yaşamış olduğu "çekip gidelim buralardan" duygusunun üstümüze huzur dolu bir kürek mezar toprağı gibi çöktüğü bu şarkıda.
Merak etmeyin, her şarkıyı böyle değerlendirip hayallerinizle oynayacak, düş dünyanıza müdahalede bulunacak değilim. Sadece bu "şarkılar ne çağrıştırıyorculuk" oyunu hoşuma gitmiş gibi gözüküyor ve çağrışım portfolyosu korkutucu boyutta olan bu grubun bu şarkıları söz konusu olunca kendime hakim olamıyorum, galiba pek de hakim olmak istemiyorum.
Sanatçı: The Black Heart Procession
Albüm: One
Şarkı listesi:
1- The Waiter
2- The Old Kind Of Summer
3- Release My Heart
4- Even Thieves Couldn't Lie
5- Blue Water/Blackheart
6- Heart Without A Home
7- The Winter My Heart Froze
8- Stitched To My Heart
9- Square Heart
10- In A Tin Flask
11- A Heart The Size Of A Horse
DOWNLOAD
5 mırıltı.:
harika grup, harika albüm.
black heart porcession ile uzun süredir tanışık olan bünyenin bir süre sonra bhp gibi tınlayan (bunu sözsel olarak değil müzikal olarak anlıyoruz tabii) şarkıları cımbızla çekip ayırıp, ona ayrı bir anlam atfettiği görülmüştür. dinleyin, tek ben miyim bu konuda merak ediyorum. cımbızladığım şarkılarından iki tanesi:
Tarwater - Toyfriend
Shannon Wright - dirty facade
release my heart'ı ithaf etmek isterdim eski sevgilime; beni haziran ayında 10 dakikalık telefon görüşmesi sonucu terk ederek 8 yılı 10 dakikaya ve bir ahizeye sığdıran eski sevgilime. takdir edersiniz ki o şarkının hedef kitlesi böyle sevgililer değil.. şu an bazı şarkıları dinleyemiyorum, aşmaya çalıştığım bir eşik var. ve henüz aşamadım. 2 albümü için "belli bir dozajı olmalı bu albümün" demek istediğimde kastettiğim buydu: "herkesin kulağının kiri vurmamalı bu şarkılara".. aşk için en az 3 kişinin gerektiği gerçeğine iman edenlerdendim. ama paylaşımlarını yaparken insan bazen rasyonel düşünemiyor malumunuz, aşk değişik, çok değişik bir mefhum.. nutuk atmak değil amacım haşa, sadece her özelinizi, sizin için ayrı olan her şeyi paylaşmaya o kadar hevesli olmayın sevgililerinizle. çünkü hepsinde bir ayrılma potansiyeli var siz bunu görmezden gelseniz, üstünü örtseniz bile. değmiyor çünkü.. şimdi release my heart'ı dinlerken geldi bu düşünce aklıma. zira hazirana kadar hiç düşünmemiştim..
değmiyor, dahası yazık oluyor çoğu şarkıya.. anlam kazanmıyor düşündüğünüzün aksine: "ah, terk ettin beni! hadi, gently off the edge'yi açayım da efkarım anlam kazansın.." olmuyor bu. dinleyemiyorsunuz, korkuyorsunuz dahası.. şarkı ölümsüz oluyor, ama bu iyi anlamda değil.. anlatamıyorsunuz işte böyle kolay kolay.. dil/dimağ yetmiyor. iki nokta yan yana dizip duruyorsunuz anlamlardan bihaber..
Böyle şeyler duyunca kanım çekiliyor benim. Yılları ahizeye sığdırmalar, bahanelerle vicdanını akşamdan suya yatırıp hayata mutlu mesut devam etmeler, boğaza kadar yalana batıp hala aynaya bakabilmeye cüret etmeler, ipini gevşeteyim bakalım geri dönecek mi diye oyun oynamalar, neler neler. Bunları hep yaşıyoruz, okuyoruz, görüyoruz, duyuyoruz ama işte benim her seferinde kanım çekiliyor, sanki ben bu muameleye maruz kalmış gibi hissediyorum kendimi. O yüzden tek kelime edemiyorum, etmemeli de insan.
Ama katılmıyorum; hepsinde ayrılma potansiyeli var ön koşuluyla sevmekten vazgeçmek, "Aldanma o masum yüzüne, elbet o da terk edecek bir gün" duvar yazılarından sıyrılmak gerekiyor. Sevgi koşulsuz düşüncesiz bir işlemdir zira, bu düşünceler, bu saklamalar, bu özelde tutmaların adı değil sevgi ve ne olursa olsun da değiyor. Tüm bu yukarıda anlattığım çiğliklerle de karşılaşıyorsa insan, ne gam. Mağdur 8 yıl sonra terk edilen olabilir. Terk eden bir 8 yıl sonra yine telefonda terk edeceği bir başkasıyla mutluluk adını verdiği bir halet-i ruhiye içinde olabilir; ne değişir? Hakem düdüğü çaldığında kazanan ve kaybedenin ligde sıralaması mı alt-üst olur, bir diğeri küme düşerken diğeri kupa mı kazanır? Daha mı erdemli, daha mı huzurlu, daha mı saf olur?
Mesele sonuç değil, süreçtir. Kazanan, her şeye rağmen paylaşan, her şeye rağmen savaşan, her şeye rağmen gözünü kör edip gökyüzünden aşağı kendini atandır. Bunun ödülü de vicdandır, dürüst olduğunu bilmektir. Daha da büyük ödül yoktur zaten dünyada, içi boş, kalbi boş olanlar bilmez kıymetini bunun.
O yüzden değmiyor dememek lazım. Bizim kendimize yüklediğimiz kıymettir paylaşabilmek.
anlıyorum. haklı olduğunu da biliyorum. fakat aşılamayan halet-i ruhiyelerin tezahürü bazen bu şekilde sertçe olabiliyor. (hazımsızlık değil kast etmek istediğim) zaten kastım hiçbir şeyi paylaşmayın değildi, her şeyi paylaşırken dikkatli olundu. müzik, edebiyat yaşam damarları gibidir bazı insanlar için. damarlarınız tıkanabiliyor ve acı verip zorluk çıkarabiliyor tüm bedene. hastalık ruhun bedene isyanıdır der peyami safa, the black heart procession'da böyle oldu bu. önümüzdeki maçlar için the cure ve nick cave'i koruma altına alıyorum (gülme smayliysi var burada) sanırım yedekte b-planı gibi gruplar bekletmek lazım type O negative ya da moonspell gibi (burada da dil çıkaran smayli) çünkü bazen sonuçları buhranlara sebebiyet verebiliyor. bu olay münferit değil tabii ki, sadece benim başıma gelmiyor bunlar. özel biri de değilim ne yazık ki. life goes on diyor ya gregory house, her iki üç bölümden birinde. motto bu sanırım.. e, insan bu diyosunuz her şeyin yekününde ister istemez; korkmayın, alışılıyor..
çok güzel albüm. paylaşımın için teşekkürler ( :
Post a Comment