20080211

"We're Trapped In The Belly Of This Horrible Machine."

Haberler yeni; A Silver Mt Zion'ın yeni albümü nedeniyle Drowned In Sound'a röportaj veren Efrim, Godspeed You! Black Emperor'ın -resmen olmasa da- dağıldığını/bittiğini/yokolduğunu söyledi. Aynen çeviriyorum;

"Godspeed'in son Amerika turnesi, savaşın çıktığı zamana denk gelmişti. Her zaman yaptığımız şekilde, seyirciyle iletişm kurmamız bir hayli güç oldu. Normalde sahnede seyirciyle güncel olaylar üstüne konuşur ve duruşumuzu belli ederiz, ama bu seferki tek taraflı bir iletişimden fazlası değildi. Raf ömrümüzü tamamladığımıza inanıyorum ve artık Godspeed'in 'yapılmaması' gereken bir şey olduğunu düşünüyorum."


Bilmeyenler için şu detayı da es geçmeyelim, grup bu tur esnasında, El-Kaide mensubu oldukları şüphesiyle göz altına alınmış, ardından salıverilmişlerdi. Amerika'nın zenofobik durumu bir yana, Efrim grubu dağıtmalarındaki asıl sebebin Irak Savaşı olduğunu söylüyor yine aynı röportajda.

Godspeed You! Black Emperor ve Efrim benim için özel isimler, daha önce de belirtmiştim; yaptıkları sadece müzik değildi, tavrın müzikal olarak canlandırılmasıydı yaptıkları, bu yüzdendir ki bir çok grubu etkilemişler, belki de yepyeni bir janrın fundamental temellerini atmışlardı. Lakin bu son açıklamayla, things change demekten kendimi alamıyorum. Her zaman sesini yükseltmiş ve bu duruşu gururla taşımış bir grubun öncüsünün bu denli lümpence bir bahaneyle bir efsaneyi silmiş olması çok şaşırtıcı keza.

90'ların sonlarında vuku bulan savaşlar arasında; Kosova'da yirmi bin ölü ve beş bine yakın kayıp, Bosna'da ise yüz bine yakın ölü kaydedilmiş. Ocak 2008 verilerine göre, Irak'ta ölenlerin sayısı 1.266.000 (yazıyla yazalım: bir milyon ikiyüz altmışaltı bin) Bu durum karşısında, 5 yıl sonra eylemde bulunup, eylem modus operandi'si olarak da inaktiviteyi seçen Efrim'in, 90'ların sonlarında yaşanan ölümlere ve savaşlara sessiz kalmışken tepkisini Irak'la verdiğini mi düşünmeliyiz acaba. Kendini her zaman koyu bir anarşist olarak tanımlamışken Efrim Menuck, anarşizmin aslında eylemselliğe dayanan bir ideoloji olduğunu mu gözden kaçırıyor, beslenmiş olduğu kaostan mı kaçıyor, yoksa hepimizi salak mı sanıyor, bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, artık "tra-la-la" grubuyla yaptığı şarkılar varken, aktif bir ideolojik müzik topluluğuna gerek kalmadığını hissetmesi. İşin daha da üzücü yanı, bu hissiyatını bir başka grubun yeni albümünün "tanıtım"ında söylemiş olması.

Bu bize bir şeyi tekrar hatırlatıyor: müzik sadece müzik olamaz. Tüm sanat dallarına bakın, hiç biri müzik kadar kaba değildir. Çünkü görsel duyularımızda filtreleme seçeneği olsa da, işitsel filtreleme imkanımız yoktur, ve yapılan bir müzik biz istesek de istemesek de bize ulaşacaktır. Çok ama çok etkin bir ulaşım yolu ve yarattığı etkiden ötürü etkinliği giderek büyümeye yatkın. Bu etkinliği Adorno iki çerçevede değerlendirmiş; ritmik ya da hissi yatkınlık. Günümüzün mekanikleştiren şartlarında, insan ya mekanik hareketlerine uygun ritmlere ilgi gösteriyor, ya da azalan içselliğimizin ve insanlığımızın eksiklerini takviye duygularla kapatmak isteyip (tıpkı vitamin eksikliğini vitamin haplarıyla kapadığımız gibi) duygu yoğunluğu ihtiva eden şarkılara yöneliyor. Seçtikleri yollar farklı olsa da, iki grubun amacının da en nihayetinde aynı olduğunu iddia ediyor Adorno; insanların ihtiyaçlarını gidermek ve bu doğrultuda daha fazla satmak.

Sinan Çetin'in "Adorno salağın tekiymiş" diye bir sözü var. "Teoman Türkiye'nin ilk sanat yönetmenidir" ve "Şener Şen oyuncu değildir" gibi nispeten daha salakça olan diğer iddialarının yanında, Adorno'nun salaklığı biraz daha üzerinde düşünülesi bir konu olabilir. Bu denli yüksek bir paranoyanın, bizi nihilistik bir sanat trajedisine sürükleyeceği ortada, ama diğer yandan, samimiyetinebu kadar güvenmiş olduğumuz Efrim'in böylesine saçma bir bahaneyle bir efsaneyi silmiş olması ise paranoyalarımızı canlı tutuyor.

Bush efendinin Irak politikaları nedeniyle (!) yokolan bir grubun yanında, yine aynı nedenle (!) bu sefer tekrar doğan bir grup var; Rage Against The Machine. Ne de çok inanmıştık, 15 yaşımızda, dünyayı değiştireceklerine, ve komünizmin mutlak doğru, ideal yönetim biçimi olduğuna, ulaşılabilecek bir ütopyadan çok, Rage Against The Machine t-shirt'leri ve cd'leriyle mutlu mesut yaşayabileceğimiz bir yer olduğuna. Siyasal ve ekonomik konjonktür denen şeylerden habersizdik ve anlaşmalı oldukları Sony'nin silah yapımında kullanılan yan maddelerin üretiminde etkin rol oynadığına değinmiyorlardı şarkılarında. Velhasıl, "sistemin içine girip içinde patlayacağım" yalanlarıyla yutturulmuş Matrix'i de tadında bırakmamışlardı, RATM'i de tadında bırakacak gibi gözükmüyorlar.

En güzel şaka kısa olandır, demişler. Bu yüzden hala Syd Barrett dendiğinde gözlerimiz dolar, Cobain ismini duyduğumuz vakit içimiz burkulur ve lakin aradan 100 yıl geçse de hatırlanacaktır bu isimler, ama hangimiz hatırlıyor Zack De La Rocha'nın kim olduğunu, mesela Green Day'in vokalistinin adı nedir, bilen var mı? Efrim pek tatmin edici olmayan bir nedenle son vermiş olsa da, onun da ve GSY!BE'ın da ismini hatırlayacağız amma, yaptıklarına hürmeten. Belki Syd Barrett kadar değil ama, olsun.

Gerçi Syd Barrett'ı da hatırlamayanlar var, hatta daha kötüsü, müziğin yüz karası Sid Vicious'la karıştıran. Altay Öktem; andropoz sinyalleri almaya başlayınca yeraltı kültürüne göbekten giriş yapıp etraftan topladığı fanzinleri kitaplaştıran, yıllar yılı mizah dergisi Penguen'in sayfalarını berbat yazılarla süsleyen bir adamdır. Geçenlerde yazdığı bir yazıda Syd Barrett'ı Sex Pistols'a sokmuş, genç yaşında öldürmüştü kendisi. İşte bir kültürü sindire sindire almayınca böyle oluyor.

Bizim kültürümüz, kültürü sindirememe kültürüdür, ideolojiyi bir kıyafet olarak algılama kültürüdür, belki en fazla da yeraltı edebiyatçılarında rastlarız bunlara. Cezmi Ersöz ansiklopedilerce ağlamıştır, kaç kere gördüm o berbat giysili küçük kızlara asıldığını hatırlamıyorum. Ha keza Küçük İskender'in yazdığı kitapları toplasan benim 2007-2008 sezonu ısınma sorunum çözülür, ama hala 15 yaşında yazdığım kompozisyonlardan daha iyisini yazamaz.

Gidin piyasadaki dergilere bakın, varolan kültürleri presleyip, incecik dergi haline getirip, hap halinde satmaktan başka bir şey yapmaz çoğu. Müzik mi dedin, şu grubu öğren, bu konsere git. Sinema mı, bu film güzel, bu festivalde karşı cinsinle karşılaşırsın. Şu kıyafetler herkeste var, altına bu ayakkabıyı giymeyi unutma. Zamane insanının yaşadığı yalnızlık hissi, alıntı ve çalıntı, bol gelen kıyafetler gibi içine girdiğimiz kültür yanılgısıyla yokedilmeye çalışılıyor. İşte bu yüzden üniforma gibi tek tip giyinen insanlar görürüz konserlerde, film festivalleri işte bu yüzden çeşme başına dönüşüyor; belirli bir zümreye ait olmak gerekiyor ve bunun için yapacaklarımız, giyeceklerimiz, dinleyeceklerimiz ve izleyeceklerimiz malûm kataloglarda yazılı.

Geçen günlerden birinde, yazdığım blog'u tanımlamam gerekti bir muhabbet esnasında. Müzik blog'u desem, bu kadar yazdığım şeye yazık, "müzikal kültür blog'u" lafı çıktı ağzımdan. Üzerinde düşününce aklıma geldi, sahiden de şu mecrada yapmaya çalıştığım tek şey, insanların kültürlerine kum tanesi büyüklüğünde de olsa bir katkıda bulunmak. En azından bir şarkının yaratmış olduğu değişimi yaratabilirim diye umud ediyorum. Ve gideni bir şarkıyla uğurlarken, kıssanın da hissesini veriyorum: (Lift Your Skinny Fists) Like Antennas To Heaven.

Sevgiler.

5 mırıltı.:

Anonymous said...

Baştan belirtmen gerek: bu yazının ilk yorumu olmaktan gerçekten 'onur' duyuyorum.

Sanatın bir tavır alma biçimi olduğunun giderek unutulmasına üzülmekten, ve bu yüzden de mitlere sarılıp şimdiki zamanın boşlaşmasından üzüntü duyan biri oldum hep. Sanatın anlamını yitirip, bir sanat dalına ilgi duymanın 'kılıfa', 'etikete' dönüşmesine karşı duyduğum öfkeyi ne kadar anlatsam hala şişemin dibine bir şeyler kalır. Ama bugün yitirdiğimiz --ya da sandığımız gibi hiç varolmamış olan-- bir 'değerin' ardından yazmış olduğunuz bu yazı bir molotof kokteyli gibi zihnimi aydınlattı. Keyif aldım, düşüncelerimin alev alışının tadını çıkardım.

Açıkçası uzun süredir "A Silver Mt Zion"dan nefret ediyorum. Nefretimin yoğunluğu yaptıkları işlerin gspe'nin işlerinin yoğunluğunu, düşünsel bütünlüğünü ve eser ürettikleri alandaki 'dili' parçalamaya yönelik pek fazla çaba taşımaması sebebiyle umursamadım baştan beri. Sizin de değindiğiniz gibi 'bir şeyler eksik' ve bu yüzden de çok hafiti onlar. Oysa inanmıştık değil mi ama?

Şuradan yerini seven yetkililere sesleniyorum: ulan bir dergide şu yazının yanına yaklaşan bir metin okumak için neler vermezdim. Ah! neler vermezdim.

Elinize sağlık.

not: "Gerçi Syd Barrett'ı da hatırlamayanlar var, hatta daha kötüsü, müziğin yüz karası Sid Vicious'la karıştıran. Altay Öktem; andropoz sinyalleri almaya başlayınca yeraltı kültürüne göbekten giriş yapıp etraftan topladığı fanzinleri kitaplaştıran, yıllar yılı mizah dergisi Penguen'in sayfalarını berbat yazılarla süsleyen bir adamdır. Geçenlerde yazdığı bir yazıda Syd Barrett'ı Sex Pistols'a sokmuş, genç yaşında öldürmüştü kendisi. İşte bir kültürü sindire sindire almayınca böyle oluyor."

Bu bir vur emridir!!! Harika...

Anonymous said...

yorumu yaparken heyecandan yeryer saçmalamışım, kusura bakmayın...

Pina said...

adornoyu ben yazicaktim insan sezene tesekkurler der !!

K said...
This comment has been removed by the author.
Pina said...

apple yeni dijital gözlük tasarlamış takınca kendine güvenli bir ruh haline girip boş zamanlarında dokunmatik ipodunu çevrendeki hasanlara gösteriyormuşsun, gözün topshop ve bant dergisinden başkasını tanımıyormuş, resfestte kız görmeye gelen her barzo seni konuşuyormuş ve bunlar yetmezmişçesine tüm dünya... sınırlı sayıda üretilmiş sadece facebookta london networkünde olup türkiyede yaşıyorsan ve justice i arkadaşlarına hava atmak için dinliyorsan sana satabiliyorlarmış. başka türlü hayatta olmazmış. prensip denen birşey varmış.