Cobain beynini patlatalı henüz 3 yıl olmuş; okulda poğaça yemek için aldığım harçlıklardan biriktirdiğim parayı ilk kez bir albüm için harcıyorum: In Utero. Bilmem kaç kere döndü o kaset, odama taşıdığım 70'lerden kalma kocaman teybin içinde. Müzikle gerçek anlamda böyle tanışıyorum, henüz dünyayı ve hatta kendi bedenini bile tanıyamamış bir çocuk olarak "müzikal anlayış" duvarıma ilk tuğlayı koyuyorum böylece. Tuğla tuğla diktikten sonra o duvarı, üstünü birbirinden farklı renklerle boyuyorum, kendimi ve dünyayı tanıdıkça, sonra bütün boyalardan ve tüm renklerden sıkılıp bembeyaz yapıyorum duvarı, üstüne koca harflerle tek bir kelime yazıyorum: SAMİMİYET.
İşte bu kelime, müziğe -ve hatta kümülatif anlamda Sanat'a- olan bakış açımın tek filtresi. Samimi olan benim için iyidir, ve her zaman saygıyı haketmektedir. Peki müzikal samimiyeti nasıl anlayabiliriz, tek soruluk final sınavımız bu. Benim için "risk nedir?" saçma sorusuna o ütopik "risk budur." cevabı vermek kadar kolay bunu söylemek; samimiyet budur. Bir şarkıyı dinlediğin anda, 30 saniyede anlayabilirsin sanatçının hangi duyguyla o şarkıyı yazdığını, hangi duyguyla söylediğini, çünkü samimiyet çok çabuk form değiştiren bir tavırdır ve yapanın gözünde göremiyorsan bile sesinde hissetmek, enstrümanını çalan elinde algılamak korkunç derecede kolaydır.
Eminem soruyor; "Eğer istediğin her şeyi, tek bir ana hapsetme şansına sahip olsaydın; onu korur muydun, yoksa gitmesine izin verir miydin?" Faust bu soruyu yanlış (ya da doğru?) yorumladığı için kazandığı (kaybettiği) her şeyi kaybetmişti (geri kazanmıştı). Peki hangisi daha onurluca, Cobain'in her şeye sahipken yaptığı gibi beynini açmak mı, yoksa elimizdekiyle yetinmeyip müziğin pezevenklerinin sundukları uğruna bacaklarımızı açmak mı?
İşte müziğimizin yeni fahişesi post-rock, son 5 yılda defalarca becerilmiş indie'nin yakın dostu. 15 yaşındaki bakireleri arar gibi "the next-bigthing" arayan müzikal endüstrinin pezevenkleri tarafından keşfedildi, 15 yaşındaki bakire çocuklara 10 dolara peşkeş çekiliyor. Kim ne kadar isteyerek bacaklarını açıyor, kim iğreniyor, kim sahne orgy'lerinde en çok becerilen oluyor, tablo açık. Çok uzun zamandır bu janrın öncüsü olmuş isimler var elimizde; Explosions In The Sky, Mogwai, Sigur Rós, Godspeed You! Black Emperor. Last.fm chart'ları bu "4 büyük"ün yanına yeni bir ismin dahil olduğunu gösteriyor bize; 65daysofstatic, post-rock'ın lolita fahişesi.
Çoğu grup gibi başlıyor 65daysofstatic'in hikayesi. Bir kaç kişi ortaya atılan bir fikirle bir grup kuruyor, bodrum katlarında ya da ucuz stüdyolarda yapılan kayıtlardan sonra bir kaç şarkı belirleniyor. Sonra Sheffield'ın, Leeds'in, Manchester'ın o ufacık barlarında, 30-40 kişiye verilen konserler. Çok güzel bir dinamizm getiriyorlar ardından müziğe, The Fall Of Math ile. Retreat! Retreat! dinlediği anda kalbimden vurulmayana insan denmiyor, o kadar etkili, o kadar yoğun ki. One Time For All Time ile, kalbimize çakılan çivi kazığa dönüşüyor ve grup üyeleri yaptıklarının farkına yavaş yavaş varıyor. İşte o an seçimlerini yapıyorlar; elindekiyle yetinme, durma, devam et. Ve aralanıyor bacakları yavaş yavaş; The Destruction Of Small Ideas çıkıyor. Yine aynı "hype" şarkılar belki, ama enstrümanlardan anlıyorsun samimiyetin kaybolduğunu, o berbat tonlu davulları yazan her kimse, hissediyorsun kayıt esnasında "boşver uğraşma, nasıl olsa satıyor ve satacak" dediğini. Şimdi The Cure'le dünyayı turluyor 65daysofstatic, pek yakında bir halta benzemeyen pop dergilerinde görmek mümkün özellikle de bu turdan sonra.
Ama konum 65daysofstatic değil. Sadece grup üzerine, ekşi sözlük'te yaptığım bir tartışmadan sonra ortaya çıktı diyebilirim bu yazının anahatları. Çizmek istediğim portre daha farklı, ve hiç şüphesiz ki bu portrenin tam ortasında duruyor 65daysofstatic. Amacım müzikteki fahişeliği anlatmak. Çünkü bu işten para yiyen pezevenkler oradalar ve biz samimi olmayan bir şeyi tekrarlamaya devam ettikçe, onlar para kazanmaya devam ediyorlar; büyük organizatörler, cd satışlarından kazandığı parayı günde 1 dolara çalışan işçilere veren plak şirketi sahipleri ama çok daha acısı, müzikal endüstrinin sadık köpeği olan müzik medyası.
Türkiye'de üç tane müzik dergisi gönlümde ebedî bir yere sahiptir: Roll, Lull ve Non-Serviam. Kendi paralarıyla bir şey yapmaya çalışan insanların gönülleriyle yaptığı dergilerdi bunlar. Kendi kapaklarındaki sanatçıları, ülkenin en büyük karteli Doğan Grubu'nun beslediği Blue Jean'in kapaklarında da görebilirdiniz. Ama bir tanesinin sayfalarında gördüğünüz samimiyeti, diğerinin "Yakışıklı Mıyım/Değil Miyim" anketlerinden arda kalan sayfalara koyduğu röportajlarda bulamazdınız. Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor, artık The Rolling Stone'umuz var ve daha da önemlisi, renkli katalog görünümünden kopamayan, Bant. Eskiden ortaokul sıralarında Blue Jean okuyup derse soktuğu walkman'inde N'Sync dinleyenlerin izdüşümünde şimdi The Rolling Stone okuyup iPod'unda CocoRosie dinleyenler var. Müziği bir statü göstergesi olarak algılayan neslin yetişmesi asla durmayacak, her adımda buna daha çok inanıyoruz. Artık insanlar Efrim'in Lull'ın sapsarı ve kalitesiz sayfalarında yayınlanan röportajını değil, ambalajı çok güzel ama içi bayat yazıların dolu olduğu sayfaları okuyorlar, işte sana Pitchfork Media, işte The Wire. Muhteviyat azaldıkça görsellik şahlanıyor. Bu endüstrinin ürünlerine baktığınız zaman da kafalarının bomboş ama üstlerinin rengarenk olduğunu görmek de işte bu yüzden şaşırtıcı olmaz.
Kimseden Cobain'in, Efrim'in, Eminem'in yaptıklarını yapmasını beklemiyoruz. Birileri daha fazla para kazanmak zorunda, birileri bu para kazananların üstünden daha fazla statü sahibi olmak için çabalamak zorunda. Ama ey okuyucu, oku. Senin yaradılışını canlandıran musikinin adıyla oku. İşte burada, beş kuruş para ya da bir dirhem statü kaygısında olmadan, anlatıyorum. Yeni para kazanma aracı haline gelmiş "post-rock" ne ola?
Mogwai kurucusu Dominic Aitchison, bir röportajında şöyle buyuruyor, kendisine "post-rock" dendiği vakit:
"Salakça bir terim, hiç bir anlam içermiyor. Bir çok grup post-rock olarak etiketleniyor ama Tortoise gibi gruplarla kıyasladığınız zaman aslında ortak hiç bir yan bulamadığınızı görüyorsunuz. Dolayısıyla bütünüyle muallak bir terim. Medyanın tanzim yapmak için kullandığı bir kolaya kaçmanın sonucu. Eğer ki bildiğiniz anlamda rock'n'roll değilse, öyleyse post-rock'tır. Madem hüzünlü o zaman buna post-rock diyelim. Salakça."
Her kelimesine katılıyorum. Ama kavramlar kendi kendilerini kavramlıyorlar. Söylentiyle ve yanlış algılamayla dahi ortaya çıkmış olsa da, bir süre sonra normatif bir özellik kazanıveriyor ve ortaya "gerçek" bir şey çıkmış oluyor. Her ne kadar bunun kavramsal içeriğini reddetsek de, algısal anlamda kendimizce bir tanım yapmamız bile geçerli bir neden haline geliyor. Bu sakat bir durum, pür neo-classic yapmış bir grubu bile salakça "post-rock" olarak etiketlememize sebep olabiliyor. Lakin bu janr benim için janrlar-ötesi bir durumu çağrıştırıyor, tıpkı klasik müzik gibi, neyin ne olduğu dinlediğin ilk anda kafana çarpıveriyor ve bunun geçerli tek nedeni, yazımın başında da belirtmiş olduğum o hisle örtüşüyor. Nasıl ki sesteki samimiyeti, enstrümandaki hissi algılıyabiliyor isek, yapılan müzikteki tavrın, kafamızda şekillenmiş olan "post-rock şablonu" ile uyuşup uyuşmadığını ölçebiliyoruz. Bu yüzden benim için bu janrı tanımlayan özellikler, avant-garde bir duruşun yanına konmuş drone'lar, ambient öğeleri, klasik kreşendo dur-kalklarından çıkıp tek bir belirleyene, samimiyet eksenine oturuyor.
İşte tüm bu çarpanlar ışığında, kimin neyi ne için yaptığı o kadar net ortaya çıkıyor ki. Limbo Pillow'da 15. yazımı yazıyorum, 15 yazı boyunca yapmaya çalıştığım tek şey, duyguyu ve bağlılığı gösteren grupların hissiyatını diğerleriyle paylaşmak oldu. Tüm bu albümleri buraya koyarken, bu yazıları 0 ve 1'lerden yoğurup anlam yaratmaya çalışırken, tek isteğim; müziği müzik olarak algılayan ve kulağındaki seçici geçirgenliğe güvenen insanlara yardım etmek, çoğalmak. Gün geldiğinde ve para kazanma çabasındakiler farklı kıtaları kirletmeye başladığında, ürünlerin ambalajı değiştiğinde ve içlerindeki beyin çürümeye başladığında, biz paramparça ya da apaydın bir beyinle burada ya da zihinlerde olacağız. Manifestomdur.
Sevgiler.
20080201
It Takes Emotion, It Takes Dedication. It Takes A Death.
söyleyen; dream endless. at 03:44
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
6 mırıltı.:
Sözlükten "helal olsun" diyecektim ama bu tarz hareketleri pek tesvip etmediğim için buraya bir iki kelam edeyim dedim.
Uzun zamandır kafa/kulak, artık ne varsa yorduğum bu müzik hakkında okuduğum en berrak fikirlerdi yazdıklarınız. Umarım bu yazıyla kalmaz diyecekleriniz. Sürmeli... Hata öyle ki; entry ya da blog'daki metin güncellenmeli pdf/doc bir şeyler haline gelmeli. Editleme fikri gerçekten üzerine düşünülesi. Zira kimse kolay kolay dönüp bir entry'yi okumaz.
Meraklıları tenzih ederim.
EK:
Dinlediğim ve fazlasıyla "samimi" bulduğum bir grup This is your captain speaking. Bu grup hakkındaki fikriniz nedir, merak ediyorum açıkçası. Minik bir rica olarak kalsın bu da.
Evvela teşekkürler.
Blog'a yapılan ilk yorumun bilhassa böyle içten bir şekilde yazdığım bir yazıya yönelmiş olması beni çok daha mutlu etti.
This Is Your Captain Speaking'i ben de çok içten buluyorum. Müzikal anlamda da değerli bir muhteviyat barındırıyor. Sanıyorum "This ile başlayan gruplar" üzerine bir şeyler gevelemeliyim ve gevelenecek şey kalsın diye kısa kesiyorum, pek yakında daha da öğütülmüş bir şey çıksın meydana.
Buralarda bir yerlerde, last.fm ve e-mail gibi ulaşım yolları olmalı. Bu vesileyle hem size hem de oradakilere, benimle iletişmeleri için bu yolları kullanabileceklerini iletmiş olayım.
İlk olarak belirtmek isterim ki ilk comment'i ben yazmıştım başka bir yere ama sanırsam çok da "umursamadınız" ve "unuttunuz". İkincisi post-rock a gönül vermiş olduğunuzu görüyorum fakat şunu da belirtmem gerekiyor ki lull'da yazanların bir kısmı artık rolling stones'da yazıyorlar. Yani sanırsam insanlar büyüdükçe kişisel fikirlerin ve idealistliğin karın doyumardığını görüp başka işlere yönelmeyi tercih edebiliyorlar. Hiçbirimiz 10 sene sonra nerede olacağımızı bilmiyoruz, kimlerin ağız kokusunu çekeceğimizi. Dolayısıyla kişisel olmadığını bilsem de bu yazıda geçen "ayıp sözlerin" ilerde kendimize dönmeyeceğini umarım ve öperim yarimin güzel gözlerinden. gene de güzel yazı, beğendims.
"Artık insanlar Efrim'in Lull'ın sapsarı ve kalitesiz sayfalarında yayınlanan röportajını değil, ambalajı çok güzel ama içi bayat yazıların dolu olduğu sayfaları okuyorlar, işte sana Pitchfork Media, işte The Wire"
Wire !?!
Bundan önceki yorumu görmemişim, kusra bakılmasın.
Lull'da yazanların şu aralar nerelerde olduklarını az çok biliyorum, hatta yazı içinde değinmiş olduğum noktalardan bir tanesinde çok ciddi bir çelişki var; Non-Serviam'ın imtiyaz sahibi yanılmıyorsam Blue Jean'de yazmış idi, aradan 10 yıl da geçmeden üstelik. Konu bu değil, konu kişilerin neler yaptığı da değil, kavram değerlendirmesi yaparken medya organı yahut müzikal grubun kimlerden oluştuğundan ziyade, kurumsal kimliğine bakarak bir yorum yapmış oluyoruz. Böylece kurumsal kimlikle ilgili eleştirimde The Wire'a da değinmiş olayım; bilhassa son 2 yıldır artık ara ara aldığım The Wire'da korkunç bir bayatlama, kendini tekrar etme durumu gözlemliyorum. Böyle önemli yayınlara, zaman zaman, kendimce bir "kendini düzeltme şansı" veririm; o şansı hakkıyla kullanamamış yayın bir dahaki şansa sahip olma süresini uzatmış olur. Maalesef The Wire pek iyi değerlendiremiyor o süreyi uzun zamandır, yakın zamanda bir şans daha vermeyi kabul ediyorum, objektif bir şekilde o eski hallerine döndüğü izlenimine kapılırsam bir özür yazısı yazarım.
Post a Comment