Bayram. Büyüdüğümüz gün. Anne ve babamızın özenle seçerek aldığı yepyeni kıyafetleri, gıcır gıcır ayakkabıları giymek için öyle bir sabırla bekleriz ve günün doğmasını o kadar çok isteriz ki, Şeytan'ın kendisi bile en temiz insanın ruhunu ele geçirmek için bile bu kadar sabretmemiş, içindeki yanan arzu ateşi bu kadar harlanmamıştır. Çok zordur o geceler, çok karanlıktır, ama o karanlıkta gardrobun iki kapısının aralığından çalılarda saklanan bir ecinnin kıpkırmızı gözleri gibi parlar o yeni kıyafetlerin ışığı. Nefsimiz ile ilk kez tanıştığımız bu gecelerde, irademize yenilip defalarca açtığımız gardrobun kapaklarının gıcırtıları kimseyi uyandırmasın diye gösterdiğimiz katil inceliği ertesi gün yerini boşvermişliğe bırakırken annemiz "bu leke nasıl çıkacak" diye kara kara düşünür. Oysa bayram sabahı taç giyme merasimine çıkacak kralın etrafında dönen saray eşrafı gibidir bizi giydirir, saçlarımızı tarar, ayakkabılarımızın bağcıklarını bağlarlarken.
Bu merasimin devamı kanlıdır. En güzel kıyafetlerini giyen insanlar, en güzel halleriyle, en dostçul yüz ifadeleriyle bir araya gelip toplanırlar. Bıçağın eti nasıl kusursuzca kestiğini, boydan boya açılan bir yarığa kanın nasıl hücum ettiğini, hayata tutunmak için çırpınan bir canlının en sonunda nasıl çaresizce ölüme teslim olduğunu yepyeni kıyafetlerle, o gıcır gıcır ayakkabılarla, en şekilli saçlarımızla ilk o zaman görürüz. Derinin altında ne var, etin altında da ve organların içinde; gönülsüz katıldığımız bu anatomi dersi bize hayatın gerçeklerini katman katman, dilim dilim öğretir. Bayram. En etkileyici halimizle kan ve ölümün elini ilk kez sıktığımız gün.
Anatomi, filozofi ve teoloji değildir bayramlardan öğrendiğimiz tek şey. Aynı zamanda matematik de öğreniriz, bir kaç saat evvel koyun olarak yaşamına devam eden bir hayvanın sadeleştirdiğimiz zaman bir leğen ete dönüşmesi de kesirler konusunu kavramamız için önemli bir done olacaktır. Bu bir leğen etin nasıl bir tabak yemeğe dönüştüğü hususu da ciddi bir derstir, bir aşçılık dersi. Parçalanan o etler biraz dinlendirildikten sonra uzunca bir süre dövülür ki etler yumuşasın, yağlar etin içine yapışsın ve -hala kaldıysa eğer- etteki son yaşam hissi kaybolsun. Öldürülmüş, kesilmiş, dövülmüş et için son durak ateştir, bırakılır ki yansın, sonra süslenip tabağa konacak ve bizlere afiyet olacaktır. Üzerine şeker ya da lokum yendikten, büyükler kopkoyu kahveler içtikten, sokaklarda ve arka bahçelerdeki kanlar temizlendikten sonra bayram günü biter. Şişmiş bir mide, şişmiş bir cüzdan, lekelenen "yepisyeni" kıyafetlerle birlikte lekelenmiş bir ruh ve bir çok farklı konuda edindiğimiz önemli dersler kalır geriye. Bu derslerin sonunda "peki bu bilgiler gerçek hayatta ne işimize yarayacak" diye sorma şansımız yoktur. Zira gerçek hayatta da keskin bir bıçak her işi görür, kanla ve dövülen etlerle ve ateşle hazırlanır güzel olan her şey.
Güzel müzik de bıçak gibidir, boğazına dayanan o bıçağı hisseedersin. Ölüme yakın olmanın yarattığı o heyecan dolu baş dönmesi gibi bir his damarlarımız vasıtasıyla beyne ulaşır, kusursuz bir vecd halidir bu. O bıçak boğazımıza dayanmışken duyduğumuz o mırıltılı dua bizi bir sonraki aşamaya hazırlama görevi görür ve o aşamanın vakti geldiğinde bileğin ufak ama etkin hareketiyle derinin yarılması gibi, ufacık bir notayla birlikte müzik keskinliğini kanıtlamaya başlar. Parça parça edilip en güzel yerlerimiz seçildikten sonra dövmeye başlar müzik, ritmik ve güçlü bir şekilde, bam bam bam bam, bir sonraki aşama için yeni bir hazırlık safhası. Hazır olduğunda ateşin sıcaklığını hissetmeye başlarsın, ve en uygun baharatlarla, tam da kıvamında olman için ayarlanan ateşle, büyük bir nezaketle pişirir seni güzel müzik. Tüm bunların hepsi hiç de kolay değildir, büyük bir ustalık gerektirir. İyi bir müzisyen Karındeşen Jack kadar iyi bir katil, Muhammed Ali kadar güçlü bir dövüşçü, Julia Child kadar usta bir aşçı olmalıdır.
Ocoai çok iyi bir katil, seni öyle güzel öldürüyor, öyle kusursuz parçalıyor ki, maktul olmak için gönüllü bile olabilirsin. Ocoai çok iyi bir dövüşçü, yumrukları o kadar sert, o kadar seri ki etine yediğin darbeler sanki seni adım adım cennete taşıyor. Ve Ocoai çok iyi bir aşçı, binbir farklı tadı o kadar güzel harmanlıyor, bu tatları da o kadar kıvamında ayırıyor ki, çatlayana kadar yiyebileceğin bir ziyafet yaratıyor.
Ocoai'nın ilk albümü Breatherman, nazara mahzar bir albümdü. Yıllar geçtikçe eskimeyen, bozulmayan ama zamanı taşıyan işlerden biriydi, hem sertlik hem de nezaket barındırıyordu içinde ki, müziğin bu çift kutupluluğu çoğu kişi gibi beni de derinden etkiliyor. Aradan geçen üç seneden sonra çıkardıkları The Electric Hand ise daha da fazlası; çok kutuplu bir albüm bu, üçüncü gözle de görebilmek gibi, derinin altındaki sadece etin değil, sinirlerin, kasların ve damarların katman katman açığa çıkarılması gibi. Öyle yoğun, öyle güçlü, öyle ince, öyle ayarlı ki her şey, insanlar tarafından üretilmiş pek az müziğin yarattığı bir ulvilik barındırıyor içinde. Piramitlere baktığımızda hissettiğimiz bir hisse benziyor, bu salt insan aklı ve iradesiyle olamaz diye düşündüren, arkasında uzaylıları ya da tanrıları aratan bir kusursuzluktan bahsediyorum.
Ben zaten müziğin kendisinden bahsetmeyi pek seven biri değilim. Ama bunda bir istisna var, beni sadece albümlerden ya da şarkılardan değil, ayrı ayrı gitarlardan, davullardan bahsetmeye, tüm bunları tasavvur etmeye zorluyor, bir oyuna davet ediyor, meydan okuyor. Bir gizemi araştırır, bir cinayeti çözer, bir yemeğin içindekileri ayırdedermiş gibi hissediyorum tüm bu katmanları, bu katmanların oluşturduğu parçaları ve parçaların tamamladığı bütünü tecrübe ederken. Bu albüm sadece bir müzik değil evet, bir tecrübe vaad ediyor herkes için. Okuduğunuz her cümle, dinlediğiniz her müzik, yediğiniz her yemek, kavradığınız her el, bu tecrübeye farklı bir noktadan yaklaşmanızın kapılarını açıyor, sanki her biri sizi buna ve sadece buna hazırlamış gibi. Sanki hayatta bir kez yaşayabileceğim bir şeymiş gibi, ölüm gibi, sanki bu albümü bir kez ve sadece bir kez dinleyebilecekmiş gibi pür dikkat dinlemeliymiş gibi hissediyorum The Electric Hand'i dinlerken. Katillerin planı, şeflerin tarifi gibi çok karmaşık bir formülü vardır muhakkak bu albümün de, ancak kopyalanamayacak, tekrar kullanılamayacak olması bu formülü bir gizem noktasına taşıyor.
Açıklanamayacak, izah ve tarif edilemeyecek bazı vakalar var dünya üstünde. Kendi kendine kırılan cam vazolar gibi, duvarların içinden gelen sesler gibi, simya gibi. Aslında çözmek, sırrına vakıf olmayı çok da istemediğimiz şeyler bunlar ama bir yandan çekiyor o gizem bizi içine, imkansız zorlukta bir bulmaca, Minos'un inşa ettirdiği labirent gibi. İşte bu yüzden ben bu albümün gizemini çözerken kimseye tek bir gizemi dahi açıklamak istemiyorum, bu albümü kıskanıyorum, Felsefe Taşı'na sadece ben sahip olmak, Al Azif'in kitabını sadece ben okuyabilmek, kanatlanıp semaya bu labirentten bir tek ben kaçabilmek istiyorum. Aslında sizi bir oyuna çekiyorum bu albümü paylaşırken, bu deliliğin içinde ne kadar çok kişiysek o kadar eğlence bulabilirmişim, o kadar fazla kişiyle mücadele edebilirmişim gibi geliyor bana. Çünkü gördüm, en iyi tanıdığım gözlerde okudum, dinlendiği andan itibaren içinize yanan bir civa gibi düşüyor bu albümün esrarı ve tek bir sırrı çözmeye adanmış bir tarikatın üyeleri gibi yakınlık, ama düşmanca bir yakınlık yaratıyor insanda.
Sanatçı: Ocoai
Albüm: The Electric Hand
Şarkı listesi:
1- Waking Fear
2- Niveus Hills
3- Grimpeur
4- Somnium
5- La Main d'Electrique
6- Marchand de Sommeil
7- Morte Audaciter
DOWNLOAD.
2 mırıltı.:
Bu yazıyla birlikte en keskin Bursa bıçaklarından hazırlanmış bir set kazanmaya hak kazandınız.Hediyenizi gelip en kısa sürede alabilirsiniz.
albümün patlama noktalarını anlatacak kelimeleri bulabilmek için yithian archives olarak oturduk, zamanın ve mekanın ötesinde veri tarama işlemlerine başladık. o anların zaman kavramının boşluklarına açılıp, evrenden ayrıldıklarını düşünüyorum. sayende bir grubun daha kapılarını araladık, berhudar ol.
Post a Comment