Blog camiasına üye olan, kendi aralarında bir çeşit iletişim köprüsü kurmuş insanlar var. Kurdukları bu köprülerle, siberboşlukta salınan adaları birbirine bağlıyor ve oluşan bu -artık tekil- sisteme "blogosfer" diyorlar. İşte bu blogosferin nevi şahsına münhasır kuralları, oyunları, paranoyaları, güç savaşları, ihtirasları var. Ben bu farklı farklı ayrımdan, neler dönmüş neler fasiküllerinden, iletişim köprüleri arasında son sürat ilerleyen göz alıcı arabalardan bihaberim genelde. Bırak siberboşlukta iletişim köprüleri kurmayı, otobüs yolculuklarında iletişim kündesine gelmeyeyim diye en sapa saatleri seçmeye çalışan biriyim nihayetinde. Yine de gözlemlediğim, takip ettiğim şeyler yok değil. Mesela bu blogosferin, birbirini mimleme üzerine kurulu bir oyunu mevcut ki, bunu da Fenasi sayesinde öğrendim. Sağolsun, kendi yazısında Limbo Pillow'u takibe şayan bulduğunu yazmış -oyunun tabiriyle mimlemiş- ve şimdi de benim takip ettiğim blog'ları sayarak, yani mimleyerek, bir yazı yazmam için topu bana atmış. Yani beni ebe yapmış.
Ben uzun bir süredir tatildeydim, dolayısıyla oyunu devam ettirecek bir yazı karalayamadım. Lakin gözün gözü görmediği kadar karanlık mağara girişlerinde oturup kurbağa konçertosu dinlemekten arda kalan vaktimde blog'lar üzerine, daha da genel bir bakışla yazma üzerine düşünme fırsatım oldu.
Fenasi'ye verdiğim cevap bu bağlamda belirleyici bir temel hazırlıyor düşünceme. Yani biz, aslında müzik yazarken, futbol yazarken, erotizm yazarken sadece kelamımıza bir kılıf uyduruyoruz. Aslında hiç birimizin derdi The Tingling Dongs'un yeni albümünün müzikalitesi değil yahut upuzun bacakları bileklerinden kavrayıp hırlayarak sevişmenin menkıbesini yazma gibi bir misyon yüklemiyoruz kendimize, Galatasaray da bu maçta niye yenildi diye analiz yaparken aslında Sabri Sarıoğlu'nun basiretsizliğinden bahsetme zorunluluğu hissetmiyoruz. Tek derdimiz, içimizde kıvranıp duran o şekilsiz sözleri karıştırıp bulamaç haline getirdikten sonra bir kek kalıbına dökmek ve ortaya afiyetle yenebilecek bir şey çıkarmak. Kekin şekli ya da ağırlıklı tadı ne olursa olsun umrumuzda değil pek, esas olan kendi elimizle, kendi enerjimizle yaptığımız bir şeyi yenebilecek bir kıvama sokabilmek. The Tingling Dongs'un davulcusu, ayak parmağındaki siyah ojeler ya da Frank Rijkaard'ın oyunu okuyamayışı sadece önemsiz birer detay bu yüzden.
Gel gör ki hepimiz yaptığımız şeyi fazlasıyla ciddiye alıyoruz. Örneğin, blogosferin reklamcılar tarafından da keşfiyle birlikte, reklamcılar artık klasik iletişim araçlarının yanı sıra bloglara da meyletmeye başladılar. Bu sebeple yaptıkları promosyonlar ile insanların kendilerine ne kadar fazla değer yüklediğini görebiliyoruz. Mesela bu promosyonlardan yararlanamayan blog yazarlarının "yazarlık yeteneği / blog kalitesi / promosyondan yararlanma meyli" gibi 3 boyutlu diyagramlara girmesi bana fazlasıyla acıklı geliyor. Ya da yaptığı tek şey klavyenin tuşlarına basmak olan ve bunu da oldukça zayıf bir şekilde yapan, fakat kılıfını renkli bir şekilde seçtiği için bir çok kişi tarafından takip edilen, bu yüzden de kendisine ulaşılamaz bir kıymet yükleyen birinin söylemlerinden bahsedebiliriz. Bunlar bilhassa son zamanlarda sıkça karşılaştığımız ve kanıksamaya başladığımız olaylar haline gelmeye başladı.
Ben bu durumu olabildiğince basit görmeye çalışıyorum. En nihayetinde her insan gibi düşünüyor, düşündüğümüzü ama doğru ama yanlış, ama edebi ama karmaşık bir şekilde yansıtıyoruz. Bu yansımanın blog vasıtasıyla olması ya da bir şehirler arası otobüs yolculuğunda vuku bulması arasında da hiç bir fark yok. Ama zihnimizdeki yazar imgesi, bizi bu basitliği sorgulamaya itiyor. Yani delice yazan bir Hemingway, yazdıklarını yakması için arkadaşına teslim eden -ama arkadaşının bu isteğe uymayacağını da köpek gibi bilen- bir Kafka, ölülerle konuştuğu öne sürülen Stephen King; hepsinin o tanrısal meziyetleri, toplumdan soyutlanmalarına yol açmış altın ruhları, hayatlarını kalem ve kağıttan ibaret görmeleri bizim kafamızı karıştırıyor. Kendimizi bu mertebeye uygun görüyor olmalıyız istemeden de olsa, bir kaç paragraf boyunca klavye tuşlarına bastığımız için "diğerleri ve ben" gibi bir ayrıma gidiyoruz. Üst perdeden konuşabilmek için herhangi bir sitede herhangi bir şeyler yazabilmek yeterli gibi gözüküyor. Üstelik bu sadece blog'lar ile alakalı bir durum da değil. Yani oturup bir kitap yazabilmek ve bu kitabı bir şekilde bastırabiliyor olabilmek de gerçekten büyük bir meziyet değil. Çok kısa sayılabilecek bir sürede çok saçma bir kitabın yazımını gerçekleştirdikten sonra hala soğan kestiğimi düşündüğümde, kitap yazmanın bohemleşme ve toplumdan soyutlanma için yeter bir kıstas olmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Ama bu yine de blog yazarlarının kıymetsiz olduğu anlamına gelmiyor. Meseleyi daha geniş bir çerçevede değerlendirebilen ve bu şekilde okuyucuya artı değer kazandıran bir çok blog var. Yazının başında bahis konusu ettiğim mimleme oyununu devam ettirmek istesem de, başka blogları açık bir şekilde değerlendirmeye tabi tutmaktan çekinmeye çalışıyorum. Yani en başından beri burada başka blogların linkini vermeme gibi bir prensip belirledim, her ne kadar severek takip ettiğim onlarca kişi olsa da. Şimdi burada eğer sınırlı bir sayıda övgüye mazhar bulduğum bloglardan bahsedersem, bahsetmediğim fakat saygı beslediğim diğerlerine büyük bir haksızlık yapacağımı düşünüyorum. Bunu yapmayacağım.
Bloglar üzerine edeceğim bir kaç kelam daha var. Ama müzik-blog ilişkisi gibi daha dar bir çerçevede yer alacak bu bir kaç kelimeyi daha farklı bir yazıya saklamak istiyorum.
20100311
Yazabilmek veya Yazamamak.
söyleyen; dream endless. at 03:00
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
2 mırıltı.:
Hakkaten lafın çoku, kınadım...
Fenasinin bloğu takip ettiğim tek blogdu belki de. Onun mimlemesi sayesinde tekip edebilceğim bir blog daha bulmuş oldum :)
Post a Comment