Sevmemeyi seviyorum. Hiddetlenmeyi, o hiddeti yoğurup ukde haline getirmeyi, ardından da pimi çekip o ukdenin gümbürtüyle infilak etmesini seviyorum. Bu sevmeme vaziyeti böyle bir temaşayı, sevme masumluğunu beraberinde getirdiği için bir süre sonra cümbüşe dönüyor. Sevdiğin insanlarla birlikte sevmemek çok daha debdebeli hatta, sevmeme halinden damıtılan o mutluluğu ritüele dönüştürüyorsun; kişi sayısı arttıkça zevk de artıyor, bir nevi sevmeme-orjisi yaşanıyor, huysuzluğun kıraathanelerde gördüğümüz o basık sigara dumanı gibi ortamı çepeçevre sardığı ama bir yandan da hayat kaynağı işlevi gördüğü bir sevmeme hali, uyuz olma, gıcık olma ritüeli.
Bu hissiyat az ya da çok, hepimizde mevcut aslında. Televizyonlar sevilmeyen insanlarla dolu; yarışma programlarının jürileri kendini sevdirmemek için yapmadıkları şahbazlık kalmayan belli başlı kişilerden müteşekkil, tahrik ve tahkir tartışma programlarından eksik olmuyor, Yemekteyiz'de insanların bir şeyi sevmemesini seviyoruz mesela ki o adam o çorbayı adabıyla içip teşekkür etse bu program izlenmeyecek. İşte en sevmediğimiz adamlar, sadece sevilmedikleri için gazeteci, şarkıcı, internet şöhreti, zengin. Demek ki genlerimizde, beyin kıvrımlarımızda, ruhumuzun kuytularında saklı olan bir sevmeme duygusu var; sevmemeden kaynaklanan aşağılamayı, hor görmeyi seviyoruz. Çünkü bu şekilde kendimizi yüceltme, daha akil gösterme, kötüyle kıyaslayıp parlatma şansı yakalayabiliyoruz, tıpkı en yakın arkadaşlarını acuzelerden seçip onlara kıyasla daha fazla göze batmayı büyük bir çaresizlikle umut eden kafayı kavramlarla ve mukayeselerle bozmuş eblehler gibi. Bu sadece güzellik, zeka gibi konularda da ortaya çıkan bir durum değil; az da olsa malumata sahip birinin eçhelle kedinin fareyle oynaması gibi oynayıp sonra bunu afişe etmesi ardından da Roma'ya dönmüş Sezar gibi şişinmesi özellikle son zamanlarda, önemli sosyal ve politik meselelerde de çok sık rastladığım bir örnek.
Sevmemeyi, huysuzluk yapmayı, dalga geçmeyi hatta aşağılamayı pek seviyorum amma ve lakin cehaleti veya aptallığı -neredeyse- tescilli birinin linç edilmesini, sevmeme temaşasında kahkaha tekmeleri yemesini kişiliğime yediremiyorum, bu duruma sessiz kalınmasını da 10 kişi arasına alınmış güçsüz birinin yediği dayağı çekirdek çitleyerek izleyen adam bağlamında ele alıyorum. Bu çirkin, bu çok aşağılıkça, insanlığa, onura mugayir bir durum. Ben artık politik malumatı Turancı tarih hocasının endoktrinasyonundan ibaret lise öğrencisine verdiğiniz kıçıkırık cevaplardan nemalanmanızı okumak istemiyorum, ruh hastası şarkıcı-heveslileriyle dalga geçmenize şahit olmak istemiyorum, bu barbarca ve sizin nereden güç almaya çalıştığınızı gören birinin gözlerinden zavallıca.
Benim derdim suyun beriki yanındakilerle; sevmeme halim cüheladan, aptal taifesinden çok cühelayla, aptalla mukayese ederek kendini yüceltenden doğuyor. O Romalı komutan duruşunuzun altındaki cahilden daha cahil, aptaldan daha aptal olan küçücük egoyu görebiliyorum, kendinizi pazarlamak için yırtınan ruh hastası şarkıcı-heveslilerinden daha zavallı bir pazarlama işleminin gizeminizi algılayabiliyorum, o havadaki burnuzunn estetik ameliyatından evvel halini kafamda canlandırabiliyorum. Tüm bunlar neticesinde dalga geçmek için çok daha nitelikli, kakara etmek için çok daha bol malzemeye sahip oluyorum.
Vaziyet bundan ibaret özetle ama bu tanımdan yola çıkarsak eğer Monty Python külliyatından daha geniş bir kakara malzemesine sahip oluruz. O yüzden sevmeyip, kakarasını yapmak için biraz da gelenekleştirme yolunda ikinci adımı atmak için 2009'un en kötü beş albümünü mihraka alıp ilerleyelim.
Listemizin beşinci sırsında Yeşim Salkım var, Serdar Ortaç gibi bir sevimsizlik fenomeninin ellerinden çıkmış şarkılarla bezenmiş Bambaşka albümüyle. Yeşim Salkım'ın müzik piyasasına girdiğinden beri Deli Mavi harici elle tutulur, kulakla duyulur, notası bilinir başka bir şarkısı olduğunu hiç hatırlamıyorum ben. Yine de yıllardır piyasanın içinde, herkes aptalken bu abla akıl küpü, Hürrem Sultan'la Kleopatra'yla yarışacak bir muhakeme vasfı, bir malumatfuruşluk var kendisinde. Aptal yerine koyduğu sen evinde Pentium IV chipsetli bilgisayarınla Twitter'ı 3 dakikada load ederken o milyon dolarlık evinde uzay hızında twitliyor. Yıllardır Deli Mavi harici elle tutulur tek muvaffakiyeti olan istikrarlı trollüğü internete de bulaştırdı sonunda. Her an Hasan Cihat Örtervari bir hamleyle bu blog'a yorum yazabilir, ortaya çıkmamış kasetlerimden konuşabilir, sabah programlarında dedikodumu yapıp ipliğimi pazara çıkabilir. Yeri geldiğinde de dedikoduya sinesini siper eder, asla kabul etmez, trollüğe geçit vermez. Bu tip durumlar için ehliyet ister, teste tabi tutar, başarısız olunursa dedikodu izni vermez. Çirkefliğin Big Brother'ı, all seeing eye, never closing jaw. Şarkıcılıktan elini eteğini çekse dolar üzerine resmi basılır, Societas Draconistrarum'u canlandırır, Baphomet önünde secdeye varır. Ama o bunun yerine şarkı söylemeyi tercih ediyor. Lanet olsun!
Yeşim Salkım'ın bir üst modeli, büyük üstadı Hülya Avşar da bu sene albüm çıkardı. "Saygı, sevgi hayatımızın gerçeği." gibi deruni sözlerin bulunduğu şarkısının klibini şuradan izleyebilirsiniz. Hülya Avşar'ın albümünü aslında en başta 2009'un en iyi albümleri arasına almayı düşünüyordum. En nihayetinde yıllardır durak tanımayan "Ben en güzelim, çok güzelim." terennümü yerine saygı ve sevginin hayatın gerçeğini oluşturduğu bir aşk şarkısını dinlemeyi tercih ederdim. Ama bunun yerine koli paketine sığacak boyuyla güzellik standartlarını baltalayan bir kadının güzel olduğunu duyurma hezeyanları durmadı, üstelik bu hezeyanların yanına Recep Tayyip Erdoğan methiyeleri, Kürt sorunu analizi gibi Hülya Avşar'dan duymayı en son isteyeceğimiz şeyler de yerleşti. Durum öyle bir noktaya geldi ki, Hülya Avşar'ın Kürtlükle, Kürt sorunuyla, başbakanımızın boyu ve boyutlarıyla ilgili söylediklerini dinlemek yerine ömür boyu ne kadar güzel olduğunu dinlemeyi kabul edecek hale geldik. Hatta istedik ki biz Hülya Avşar'ın doğal klip çektiği evinde hizmetli olarak yaşayalım, bahçıvanlık yapalım, o bize gelsin ara sıra "Güzelim" desin, he abla çok güzelsin diyelim, mutlu olsun gidip dişini fırçalasın ama politikadan bahsetmesin. Ama o ne yaptı? Politikayı yedi bitirdi, entelektüellerin ağda periyodunun da standardını tespit etti, güzelliğini de dile getirdi, tenis de oynadı, bir de üstüne albüm yaptı.
Kürt sorunundan medet uman ve bu haliyle yılın en kötü albümleri listesinde üçüncü sırayı kazanmaya muvaffak olan şarkıya imza atan şarkıcımız Nihat Doğan. Nihat Doğan 1071 adlı bu şarkısında yapılmayanı yapıyor ve ilk defa şarkı içinde duyuru yapan şarkıcı olarak tarihe geçiyor. Janrlar arasındaki ince çizgiyi tarumar eden sound'u ve tarihsel saptamalarla şahlanmış şarkısında bugün Türk ve Kürtlerin kardeşliğini sorgulayanlara duyuruda bulunuyor, adeta belediye hoparlörü gibi, gazete ilanı gibi duyuruyor, arz ediyor.
Biliyorsunuz Nihat Doğan'ın bir duyuruda bulunma, kendi tabiriyle "felsefik söz" söyleme, nutuk atma, gider yapma gibi bir huyu var. Beş dakika rahat durduğuna şahit olmadık, devamlı olarak bir grandiyöz sızıntı içinde. Ordularını savaşa hazırlayan bir komutan edasıyla aşiret çocuğu olduğunu ve kaç akrabası olduğunu söylüyor, Halil İnalcık'a "söyle bakiym Karlofça kaçta imzalandı" havasıyla yaklaşacak bir kararlılıkla tarihsel tespitlerde bulunuyor, Rasputin'e sevişme dersleri verecekmiş gibi aşk ve seks hakkında ahkam kesiyor. Ama kardeşim, bu işin de bir sınırı olması gerekmiyor mu? Biz Ahmet Kaya'yı ülkeden kaçırmadık mı, Şivan Perwerleri kovmadık mı, Kardeş Türküler konserlerini satırla basmadık mı, sarı-kırmızı formanın altındaki yeşil zemin ne ifade ediyor diye makaleler yazılmadı mı amiral gemisi gazetelerde? Şimdi birden ne oldu da sinek zartası elektronikasıyla Kürtçe türkü söylenir hale geliyor, nasıl bir oportunizm bu? Analar ağlamasın da, senin ağlayan analar üzerinden parana para katma hevesini ne yapalım? Böyle bir çiğlik, böyle bir iğrençlik var mı? Binlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının yaşamına etki etmiş, iki milleti karşı karşıya getirmiş, o kadar kanın ve gözyaşının müsebbibi olmuş koskoca bir sorun varken Nihat Doğan'ın "ak günlere açılım, ak ak ak ak ak" diye yaranma şımarıklığını kabul edemiyorum ben. Çocukluğumda Türkçe'den fazla Kürtçe duydum ama bu kadar basit bir dilin böyle iğrenç konuşulup söylendiğine de ilk defa şahit oluyorum. Nihat Doğan'ın G-Man gibi gözümüzün içine bakıp "This is where I get off" diyeceği noktayı acaip merak ediyorum, nerede duracak, nasıl bitirecek. Geleceğe sırf bu merak için yolculuk ederdim gençliğimi göz ardı edip.
Şu noktaya kadar yerlilerden şaşmadım ama ilk iki sırada evrensel ağır toplarımız var. Bunlardan ilk önce değineceğimiz: Animal Collective. 2009 yılında çıkardıkları Merriweather Post Pavilion albümü ile 2009'un en kötü ikinci albümü ödülünü almaya hak kazanan Animal Collective'i anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Kabul ediyorum; benim de çok saçma müzikler dinlediğim oldu, Blood Duster'a bile tapındığım bir dönem mevcut hayatımda ama böylesi bir saçmalığın müzikal devrimmiş gibi ele alınıyor olmasına anlam veremiyorum bir türlü. Müzikal değil bu ve artık bu çocukça saçmalıkların bir doyum noktası olsun istiyorum. Lütfen keman yayıyla elektrogitar çalma, meleklerin dilini yaratma, latifbaz takma isim kullanma gibi müzikle alakası bile olmayan konular ilgimizi cezbetmesin, bu ilginin yarattığı hayal ile müzik baş tacı olmasın. Bu noktada 13melek'in tanımının eşsiz olduğunu söylemek lazım: "Grubu sevenler Animal Collective’in çok orijinal işler yaptığını söylüyor, her albümde sanatlarını bir adım öne taşıdıklarını iddia ediyor. Bence de öyle. Animal Collective rastgele, ilkel sesleri bozuk vokallerle sarmalamakta ve can sıkıcı ritim ve melodileri şarkı diye yutturmakta çok orijinal gerçekten de, her albümde de bu kepazeliği bir adım ileri taşıyorlar." Dürüstçe ifade etmem gerekirse, Animal Collective dinleyeceğime Nihat Doğan dinlemeyi tercih ederim, benim için sözün özü budur.
Gelelim 2009'un en kötü albümüne. Bir kaç ay önce bu soruyu kendime sorsaydım sanırım 2009'un en kötü albümü için tartışmasız Lady GaGa'yı aday gösterirdim. Ama biraz kulak kabartınca ne müziğin, ne sözlerin ne de işin temaşa kısmının hiç de fena olmadığını görüyorum. Bunu hayatında bir kez bile dans etmemiş biri olarak söylüyorum; Lady GaGa'nın şarkıları fevkalade bir dans etme, eğlenme isteği doyuruyor insanda. Kendisini yerden yere vururken kullandığımız Madonna mukayesesinin ne kadar boş olduğu aslında biraz düşününce ortaya çıkıyor. Lady GaGa'da olmayan ama Madonna'da olan ne var, ya da biraz daha Ahmet Çakaresk bir üslupla soralım: Madonna kim kardeşim? Ne yapmış Madonna? Akıl almaz bestelere mi imza atmış, mukayese edildiğinde Macbeth'in yanında Ah Şu Gençler gibi kaldığı şeyler mi yazmış, ne yapmış? Cüretkar davranmış, kendine iyi bakmış, iyi dans etmiş ama bunları yapabilmesi mümkün gözüken biri çıkınca Madonna'nın ulaşılabilemezliğinin öne sürülmesi için Madonna'ya has, taklit edilmesi mümkün olmayan şeylerden bahsetmemiz gerekir ki bu da mevcut değil. Röportajlarıyla, açıklamalarıyla da feci samimi buluyorum Lady GaGa'yı ben; en azından sahnedeki kişiliği bir "kostüm" olarak görebiliyor ve bize de bunu gösteriyor, kandırmıyor, göz boyamaya çalışmıyor. Bu yüzden de en azından yılın en kötü albümü olmamayı hak ediyor. Yılın en kötüsü içinse seçimi siz yapabilirsiniz, orasına karışacak değilim fakat ufak bir tüyo verebilirim: silahla başlayıp gülle bitiyor.
Pek yakında Limbo Pillow'da dimağları çalkalayacak, ruhları sarsacak bir başka liste, 2009'un en iyi 20 albümü listesi karşınızda olacak. Sinirimiz o zamana kadar geçer diye tahmin ve umut ediyorum.
20100103
2009; En Kötü 5 Albüm.
söyleyen; dream endless. at 23:47
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
3 mırıltı.:
ozlemistik sesini.
2009'un hayal kırıklığı yaratan albümü -asla en kötüler arasında yer almaz, alamaz tabii ki ama-, the black heart procession'un six'idir nazarımda maalesef.. ibraz etmeden geçmek hakkaniyeti zedeler.. diğer albümlerin gerisinde; ve dahi 1 ve 2'ye yaklaşamayacak bir kalitede.
her listede birinci olan animal collective'in son albümünü sevmedim demek ne kadar zordu, yine dreamendless çıkıp gerçeği gösterdi. :)
Post a Comment