20090630

The Climb ve Tırnak İçlerinin Dışındakiler.
























Ben her ne kadar Türkiyedeki gruplara karşı herhangi bir garezim olmadığını, bu kadar yoğun eleştiriler yöneltmemin tek nedeninin yüksek beklentilerim ve klişeleşmiş özürler olduğunu defaatle vurgulasam dahi, eleştirinin varlığından mütevellit vatan haini sıfatına yaklaşan bir algı çerçevesinde değerlendiriliyorum. Küçükleri sevmeli, büyükleri saymalı, Türk grupları beğenmeliyiz gibi bir bilinç yerleşmiş zihnimize. Hollandalı olsa yüzüne bakmayacağın, varlığından bihaber olacağın bir grubu sırf Türk diye arşa çıkarmak bana doğru gelmiyor ve dahi çirkin buluyorum bu tutumu. Nasıl ki yine Hollandalı bir grubu değerlendirirken adamların yaşadığı maddi sıkıntıları bir özür olarak kabul etmiyorsam, Rory Van Der Zaar kirasını zor ödüyor tabii ki vasat bir müzik yapacaktır diye ver vasatı, ver tekerrürü gibilerinden bir kabullenme içine girmiyorsam ya da grubun yıllardır müzik icra etmiş olmasına rağmen yerinde saymasını ve yahut başka ayak izlerini takip etmesini ilkokul muallimi yaklaşımıyla zamanla gelişirler diye görmezden gelmiyorsam, aynı şeyi herhangi bir Türkiye çıkışlı grup için de yapmamın geçerli hiç bir sebebi yok. Bu anayasaya mugayır bir durum değil, Staatgeist'ı zedelemiyor, atalarımız soy soylayıp boy boylar iken "Ahir vakidde mûsiki camialarına muzahare edinüz, fıkdan-ı imkânlarından mütevellit onlara müsamaha gösderinüz" gibi bir söylemde de bulunmamışlar.

Yaptıklarım çerçevesinde aldığım eleştirilerin yoğunlaştığı sinir uçları ekseriyetle ukalalık yahut küffarın grubunu överken müminin grubunu yermem ile açığa vurduğum iddia edilen aşağılık kompleksi oluyor. Ben bilakis, Türk gruplara müsamaha göstermenin aşağılık kompleksi ile ilintili olduğunu düşünüyorum. Bunun altında bir yetinmecilik yatıyor, biz bu kadar yapabiliyoruz sense bunu takdir edeceğine eleştiriyorsun gibi bir algı sezinliyorum ben.

Efendim hayır, biz bu kadar yapmıyoruz. Az sonra sözünü edeceğim grup ve gruplar bizim neyi ne kadar yapabildiğimizin, imkanlarımızın aslında pek kısıtlı olmadığının, binlerce dolarlık ekipman kullanıp vasat bir iş ortaya koyduktan sonra bahaneler üretmek yerine mütevazi imkanlarla janr değil müzik yapmanın ve tüm bunları yaparken de destek, imkan, vatan, millet gibi kavramları lûgattan çıkarmanın ziyadesiyle mümkün olduğunu gösterdiler. Hem de bundan on yıl evvel, hem de polisler muhabirler anchorman'ler onları dinsiz, imansız, Şeytan hizmetkarı ilan edip peşlerine takılırken, hem de dükkanları kapanır, ceplerindeki paralarla bastırdıkları albümleri toplanıp yakılırken, hem de internetten bir albüm çekmenin ortalama süresi üç-dört saati bulurken, hem de her müzik markete dağıtım yapan şirketler kendilerinden bihaberken. Hal böyleyken bugün odasında gitar çalıp yaptığı işin adını "post-rock" koyan, bu vesileyle de deliler gibi merak ettiğimiz suratını kah MySpace kah last.fm her yerde burnumuza sokan çocuğun imkanlardan destekten şundan bundan bahsetmesi, bilgisayar programıyla 5 dakikada oluşturduğu gürültüyü müzik diye yutturmaya çalışması benim sinirlerimi hoplatıyor.

Sevgili 13melek, son bir haftadır yazdığım yazılara yönelik yorumunu kendi blog'unda paylaşmış. "Yapılabilecek en kötü şey, bir şeyi kötü yapmaktır, hiç yapmamak daha iyi bir tercihtir." görüşüme şöyle bir yorumda bulunmuş: "Ne kadar kötü olursa olsun, eğer yapılan müzik yaratıcısı için bir değer taşıyorsa yapılmaya değerdir." Ben de aynı şekilde düşünmeme rağmen, "kötü müzik" tanımımı aktarmakta yeterince başarılı olamadığımı zannediyorum. Konuyu biraz daha derinleştirmek icab ederse, müziğin sadece enstrüman çalmakla alakalı olmadığını anlamak gerekiyor. Biz bugün tüm detone sesine, kirli sound'una rağmen Joy Division'ı tanrısallaştırıyorsak bunun sebebi yaptığı müziğin ne kadar "iyi" olduğu değil, bu bağlamda bir karşılaştırma yapacaksak Atilla Taş'ın, Ziynet Sali'nin aranjörlerinin çok daha fazla uğraştığının, müzikal anlamda çok daha "kusursuz" işler yaptığının altını çizebiliriz. Bizim aradığımız şey, müziğin ne hissettirdiği, ne yansıttığı; gitarın akoruna ne kadar temiz basıldığı, davulcunun tuşesinin ne kadar sert olduğunun hiç bir önemi yok, yaşadığı ruh halini ve kimliğini gitarından bize yansıtabiliyor mu, önemli olan bu. İyi'nin ya da kötü'nün skaler değeri olmadığı için, benim algımdaki "iyi müzik", "kötü müzik" standartları bu faktörlere göre şekilleniyor.

İşte tam da konunun bu damarında, devamlı olarak kullandığım argümanın değişmez bir öznesi var;
Dr. Hüso: Almanya'da yabancı, vatanında Alamancı olan ve Ege Üniversitesi'nde öğretim görevliliği yapmakta olan Dr. Hüso'nun müziği tam anlamıyla berbat. Türkçesi komik, şivesi bozuk, kırtasiye orgu çıkışlı sound kulak tırmalıyor. Ortaya çıkan şey kakofonik bir ürün. Aynı zamanda Dr. Hüso'nun şiirleri karman çorman, anaokul öğrencisinden hallice pastel resimleri de sitesinde mevcut. Ama adamın bir derdi olduğu açık, bu derdini bir şekilde anlatmak için çırpınıyor. Ve yaptığı müzik teknik anlamda ne kadar berbat olursa olsun, harikulade bir müzik yapıyor.



Bahsetmiş olduğum gerçek zorlukların yaşandığı dönemde de teknik anlamda kötü müzik yapan bir çok grup olmuştur ama hem müziğin matematiğini hem de felsefesini kusursuzca yerine getiren grupların fazlalığına müstenid, dönem için naçizane tanımım her daim "Türk alternatif müziğinin altın çağı" olageldi. Asafated, Cenotaph, Comma gibi grupların yanı sıra daha popüler olan Kurban, yurtdışı menşeili Cemali ve Ünlü, hala bir şekilde nabzı atan Zen tayfası, Nekropsi gibi gruplar bugün aradığımız pek çok sorunun yanıtını yıllar evvelinden veriyorlar. Bu dönemde benim için hayati önem taşıyan iki grup var ki birincisi Radical Noise, ikincisi The Climb'dır. İki grubun da en ufak bir çıkıntısına denk gelmedim yıllar yılı, iki grubun da tüm albümleri "boş yok" dediğimiz albümlerdendir ve her şarkısı, her notası sadece müziğin teknik yönünden estetik barındırmakla kalmayıp ciddi bir duygu yükünü de taşımaktadır. Şahsen ben, Radical Noise ile The Climb ile büyümüş olmaktan, müziklerini dinlemekten, konserde birlikte şarkı söylemekten, konserden sonra gidip sarılabilmiş olmaktan ötürü kendimi çok ama çok şanslı sayıyorum.















Yukarıdaki resme iyi bakın. Kendinize şu soruyu sorun: hiç böyle bir manzarada konser izlediniz mi? Bir şehir düşünün, iki üç yıl evvel onbinlerce kişiyi doğaya kurban vermiş, hala enkaz ve enkazın içine sinmiş ölüm kokusu havada asılı duruyor, kim bilir kimin bir zamanlar dayandığı bir duvarın, birinin çöküp oturduğu bir zeminin, hayatının artıkları denize atılmış. Yanınızda en yakın arkadaşınız var, etrafınızda yirmi bilemedin otuz kişi, denizin tam önünde, Güneş'in spot ışığı gibi vurduğu bir sahnede bir konser izliyorsunuz. The Climb, tam da Güneş'in ısrarla batmadığı, direndiği, direnirken de kubbede turuncu bir iz bıraktığı saatlerde çıkıyor sahneye, sahne dediğim de 3 metre ilerisi sadece, herhangi bir yükselti, yok. Ses sistemi dediğimiz şey bir kaç gitar amfisinden ve iki kolondan ibaret, ne gam! Gökay bir santim kıpırdamadan, mikrofona aylardır görmediği yavuklusuymuş gibi sarılarak, yavuklusuna ısrarla kendini anlatmaya çalışırmış gibi akıl almaz bir heyecanla söylüyor şarkıları. Aynı, Gökay aradan beş yıl geçtikten sonra yavuklusuna ne anlatıyordu bilinmez, bu sefer mikrofonu alnına patlatıyor, kaşı açılıyor, etraf kan içinde kalırken o derdini anlatmaya devam ediyordu, istisnasız herkes tek bir ağızdan şarkı söylerken. Ama bu konser, Değirmendere konseri, benim hayatımda hiç bir konserde yaşamadığım samimiyeti, aşkı yaşatmıştır bana. Bir grubun, arkasına denizi ve Güneş'i alıp, enstrümanlarına sarılıp şarkı söylemesinin yerini hiç bir lazer şovu, hiç bir alev makinesi, hiç bir senfoni orkestrası tutmadı benim için. Hani yazılarımıza fotoğraf koyuyoruz, video koyuyoruz, müzik koyuyoruz, velev ki bir tuş olsaydı, o tuşa bastığınızda sözünü ettiğim ana geri dönebilecek olsaydınız, ne demek istediğimi anlardınız. Bir vahiy inmiş gibi, tanrının suretini görmüş gibi her şey ve hiç bir şey olurdunuz, kanınız alev alırdı. Öyle bir konserdi bu, kelimelerle o konseri anlatmak kimsenin harcı değildir, olmamalıdır da.

Ben müzik wikipedialığı yapmayı sevmem biliyorsunuz. O yüzden The Climb nerede kurulmuş ne yapmış kimle kayda girmiş, yazmamı beklemeyin. Ama şunu söylemeliyim; bu grup ilk albümünü 1998'de, ikinci albümünü de 2002'de yayınladı. Ben yıllar içinde dolgun bir arşiv yapıp binlerce albüm dinledim ama bu iki albümün özelliğini, değerini paylaşanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu kadar özel albümleri, sandığınızdan çok ama çok daha fazla değer taşıyan albümleri buraya koyarken ne yalan söyleyeyim zaman zaman tereddüt ediyorum. Ama genellikle şu kanaate varıyorum; benim bu albümü paylaşmam, bu albümü dinlerken ya da düşünürken bile yaşadığım hissi devinimin temizliğini, özelliğini, aidiyetini bozmuyor. Aksine, ben bunları dile getirirken, bir şeyin benim için ne kadar özel olduğunu, ne kadar bana ait olduğunu söylerken, bir savaş yarası gibi ya da bir madalya gibi gururla meşrulaştırıyorum. Tüm bunların yanında, The Climb albümlerini buraya koyarken bu sefer çok daha farklı bir düşünce var içimde ki, neyin nasıl yapılmış olduğunu, hiç bir bahanenin ya da özrün arkasına sığınmadan, ortaya çıkan şeyi tırnaklar içine, janr isimleri altına, müzik marketlerdeki rafların tanım aralıklarına hapsetmeden nasıl müzik yapıldığını The Climb'ın anlatmasını istiyorum.

Zira benim ilk The Climb albümümü alıp kaset çalara koymamın üzerinden tam on yıl geçmiş. Ve bu on yıl bir nefeste geçerken, milyonlarca nefes alıp götürmüş. Ben on yıl önce apayrı biriydim, bambaşka bir hayat yaşıyordum, bambaşka bir yerdeydim, bambaşka birileri vardı hayatımda, bir çok yere gidip geldim, bir çok insanla yakınlaşıp uzaklaştım, bir çok duygu yaşadım, sayısız şey öğrenip sayısız şey unuttum ve tüm bunları yaparken The Climb dinledim. Mavi Soluk Nokta'da, bugüne kadar yaşamış sayısız canlının sayısız hissi, sayısız hareketi, sayısız anısı saklıyken ve biz onu sadece bir nokta olarak görebiliyorsak, içinde koca bir on yılım saklı olan bir müziği de sadece notalardan ibaret görüyoruz. Tek bir notanın, tek bir nefesin işte bu kadar şey gizleyebilmesidir müziği ulvi kılan. İşte bunu becerebilen bir müzik, müzik kavramının da, janr kavramının da, enstrüman kullanımının da tırnak içlerindeki şey olmaktan çıkmış, tırnağın dışındaki her şey olmuştur. Mesele budur.






















Sanatçı: The Climb
Albüm: The Climb

Şarkı listesi:
1- Perfectly Nothing
2- Turning Black
3- When You Call My Name
4- Clayboy
5- Fine Romance
6- Days On Ways
7- Lacuna
8- Somebody's Toy
9- Spineleess

DOWNLOAD.
























Sanatçı: The Climb
Albüm: Principia

Şarkı listesi:
1- Everybody Knows
2- Candy
3- Loneliness
4- All Kinds Of Love
5- Lost
6- Gone
7- Empty
8- Everybody Knows

DOWNLOAD.

20090629

Change Of Plans; Eksik Nerede?



Kişisel beğeniler, "müzik piyasası" diye adlandırdığımız evrenin yapı taşlarını oluşturuyor. Şu an dimağımıza Ian Curtis ismi yerleşmişse, bunun tek nedeni Tony Wilson'ın Joy Division'ı dinleyip, dinlediğinden memnun kalmış olması. Ha keza yine bugün Atilla Taş kabuslarıyla cebelleşiyorsak bunun altında da Erol Köse'nin beğenisi yatıyor. Denklemden Erol Köse'nin ya da Tony Wilson'ın müzikal damak tadlarını çektiğimiz zaman elimizde hiç bir şey kalmıyor, ben de bu hayati faktöre "Atilla Taş çarpanı" diyorum.

Ben de kendi beğenilerim doğrultusunda hareket ediyorum. Bir şeyi seviyorsam bu tamamen benimle ilgili bir mesele, hayatımın şu saniyesine kadar yaşadığım önemli önemsiz, ufak tefek yüz milyonlarca olay kişisel kimliğimi oluşturuyorsa, mesela 3 yaşında bir kediyi kuyruğundan sallayıp denize atmış olmamın travması bugün hayvanlara karşı fazladan bir hassasiyet yaratmışsa zihnimde, beğenilerim de tamamen yaşadığım olaylarla ilgili ve tamamen öznel.

Fakat, beğenilerimizi yazıya döktüğümüzde, yani içimizdeki tamamen bize ait olan bir şeyi dışarı çıkarıp kamulaştırdığımızda, durum karmaşık bir hale bürünüyor. İnsanlar bir şeyi seviyor/sevmiyor olmanı umursamıyorlar, ama bu durumu dile getirdiğin zaman sorun ortaya çıkıyor; kendi beğenilerin başkalarının beğenisiyle çatışır hale geliyor zira kamulaştığında.

Bu blog'un kuruluş amacında da salt benim beğenilerim yatıyor. Ben buraya ilk harfi koyduğumda, aklımdan geçen şey günde tanımadığım etmediğim bilmem kaç kişinin beğenilerime göz atması değildi; nasıl ki yakın bir arkadaşınla, sevgilinle bir film üzerine, bir albüm üzerine, bir kitap üzerine, bir olay üzerine fikirlerini paylaşırsın ben de "bu albümü çek" diye aynı mesajı üç kişiye yazacağıma bir kere yazayım, o üç kişi de girsin buradan okusun diye bu işe başladım. Bu demek değil ki üç kişinin haricindeki üç milyar kişinin yorumlarını önemsemiyorum, filhakika olumlu ya da olumsuz bir yorum alınca bu blog'a mest oluyorum, zira düşünmem ve yazmam için bir katalizör devreye girmiş oluyor. Ama işte benim beğenilerim bunlar, sen yaza bayılıyorsundur ben kışa, sen dans etmeden duramazsın ben asla dans etmem, sen turşu suyunu limonlu seversin ben sirkeli. Hal böyle olunca bir şeyi neden sevdin, neden sevmedin diye yargılanmak doğru bir tavır olmuyor.

Belirli hususlardaki tavırlarımı burada belli ediyorum. Evet, Türkiye'nin alternatif müzik sahnesi beni tatmin etmiyor, hoşnut bırakmıyor. Bu aslında karamsar bir tefsir değil, bilakis arzulu, umutlu bir duruş. Ben, bununla yetinmiyorum, daha fazlasını arıyorum, daha fazlasının yapılmış olduğuna şahidim, daha fazlasının yapılacağına da inanıyorum ve tam da bu yüzden eleştirimi yoğunlaştırıyorum; kendimizi bu kadar kısıtladığımız için, yıllarca hep aynı özürün arkasına sığındığımız için, tüm bunlar ışığında vasatı kabullenmemiz istendiği için. Benim beklentim, benim doğrum bu değil, o yüzden dile getirmekte beis görmüyorum.

Bir önceki yazımda, daha özel örnekler üzerinden gideceğim demiştim. Örnek bir: Change Of Plans.

İmdi, evvela şunu söyleyeyim; Limbo-Pillow bazılarının sandığının aksine bir "post-rock blog'u" değil. Bir "indie blog'u" da değil. Bir janrı mihraka alıp onun üzerinden, onun hareketine göre yazmıyorum ben, bir janr dinleyicisi değilim, bir müzik dinleyicisiyim. En başından beri yazılarımı takip edenler varsa -siz üç kişinin haricinde- janrlar konusundaki tutumumu biliyordur. Janr dediğimiz zaman ortaya bir şablon çıkarıyoruz, başı ve kıçı belli, tanım aralıkları belli, beklentine göre şekillenmiş bir olgu söz konusu. Bu noktada "bağımsız" tanımına sahip indie janrının bile bağımsızlık bağları var, kendine "deneysel" diye geniş bir sınır çizen bir janrın sınırları konvansiyonellikte bitiyor, "post-rock" diyip rock müzikle ilişkili ama rock'ın ardılı olan bir müziği işaret ediyoruz ama onun da bir yapısı, bir düzeni var.

Change Of Plans bir "post-rock grubu". Kusursuz bir "post-rock grubu" üstelik. Estet bir gözlükle baktığımızda yaptıkları müziğe, iyi'ye dair, güzel'e dair her şeyi barındırıyorlar. Grubun müzisyenleri, kesinlikle ne yaptıklarını biliyorlar, ne çaldıklarının ve ne istediklerinin farkındalar. Estet gözlüğümüzle gördüklerimiz sonucu, Change Of Plans'i harikulade bir grup olarak tanımlayabiliriyiz.

Ama beğeniler ışığında, benim Change Of Plans tanımım hiç de iyi değil. Ve tüm bunların sebebi, yukarıda saydığım nedenler. Müzisyenler ne yaptıklarının o kadar bilincindeler ki, hedefledikleri "post-rock grubu" tanımı için ne yapılması gerekiyorsa yapıyorlar. Benim beğenilerimin "kötü" tanımını haiz olan Change Of Plans'in tek sorunu da bu; Change Of Plans bir "post-rock grubu" ve sadece bir "post-rock grubu". Tırnak işaretlerinin içindeler, boyama kitabındaki Las Meninas'ı boyuyorlar. Haklarını yememek lazım, boyayı kenarlardan kati suretle taşırmıyorlar ve aslına uygun renkler kullanıyorlar ama ben sayısız Las Meninas görmek istemiyorum. En nihayetinde değerli olan da bu değil, bugün kusursuz tablolar yapan Bob Ross'u değil, "abuk subuk" şeyler çizen Dali'yi dahi olarak kabul eden bir dünya dolusu insan var.

Yine de görüyoruz ki biz Bedri Baykam'a bile dahi diyen bir ülkeyiz. Bedri Baykam'ı dahi olarak toplumca kabul etmişiz, ne halt yediği hakkında en ufak bir fikrimiz yok. En fazla bildiğimiz, sen ben gibi peçeteye halvet olmuş olduğu ki dahi sıfatını haiz olmasını gerektirecek bir durum olmadığını dünyadaki bütün erkekler kabul edecektir. Bizim için Bedri Baykam'ın -ki sahiden çok ama çok kötü bir ressam olduğunu görmek için ufak bir google images araması kafi- dahi olması için geçerli tek kriter Türk olmasıdır.

Aynı durumu Change Of Plans ile ilintili olarak yaşadım geçenlerde, eski dergileri karıştırır, o ne yazmışçılık oynarken. Explosions In The Sky'ın All Of A Sudden I Miss Everyone albümüyle ilgili bir kritikte, müzik profesörümüz EITS'ın iyi bir grup olmadığını çünkü tüm şarkılarının birbirine benzediğini söylerken, yazısına "EITS dinleyeceğinize Türkiye'den Change Of Plans dinleyin; aynı müziği yapıyorlar ama onlar Türk ve desteğinize ihtiyaçları var" diye bir ekleme yapmayı da ihmal etmemişti. Yani kısaca, kendini tekrar eden bir grubu dinleyeceğinize, kendini tekrar eden bir grubu tekrar eden bir başka grubu dinlemenin daha akıllıca olduğunu savunuyordu ki savunmasının ana hatlarını oluşturan "onlar Türk", "destek vermeli" söylemleri yaklaşık yirmi yıldır defaatle gördüğümüz zihniyetin devamını işaret ediyordu.

Baktığımız zaman bu zihniyetin köklerini toplum genlerinde, tarihsel devinimlerde bulunuyoruz. Von Hammer'in başımıza musallat ettiği oryantalizm virüsü yüzlerce yıl sonra hala içimizde, kendimizi diğerlerine göre tanımlıyoruz ve "bon pour L'Orient" olmak yeterli bir tatmin edicilik barındırıyor bizim için. Zaten biz bilimsel gelişmelerde geride kaldık ama yine biz İstanbul'u feth ettiğimiz için Avrupa'ya kaçışan ve ekseriyetle İsviçre, Avusturya, İtalya gibi bölgeleri "Mama mia, il Turchi!" dememek için tercih eden bilim insanları, kendilerini yerinden yurdundan eden Türklere kıl olduğundan ve Türklerin eşi benzeri görülmemiş savaşçılıklarıyla baş edemeyecek olduklarından çeşitli Ali Cengiz oyunlarıyla, ulaştıkları ilim seviyesini Türklere düşman devletlere peşkeş çekmişler ve işte bu sayede Türkler "hasta adam" olmuşlardır. Bütün Avrupa birleşmiş, hasta adama eziyet çektirmiştir zira birleşmeselerdi kesinlikle sağlam bir dayak yiyor olurlardı. Yine de bizim paramız yoktu, silahımız yoktu, topları sırtımızda taşıdıydık, biz kağnılarla silah sevkiyatı yaparken küffar "no ammo" hilesi yaptıydı. Hakem golümüzü vermemişti, federasyon düşmanımızdı, Kutsal İttifak vardı, herkes bize karşıydı, Anadolu'dan şampiyon çıkmazdı ama şerefli mağlubiyet almıştır, gönüllerin şampiyonuyduk. Bunlar resmi tarih bakış açısıdır, endoktrinasyon şırıngasının üzerinde yukarıdaki paragrafın geniş hikayesi yazıyor. Çok ilginç ve komik bir standartı vardır bu toplumsal bilinçaltının. Mesela fes ile ya da Mehterane-i Hûmayun ile kendimizi tanıtmaktan büyük bir haz alırken, develere ya da bıyığa karşı anlaşılmaz bir hassasiyet barındırırız; hepimiz bıyıklı mıyız canım, hala develere bindiğimizi nereden çıkardın cahil Amerikalı!

Bir yavrucağı işte bu ruh haliyle büyütüp eğitirsen o da yarın bir gün "EITS dinleyeceğine Change Of Plans dinle nasıl olsa aynı şey" diyecektir, Bershka yerine Bücürüks Giyim'den alışveriş yap diye öğütte bulunacaktır. Ama sorduğumuzda, bu "destek verin" söyleminin işaret ettiği destek nasıl bir destek, bu imkansızlık nasıl bir engel bunu açıklayamayacaktır. Vasatın, parlak olmayanın, tekerrür edenin arkasına sığınmak için yeni bir şey lazım; binlerce dolarlık gitarı kullanırken, "plak basmamız elzem!" dürtüsüyle afilli plaklar bastırırken, Milano moda haftasından fırlamış gibi sahneye çıkıp fotoğraf çektirirken imkanlar kısıtlı değil, ama parlak bir şey yaratmadığında Türkiye'de imkanlar öyle kısıtlı ki kayıt yaparken eski teypleri ekmek arasına koyup yiyorduk.

Bu haliyle Change Of Plans'in çağrıştırdığı şey tam olarak şu; "post-rock grubu kuralım" diye yola çıkmış bir kaç kişi, buna uygun müzikler icra ediyorlar, internet sitelerinden tut plak kapaklarına kadar her şey post-rock kokuyor, çok fazla kokuyor. Ben parfüm sevmiyorum, bana ten kokusuyla gelin, Sibel Can gibi bir şişe L'Eau d'Issey boca etmiş bir kadın yok arzularımda benim, ensesi misk-i amber gibi nem kokan bir kadın var. Duyguları harekete geçiren budur, diğerine her parfümeride denk gelebiliriz. Change Of Plans'in müziğini de her müzik markette kırmızıyla "post-rock" yazan reyonda bulabiliriz, her "post-rock blog'u"nda rastlayabiliriz. Ve nasıl bir müzik olacağını, nasıl kokacağını biliriz.

Tüm bu düşüncelerimi kabartan şey, yazının başındaki klip oldu. Sing, Change Of Plans'in Best Mountain ep'sinden. Klip, Adalar'daki bir pansiyonda çekilmiş; bir kız var, eski perdeler, eski eşyalar, o eşyalardan alevlenen Kayıkta Konuşan Adam'ın anıları. Teşekkür ederim, Adalar pansiyonlarında yapılmış hiç beklemediğim vuruculukta bir kliple karşılaştım. Teşekkür ederim, hiç bir anlam ihtiva etmeyen vokallerin eşlik ettiği kusursuz bir "post-rock" şarkısı dinledim. Janra da, Adalar'a da, Adalardaki pansiyonlara da tutkuyla bağlı olan bendenizde uyanan duygunun yekünü sıfır, işte bu kadar sevdiğim şeyin birleşmesine bile kayıtsız kalabiliyorsam eğer, yıllardır kafamı bir şekilde kurcalamış olan Change Of Plans ile ilgili hükümlerimi kendimce doğrulayabiliyorum rahatça.

Başlıbaşına vokalin kendisi bile şarkının nev-i şahsına münhasır bir kimlik taşımadığını gösteren bir unsur benim açımdan. Sigur Rós'un başımıza musallat ettiği bu anlam taşımayan vokaller belası bir türlü yakamı bırakmıyor. Bildiğimiz şey, Sigur Rós'un vay anasını dedirtmek için atmadığı takla olmadığı, bu duruma vakıfız. Ama Sigur Rós'a ait bir şeyi orada tutmak, bulaştırmamak gerekiyor. Efendim sesin enstrüman şeklinde kullanımı savunmasını kabul etmiyorum, senin içinden çıkan duyguların dışa vurumu "eeuuvv" değil, mağara adamları arasındaki iletişim de değil konumuz, müzik. Sese enstrüman değerini vermeye sebep tek kriter ses tellerinden müzikal bir tını ortaya çıkarmak ise, yarın bir gün eloğlu mikrofona karşı zarıl zarıl bir zarta salarsa ve zartası eskaza melodik olursa, kabaetimize de enstrüman payesi biçmemiz lazım gelir. İşte bu durumun benim lûgatımdaki karşılığı "ben de yapmalıyım"cılık ve "ben yaptım oldu"culuktur.

Onun haricinde Change Of Plans üyeleri harikulade insanlardır, sineğe zararları yoktur, yağmur altında erirler; bilemem, ilgilenmem de. Bildiğim şey, "post-rock grubu" kuralım diye hareket ettikleri, "post-rock" yaptıkları, bir türlü de o tırnak işaretlerinin içinden çıkıp "post-rock" değil de müzik yapmaya başlamamış olduklarıdır.

Tırnak işaretlerinin dışındakilere gelince; o da bir başka yazının konusudur.

20090627

Ben De Yapmalıyım, Benim Neyim Eksik ve Ben Yaptım Oldu.

















Türkiye Endonezya Olur Mu? yazısı, bant'ın mayıs-haziran sayısında yayınlandı. Yazıya noktayı koyduğumdan itibaren evvela derginin editörü, ardından yazıyı yolladığım çeşitli arkadaşlarım, derginin piyasaya çıkmasından sonra ise okurlar tarafından pek çok eleştiriye maruz kaldı yazı. Benzer bir durumu "Türkiye'de Müzik Yapmak Çok Zor." da yaşamıştı. Türkiye müzik cemiyetine en ufak dokunuşta, böylesi bir tepkiyle karşılaşıyor olmam beklenmedik bir durum değildi benim için. En nihayetinde herkes bu cemiyetin bir yerine tutunmuş vaziyette; herkes ya müzisyen, ya da müzisyen arkadaşları var. Hal böyle olunca, cemiyete yani kalabalığa, bir yığına yapılmış eleştiriye verilen tepki iki çeşit oluyor;

1) Ben o yığına dahil değilim!
2) O yığını yanlış tanımlıyorsun!
2a. Çok mu kolay sanıyorsun?
2b. Konuşacağına sen de yap, görelim.

10 senedir Türkiye müzik cemiyetinin içerisindeyim. Bundan 10 sene evvelinin gözde janrlarından heavy-metal/alternatif-metal icra etmekte olan İstanbul sınırları içerisindeki herkesle tanışıklığım oldu. Mesele daha da derine inince, "malum pasajlar"ın malum plak şirketlerinin elemanları, o elemanların 90'larda kurduğu grupların diğer üyeleri ve saire derken, Türkiyedeki alternatif müzik sahnesine dahil olan neredeyse herkesle bir temasım oluştu. Bugün burada, kim neyi ne için ve nasıl yapıyor anlatırken, hariçten gazel okumuyorum, bizatihi gördüklerimi, gözlemlediklerimi, yaşadıklarımı anlatıyorum.

Bunu yaptığım için hiç bir zaman sevilen biri olmadım; ortada yanlış gördüğüm bir şey varsa çenemi kapalı tutamıyorum. Doğruyu savunamadığım ve doğrunun peşinden gitmediğim sürece varlığımın bir anlamı kalmıyor, bu ilkokulda da böyleydi ki sağolsunlar o dönemin anamuhalefet lideri Mesut Yılmaz'la özdeşleştirmişlerdi sınıf arkadaşlarım, şimdi de böyle. Burada bir eleştiride bulunurken, şu grubu beğenmiyorum, bu insanları sevmiyorum, şu klip bir halta benzememiş diye kendi fikrimi maddeleştirirken, biliyorum ki birinin ayağına basacağım, o biri benden nefret edecek, sen yapaydın çok bilmiş diyecek. Bu gerçeği umursamıyorum, yazarken insanlar beni sevsin diye yazmıyorum zira.

Türkiye'nin cemiyet yapısına döner ve eleştiri üzerinden sevip-sevilmeme tartışmasına odaklanırsak, eleştirinin ilişkilerdeki yıkıcı kuvveti hakkında yaşadığım geçmiş bir olayı paylaşmak isterim.

2001 yılında beş-altı kişi kafa kafaya verip bir e-zine yapmaya karar verdik. E-zine'i belli bölümlere ayırdık, müzik bölümüne haliyle ben talip oldum. Ama sadece ben değil, hepimiz yaptığımız işi öyle önemsiyor, çok mühim bir şey yaptığımız sanrısıyla hareket ediyorduk ki, ben ilk sayı için Londra'nın altını üstüne getirip punk doğum lekelerinin izini Saadettin Teksoyesk bir araştırmacı muhabirlik bilinciyle ararken, bir diğeri hakkında yazacağı bilgisayar oyununun dağıtıcı şirketinin proje müdürüyle telefonlaşıyor, beriki Türk Silahları Kuvvetleri'nin web sitesini hazırlıyormuş gibi gecesini gündüzünü kodlamaya veriyordu. En nihayetinde biz yazmış, biz okumuştuk ama tatmin de olmuştuk.

Üçüncü ya da dördüncü sayı için The Climb ve Antisilence hakkında yazmaya karar verdim ki dönemin en popüler Türk gruplarıydılar ve Değirmendere'de bir konser verecek olmaları muhabirlik oyunumu oynamam için eşi bulunmaz bir zemin hazırlıyordu. İki grubun üyeleriyle de tanışıyordum, hatta Antisilence'ın üyelerinden bir tanesiyle oldukça yakın bir dostluk kurmuştuk, ikimiz de aynı boru entonasyonundaki seslere sahip olduğumuzdan büyük ihtimalle.

Sadece 25-30 kişinin izlediği, deniz kıyısına sadece iki-üç metre uzaklıktaki minyatür bir amfide gerçekleşen bu konser, hiç tartışmasız hayatımda izlediğim en iyi konserdir ki hakkında kesinlikle yazı yazacağım yakın bir zamanda. Arkasında batmamak için direnen turuncu bir güneş varken gözlerini kapatıp "spineless" diye bağıran ve tüm bunları yaparken mikrofona, o bağırdığı kişiye dokunurmuş gibi dokunan, konser boyunca gitarından gözlerini alamayan bir The Climb'ın ardından, dondurmalar hakkındaki mühim düşüncelerini bizimle paylaşan Antisilence pek garip olmuştu elbette. Konserin ardından, grubun şarkı sözleri hakkında ufak bir eleştiride bulunduğum arkadaşımın üzüntüsünü ve hiddetini öyle yoğun bir şekilde hissetmiştim ki, o anki duygularını kağıda aktarabilseydi ve bir şarkı yazsaydı milyonlar tarafından dinlenen bir nefret şarkısı olurdu. Bir elde vişne-vodka kadehi tutarken diğer elimizi de sinek kovalarmış gibi sallayarak eşlik ettiğimiz "hadi sen git işine/ ben de zaten yeni aşklardayım/ koynuma girdi sevgilim/ taktım şarzı fişine" konseptli şarkılardan çok daha gerçekçi, çok daha ağır bir nefret şarkısı olurdu ortaya çıkan, hiç şüphem yok.

O döneme ait hafızamı kurcaladığımda, karşıma şöyle bir soru çıkıyor: Ben mi müzik yapan herkesi tanıyordum, yoksa tanıdığım herkes mi müzik yapıyordu? Sanıyorum ki bunun cevabı ikincisiydi; insanlar içlerindeki bir şeyi dışa vurmak, bir şeyler anlatmak, sinir uçları arasında mekik dokuyan hisleri veyahut fikirleri somutlaştırmak için değil, sadece müzik yapmak için müzik yapıyorlardı ve bu zor değildi. Şu an bandrollü albümü bulunan ve Dream Tv, Mtv Türkiye gibi belli başlı müzik kanallarında klipleri dönmekte olan bir grubun bir üyesinin gitar çalmayı hiç bilmeden, altını çiziyorum hiç bilmeden, 3 yıl boyunca bilfiil müzik icra etmesi az önce dillendirdiğim sorunun cevabını bulmamdaki en mühim ipucu.

İşte bu garabetin altında "ben de yapmalıyım" dürtüsü yatıyor. Bu sadece bize özgü bir dürtü değil, baktığımızda şu an göz önünde olan dünyaca ünlü yüzlerce ismin de benzer bir ruh haline sahip olduklarını görebiliriz. Bu, öykünmenin ötesinde olan bir ruh halidir; zira öykünmede belirli sınırlar olmasına karşın, "ben de yapmalıyım" dürtüsünün sonu gelmez. Hiç uzağa gitmeden, neden herhangi bir adamın berbat sesine rağmen popstar olmak için çabaladığını sorgulayabiliriz. Neden herkes film çekmek istiyor, neden senaryo yazmak istiyor, neden kötü şiirleri burnumuza dayıyorlar, neden berbat müziklerini bize dinletmek için atmadıkları takla kalmıyor, neden çektikleri fotoğrafları göstermek için bu kadar büyük bir yarış halindeler?

Yapılabilecek en kötü şey, bir şeyi kötü yapmaktır, hiç yapmamak daha iyi bir tercihtir. Bugün ben, onlarca insanın myspace'lerinde "bzzzzzzt, jzzzzzzzzt, tak tak tak tak tırrak tak tak, bzzzzzzzt, jzzzzzzzzzzt" seslerini dinlemekten fena halde sıkılmış vaziyetteyim lakin bunların "müzik" diye yayınlanmasına üzülüyorum; ama "experimental music, noise, çokağırkafalımüzik" gibi bir alt-başlığa sokarsak tüm bu saçmalığı meşrulaştırmamız mümkün olduğu için yapan açısından hiç bir sorun kalmıyor. Bırak bir cümleyi, iki kelimeyi birbirine kavuşturamayacak kadar Türkçe fakiri birinin şiir diye deli saçma notlarını okutması da benzer duygular uyandırıyor ki o da nasıl olsa saçmalığını "modern şiir" kılıfına sokabiliyor rahatça. Buna benzer bir çok şeyden bahsetmek mümkün. Mesela kız arkadaşınızın suratına boşalıp fotoğrafladığınızda, o fotoğrafa sanatsallık katan tek öge lümpenlik faktörüdür ve o fotoğrafla pornografi arasındaki tek fark tenasül uzvunuzun komik boyutudur, mastürbasyon yapıp ne halt yediğinizi kamerayla görüntülüğediğinizde ve araya anlamsız glitch efektleri koyduğunuzda da film yapmıyorsunuz, tek yaptığınız şey bir şeyi layıkıyla yapamıyor olmanızdan ötürü gösterdiğiniz acziyettir ki aklı selim birinin halinize bakıp ahûvah etmesi yapılacak en doğru şey olacaktır.

Ben bunları dile getirdiğimde insanlar benim Türk cemiyetini, Türk müzisyenlerini eleştirdiğimi düşünüyor. Gidip İspanyadaki müzik sahnesini eleştirecek değilim, Pablo'yu tanımam, Estaban'la en fazla merhaba-merhaba, Fernando'nun derdi ne bilmem. Ama Endonezya müzisyeni, kişi başına düşen milli geliri Türkiye'nin üçte biri olmasına rağmen, "Jakarta'da müzik yapmak çok zor" demiyorsa, ben o adama saygı duyarım. Yoksa şu bir gerçek ki, İspanyadaki Pablo da, Fransadaki Jacques da, Rusyadaki Vladimir de aynı küresel paydada, "ben de yapmalıyım" dürtüsüyle hareket ediyorlar.

Ben buna karşı hassasiyetle yaklaşıyorum, zira benim Sanat kavramını algılayış biçimim ulvi bir elekten geçiyor. Yapım böyle, böyle yontulmuşum; mutlaka hepinizi etkileyen bir şiir, hüzünlendiren bir şarkı, eğlendiren bir film vardır ama ben ne zaman Attila İlhan mısrası duysam aynı şekilde kanım donuyor, ne zaman The Black Heart Procession dinlesem nöronlarım aynı duyguları harekete geçiriyor, ne zaman The Fall izlesem karşımda sevgilim gözlerimin içine bitmek bilmeyen bir aşkla bakıyormuş gibi hissediyorum. Zira, Sanat hissetmekle ilgili bir şey, hissi ortaya çıkaran, elle tutulur, gözle görülür, kulakla duyulur bir hale getiren ulvi bir süreç. Hiç tanımadığın birinin gözyaşlarına böyle dokunuyorsun, tanımadığın birinin kahkahasını böyle atıyorsun, hakkında en ufak bir şey bilmediğin bir aşkın özlemini böyle yaşıyorsun. Bu bir dürtüdür, gözyaşı gibidir, kahkaha gibidir, bağırıp çağırmak, yumruk atmak gibidir. Geldiğini hissedersin, engel olamayacağını bilirsin ve dışarı çıkartırsın; hüznün artık sadece kimyasal bir reaksiyon değil, gözyaşı olmuştur ve yaşadığın sevinç ses dalgaları haline gelmiştir. Hüznünü bir şiire, sevincini notaya, isyanını bir filme dökerken de bu dürtü vardır, çıkacak bir yer arıyordur, bir ses teli ya da bir gözyaşı bezi gibi, parmak uçlarından dökülür, kağıda geçer ya da filmde iz bırakır. Sürecin kendisi bile akılalmaz bir kutsiyet ve efsun taşıyor başlı başına, böyle bakacak olursak. Ve böyle bakacak olursak hassasiyet neredeyse dinsel bir dogma haline geliyor, doğallaşıyor, kanıksanıyor. Lakin bu efsunu öldüren tek bir şey var ki, o da yapma zorunluluğudur. Nasıl ki zorla ağlayan bir adam mideni bulandırır, nasıl ki zorla kahkaha atan bir sunucudan nefret edersin, zorla müzik yapan, zorla şiir yazan, zorla film yapan da aynı hisleri uyandırır insanda, zira her notada, her mısrada, her sahnede hissedersin zorlamalığı, tıkanmış bir lavabonun pis kokusu gelir burnuna.

Ara sıra mesajlar, mail'ler alıyorum. Türkiye'den olduğu kadar Almanya'dan, İtalya'dan, şuradan buradan insanlar "post-rock yapıyorum, dinler misin" diyorlar. Dinlemeye gerek duymuyorum, çünkü bir müzisyen "ben şu janrı yapıyorum" diyorsa yaptığı işin tamamen zorla ortaya çıktığını biliyorum. Ki sorun budur, karşı çıktığımız budur, eleştirdiğimiz budur, samimiyetsizlik dediğimiz bunun ta kendisidir.

Şu blog işine girdiğim günden beri, bir çok müzisyenin (ki buraya parantez içinde ünlem koyarak yerel gazete tadı yakalamak istediğimi itiraf ediyorum) MySpace ya da last.fm gibi sitelerdeki işlerine bakma fırsatı yakaladım. Gördüğüm şu; kırk yıllık sahil gitarcılığının adı, arpej biraz yavaşlayınca ve arkaya Reason'dan iki düm-tek koyulunca "post-rock", "indie-folk" oluyor. Çok şükür ki bunun sayesinde yeni aldığınız kazakla çektirdiğiniz, amazon'dan bir ton kargo ücretiyle getirip sergilemek için yanıp tutuştuğunuz hardcover kitapları okurken pozlar verdiğiniz fotoğrafları gösterme şansınız oluyor, yaptığınız işe "indie-folk" demeseniz ne "ben de indie-folk yapmalıyım" açlığınız tatmin olacak ne de insanlar ilgi gösterecek, bu yüzden saçmalamanın serbest olduğu bir noktada yaptığınızın meşruiyet sınırları yok, kırtasiyeden aldığınız bir orgu gündelikçinize çaldırsanız bize müzik diye yedirebileceksiniz. Geldiğimiz nokta bu, yüzbinler satan ünlü abuk sabuk grupların da desteğiyle.

Ben bunları söylediğimde, bunları eleştirdiğimde, bunlardan dem vurduğumda devamlı olarak Türkiyedeki tüm müzisyenleri küçümsemekle itham ediliyorum. Bu yanlış bir tespit, zira eleştirdiğim dürtünün evrensel bir yapı taşıdığını bir çok kez vurguluyorum. Ama en nihayetinde, bunun örneklerini etrafımda daha sık görüyor olmam ayırıcı bir özellik taşıyor. Bugün Almanya'da yaşıyor olsam ve Almanlar "para yok, fırsat yok, Hoffenheim'da Berklee vardı da biz mi gitmedik" deseler, ben de bu blog'da "Türken raus diye aşağıladığınız adamlardan DANdadaDAN, The Climb, Radical Noise gibi gruplar çıkıyorken sen blutwürst yiyorsun a dummkompf" diye yazılar yazacaktım. O yüzden eleştirileri böyle bir okumayla tahlil etmek gerekiyor.

Bu meselenin genel kısmı, abecesi. Daha da özel bir boyutu var elbette, ona da bir dahaki yazıda değiniriz.

Türkiye Endonezya Olur Mu?


















Annesinin kucağında Kenan Evren’in darbe konuşmasını dinleyenler, sonra tıknaz ve sevimli bir adamla tanışıp adının Turgut Amca olduğunu öğrenenler, Prekazi’nin Monaco’ya attığı golün mesafesini santimetresine kadar bilenler, zamandan biraz daha fazla çalıp yaşlandıkça -biraz da Turgut Amca’larının sayesinde- dünyada olup bitenle tanış olmaya başladılar. Arabeskin, Türk sanat müziğinin ve hafif Türk müziğinin (o zaman pop’un adı bu idi) haricinde yıllardır hiç bir şey dinlememiş olan Türk genci, seksenlerin sonlarında disko müziğiyle tanışmış, bu müzik Türk filmlerinin içine bile -kah Yaşar Alptekin, kah Nuri Alço sayesinde- girmişti. Ne var ki, doksanların başlarında, alternatif müzik konusunda Türkiye’de bir heavy metal depremi yaşanmaya başlamıştı ki bu depremin fay hattı Bakırköy-Kadıköy arasında uzanmaktadır. Birbirleriyle kaset değiş tokuş eden, oturup müzik hakkında hasbihal eden, gruplar kuran ve kurdukları gruplar ile düğün salonlarında toplu konserler veren bir yığın insan, Türkçe’ye “scene” kelimesini kazandırdılar. Mealen “cemiyet” demek olan kelime, depremin salladığı ve dahi depremi güçlendiren insanları temsil etmekteydi. Bu şekilde, Türkiye’de bir alternatif müzik sahnesi ve bu sahneyi dolduran etkili bir cemiyet ortaya çıkmış oldu. Bu cemiyet, aradan geçen neredeyse çeyrek asıra rağmen, müzikle ilgili köşe başlarında kendini belli etmeye devam edecek kadar etkili olmuştur.

Gel gör ki, söz konusu etkilerin devamı -bir önceki metafor treninin vagonunu kovalarsak depremin artçı sarsıntıları da diyebiliriz- yanlış bir şekilde tezahür etmiş olmalı ki, halen daha konuşulmakta olan doksan sahnesinin yanına bile yaklaşamayacak bir durumdan söz edebiliriz günümüz için. Bu yaklaşma mesafesini cetvelle ölçsek, toplama çıkarma yapsak, bölsek çarpsak, alacağımız sonucun en yakın karşılığı, samimi bir ruh olur. Amatörlüğün, ya da bir ateş yakma arzusunun belki, getirdiği o ölçülebilir, hissedilebilir samimiyet, hiç bir mastering ekipmanıyla, aranjör dehasıyla müziğe eklemlenemeyen bir tad. Kimisi için önemsiz bir özellik gibi görünse de, kimisi için de notalar kadar baskın bir öge olabiliyor bu tad. En nihayetinde, yirmi yıl boyunca hala Nekropsi’yi ya da Pentagram’ı aşamamış bir alternatif müzik evreni, bu noktada insanı düşünceye sevk ediyor. Naçizane fikrim, “Türkiye’de müzik yapmak çok zor” türü bahanelerin arkasına sığınan ve müziği amaçtan çok araç niyetine kullanan bir yığının hasıl olması, bu durumun tek geçerli açıklaması.

Belirli coğrafyalarda belirli müziklerin açtığını gözlemliyoruz. Björk ve Sigur Rós sayesinde bitmek bilmeyen İzlanda hususu, Seattle, Bristol sound’u, Birleşik Krallık merkezli brit-pop salgını, Montreal ve indie, son dönemlerde hasıl olan Leeds-Sheffield-Manchester üçgenindeki post-rock patlamaları. Bu coğrafyadan çıkan en özgün şeyin Mustafa Topaloğlu olmasında bir terslik var elbette. Baktığımız zaman, Endonezya’nın dahi nevi şahsına münhasır bir müziği, büyük bir samimiyet ve ihtimam ile yaratmakta olduğunu görüyor ve soruyoruz; Türkiye Endonezya olur mu?

Şu Türkiye’de müzik yapmanın hiç de kolay olmadığına dair yapılan tespitten hareket edersek ve biraz da mukayese edersek, Endonezya’nın en az Türkiye kadar yaşanması zor bir yer olduğunu söyleyebiliriz. Dünya üzerindeki en kalabalık Müslüman nüfusa sahip ülke olan Endonezya yıllardır radikaller ve ılımlılar arasındaki iç savaşla meşgul. Burada üzerimize düşen bakışların benzerleri Endonezya’da da mevcut; fakat kaşlar daha çatık ve gözler daha kırmızı. Ülkede yıllardır müthiş bir devlet terörü yaşanıyor. İç savaş bazı politik sinir merkezlerinin işine geliyor, hukuk ve insan hakları bu çerçevede rahatça bükülebiliyor. Bu karmaşadan yararlanan palazlanmış çok-uluslu firmalar ucuz işgücü için Endonezya’ya akın etmiş durumda. Sonuç olarak ülkenin kişi başına düşen milli geliri üçbin dolar civarlarında, hem İslam ülkesi olmaları hem de komünizmin sinir merkezleriyle dirsek temasında olmaları sebebiyle de günlük yaşantılarına fevkalade bir karmaşa hakim. Bu konudaki arada kalmışlığın en güzel sembolü, kullandıkları ulaşım araçları olmalı, zira 2005 rakamlarına göre ülkedeki motorsiklet sayısı, otomobil sayısının beş katından fazla. Görülüyor ki, komünist Çin’in yerleştirdiği bisiklet geleneği, ülke içinde dönen kapitalizm çarklarıyla gelişmiş ama değişememiş. Bunların izdüşümünde, devletin sansürcü ve baskıcı politikalarıyla internet de olması gerektiği hale gelememiş. Tüm bunlar çok tanıdık geliyor, biliyorum. Lakin Endonezya’da müthiş bir üretim ve bu üretim esnasında ortaya çıkan muazzam bir samimiyet var. Internet tonlarca megabit değil ama distro’lar, DIY kayıtlar egemenliğini sürdürüyor. Hardcore/punk’ın ikibin başlarındaki o çıkışında, Endonezyalı hardcore/punk grupları, DIY kayıtlarıyla büyük ilgi toplamıştı. Janrlar değişse de durum değişmiş gözükmüyor. Bu noktada, Endonezya alternatif müzik sahnesinin önemli bir kaç ismine göz atmalıyız.

The Upstairs

Endonezya’nın indie cemaatinin önderliğini, Jakartalı grup The Upstairs üstlenmekte. Bu yıl içinde Magnet! Magnet! adlı yeni albümlerini yayınlamış grup, seksenlerden aşina olduğumuz o bol synthesizerlı new-wave’e yakın bir müzik icra ediyor. Grubun frontman’i, Jimi’nin sesi de Ian Curtis’in sesini ürkütücü derecede anımsatıyor ve sonuç olarak uzak bir coğrafyadan ve uzak bir tarihten gelen bir müzik ortaya çıkıyor. İşin en ilginç yanı, new wave’e yönelen The Killers, Franz Ferdinand, Kaiser Chiefs gibi grupların henüz patlamadığı zamanlarda The Upstairs’in Endonezya’da büyük bir sükse yapmış olması. Bu durumun ayırdında olan ve dünyadaki new wave/indietronica trendini gören müzik endüstrisinin devlerinden Warner, 2005 yılında grupla anlaşma imzalıyor ve grup o zamandan bu yana kitlesini korkutucu bir boyutta genişletiyor. Her köşe başında ya The Upstairs t-shirt'ü giymiş ya da The Upstairs üyeleri gibi giyinmiş bir gence rastlandığı rivayet ediliyor. Alternatifin, ana akıma karıştığı noktada The Upstairs gürül gürül akıyor. Yine de tüm bu popülerliğin, renkliliğin yanında, grup konserlerinde ve röportajlarında politik söylemlerden kaçınmıyor ki ülkenin genel baskıcı yapısı düşünüldüğünde, bu kadar göz önünde olan bir grup için cesaret gerektiren bir tavır bu.


Everybody Loves Irene


Endonezya’nın en popüler alternatif müzik gruplarından biri de, Everybody Loves Irene. Hikayeleri aslında çok alışıldık bir şekilde başlamış; lisede bir kaç arkadaştan müteşekkil olan grup vokalist ile tanışır ve bu sayede oturmuş bir kimliğe sahip olur, stüdyoya girer, albüm kaydeder, tanınır. Everybody Loves Irene de bu klasik senaryoyu yaşamış, gruba adını da vermiş olan vokalist Irene Yohanna ile birlikte nevi şahsına münhasır bir hale gelmiş sahip. Müziklerini tam olarak bir janra oturtmak zor, Irene’in Beth Gibbons’a gözyaşları döktürecek kadar nadide vokali ve bass ile sample’ların yoğunluğu neticesinde trip-hop kıvamı yüksek bir müzik bahis konusu. Fakat belki de daha önce hiç rastlamadığımız kadar karanlık ve notalarında dikenler taşıyan bir trip-hop varyantı bu; elbette Irene’in vokalleri kadar bol delayli, shoegaze’e göz kırpan gitarın da payı büyük bunda. Hepsini bir araya toplasak ve benzerliklerden istifade etsek ortaya şöyle bir karışım çıkarabiliriz; Portishead’i Cocteau Twins ve Goldfrapp ile karıştırın, belki Everybody Loves Irene’e benzeyen bir sonuç elde edebilirsiniz.

Grup bu zamana kadar iki albüm yayınladı. 2007 yılında çıkan ilk albümleri, The Very First Thing You Must Learn About Flying Is Gravity trip-hop’a iltimas geçen bir hetorojenliğe sahip. Memento Mori, Hate Sunday, Crop Circle Me gibi şaheserler barındıran albümde bir de The Misfits cover’ı var; Hybrid Moments. Grubun 2008 yılında çıkardığı On Second Thought, I Might Wanna Change Some Things, daha çiğ ve daha “rock” fakat bir o kadar da karanlık ve depresif. Rindu, Love Is So Strange, Ecstacy gibi şarkılar müzik dininin müritlerince dinlenmesi farz olan şarkılar. Grupla ilgili bir önemli detay ise şu; kliplerinin her biri müthiş bir görsel doygunluğa haiz, bu noktada estetik için paranın gerekliliğini bir kez daha sorgulamamıza yol açıyorlar.

Marche La Void

Marche La Void da, Everybody Loves Irene gibi, Endonezya’nın başkenti Jakarta’dan çıkan bir grup. Birlikte müzik yapmaya 2006 yılında başlamışlar ve şu zamana kadar yayınladıkları, Cacophonia adında bir ep’leri bulunmakta. Marche La Void, dört şarkılık bir ep ile bile, ne kadar özgün olduklarını ve müzikal kalitelerinin ne boyutta olduklarını gösterebilmeyi başarmış ki bu çok önemli bir özellik. Cacophonia, yarım saat sürmüyor ama bu dört yapraklı yoncanın her yaprağında neredeyse ürkütücü bir yoğunluk bulunuyor.

Marche La Void, karanlık bir gökkubenin altında yer yer ambient tınıları ihtiva eden bir shoegaze icra ediyor. Radiohead’den Low’a, Slowdive’a uzanan bir yelpazede, içimizi çok ama çok acıtan, boğazımıza bir yumru gibi takılan, nefesimizi kesen bir müzikten söz ediyorum. Tüm bu duygusal yoğunluğu dört şarkıyla verebilmek her grubun harcı değildir. Bu sebeple, Marche La Void uzak diyarlardaki, her derde deva olan şifalı bitkileri anımsatıyor bana. 2009 yılı içerisinde, ha bitti ha bitecek kontenjanında yer alan bir albümün söz konusu olduğu hikaye ediliyor. Bu bir çok kişi için önemli bir haber; ülke sınırları dahilinde çok da göz önünde olmayan bir grup olsalar da, ep'leri Cacophonia, alternatif müzik kıblelerinden biri olan The Silent Ballet'de incelendikten sonra özellikle, bir çok dünya vatandaşının ilgisini çekmeye mazhar olmuştu.

A Slow In Dance

Endonezya’nın hatrı sayılır gruplarından biri, bu sefer -Jakarta’dan değil ama on yedibin adalık ülkenin Java adasındaki- Bandung şehrinden, A Slow In Dance. A Slow In Dance, bildiğimiz janr tanımları dahilinde, tam da post-rock tanımının parantez içlerine düşen bir grup. Bu noktada önemli bir ayrıma değinmek elzem. Post-rock diye adlandırılagelen müziğin aslında çok kolay formülize edilebilebilir bir hale gelmiş olması, aslında müziğin seçkinci boyutuna önemli bir darbe indirdi. Salt içsel kaygılarla rock kalıplarının dışına taşan bu müzik, “dışarı taşarmış gibi yapmak” keşfiyle bu özelliğini yitirir görünse de, örneğin A Slow In Dance gibi samimiyet ekseninden uzaklaşmayan grupların varlığı ümit verici oluyor.

Geçtiğimiz sene We Hate This But We Need To Survive isimli beş şarkılık bir ep çıkaran grubun müziği, Explosions In The Sky’ın görkemli coşkusunu anımsatıyor. Söz konusu ep’nin içinde, kendi tarzlarının biraz dışına çıktıkları ve nadide bir vokal ile beslenmiş Love Hope And Pain adlı bir parça da bulunmakta ki, müzikal fikirlerini çapayla sabitlemediklerini gösteren önemli bir kanıt bu. A Slow In Dance, dijital örümcek ağlarının en fazla konuşulan bağımsız gruplarından biri şu sıralar, mihrak aldıkları janr parantezinde.

The S.I.G.I.T.

Bandung çıkışlı bir diğer grup da, The Super Insurgent Group of Intemperance Talent. On beş yıla yakın zamandır bir arada olan The S.I.G.I.T. de ülke genelinde ilgiyle takip edilen grupların başında geliyor. Zaman zaman maviye çalan, çiğ bir rock’n roll yapmakta olan grubun kendi adlarını taşıyan bir ep’leri ve Visible Idea Of Perfection adında bir albümleri mevcut. Radio Moscow, The Black Keys gibi gruplardan haz alanlar için müthiş bir keşif olabilir The S.I.G.I.T. ki yine aynı kişiler için, Bandunglu bir diğer grup Teenage Death Star da öneri sepetinde yer alması gereken bir isim. Havsalamıza Mustang egzosundan çıkan kesif bir gaz kokusunu, alabildiğine uzanan eyaletlerarası otobanları -ve tabii ki Lemmy Kilmister/İzzet Altınmeşe ayarında bir et benini- getiren bu müziğin, motorsikletlerin ve adaların hakimiyetinde olan bir ülkeden çıkmış olması şaşırtıcı.

Seringai

Seringai de rock'n roll özlemi içinde olanları tatmin edecek gruplar arasında. Endonezya'nın üretken hardcore/punk sahnesinde şekillenmiş Jakartalı grup, zamanla kirli tonlu bir rock'n roll grubuna evrimleşmiş. Lakin zaman zaman köklerine selam etmeyi, hardcore-vari korolar kullanmayı ya da tamamen farklı bir kabukla drone-rock'a evrilmeyi ihmal etmiyorlar ki söz konusu ettiğimiz gruplar arasında en fazla çeşitliliği muhakkak ki onlar sunuyor. Zaman zaman Motörhead'e, zaman zaman Sick Of It All'a, nadiren de olsa Isis'e selam durmayı şiar eylemiş grubun ülke dahilinde bir çok tıp literatüründe die-hard fan diye tabir edilen takipçisi var.

Tüm bu ismini saydığımız grupların, saymadıklarımızla birlikte, en belirgin özelliği şu; ne yapıyorlarsa fevkalade bir amatörlük ruhu taşıyorlar içlerinde. Albüm kapaklarında, kliplerinde, şarkılarının her sözünde ve her notasında bu ruhu hissedebiliyoruz. Pahalı ekipmanlarla kayıt yapmıyor olabilirler, yüksek prodüksiyonlu kliplere imza atmıyor, geniş televizyon stüdyolarında çekilen programlara katılmıyor olabilirler. Urban Outfitters’tan ya da Topshop’tan giyinmiyorlar, uzun boylu ve sarışın değiller, altın plaklar değiş-tokuş etmiyorlar, uyuşturucu skandallarıyla gündeme gelmiyorlar, tüm dünya müziklerini dinlemiyor olabilir ama tüm dünyanın dinlediği gruplardan çok daha samimi ve mütevaziler.

Bu noktada yazıyı iki şekilde bağlayıp edebi bir dile meyledebilirim. Sonunu üç noktayla süsleyip, yazının başlığına gönderme yapma gibi klişe bir yöntemle, Türkiye Endonezya olur mu, diye sorup cevabın ucunu açık bırakabilirim. Yahut, Levent Kırca-vari bir metodolojiyle, Türkiye Endonezya olmaz, biz bu samimiyetsizlikle daha çook bahane üretiriz de diyebilir, evrensel karşısında yereli yererek ukalalık yapabilirim. Lakin hiç biri kıssanın hissesini layıkıyla vermeyecektir. O yüzden parmakları gözlere, gözleri de kağıda doğrultalım ve şöyle diyelim: Tam 20 sene evvelinde parmağımızdan kayıp düşmüş, kayıp olmuş, çok mühim bir şeyi simgeleyegelmiş bir yüzük var. Bu yüzüğün içinde, italik harflerle Masumiyet yazar. Fevkalade müzik yapan grupların, fevkalade bir çaba içinde olan insanların, hiç vazgeçmeyenlerin, en sonunda vazgeçmek zorunda bırakılanların hiç bir suçu yok bunda. Ama kendimizi Galata Kulesi'nden aşağı bıraksak, bir zamanlar Kadıköy'den Karaköy'e, Bakırköy'e uzanmış olan masum dalgalanmayı göremeyecek oluşumuz da katı olduğu kadar sivri bir gerçek. Kaybolmuş masumiyet geri kazanılamaz denmiştir, ne kadar doğru olduğu tartışmaya kapalıdır, uzun zaman önce kaybettiklerimizi farklı bir kimlikle kazanbilme imkanı ise birinci sınıf bir tartışma konusudur. Hadi klişenin boynunu eğmeden yazıya nokta koymayayım; Türkiye Endonezya olur mu emin değilim. Gördüğüm şey, Türkiye'de daha güzel bir Türkiye'nin filizlenebilecek olduğudur.

20090607

For The Turkish Impaired, Extended.
























Fingers are vulnerable to feelings. Remember to check them when you're anxious or excited or when you're about to empty the brown-glass pill bottle. They can be set aflame, melt, bled in an all too non-stigmatic way, they can even disappear suddenly and inexplicably. I, myself, have lost 8 fingers once. They came back after a blinks later, they were quite out of control and smellt peculiar. I still believe they have felt an unbearable boredom and left my knuckles to swim in the warm rivers of the Eden. But what do I know, fingers have their own conscious and their own agenda. Our mind is somehow deficient to understand their reasoning.

I have given up on thinking about my fingers for almost 15 years now. Our relationship is not very healthy though but it doesn't matter, I'm happy with the way things are. They let me feel, they let me create, they let me think, they let me deceive, they let me explain. I bite them in return and I respect their need of disappearance. This is a mutual slavery, we -Notions Eleven- all are aware of that and have no problem with it.

This blog is the playground of my fingers. Hereby, they satisfy their own needs, they do what they are supposed to do, while I try to observe what exactly they are doing. In terms of words, you usually understand nothing, nothing at all. So this all fuss seems like another music blog with the highlighted download links and if you are curious enough to see what exactly my fingers have done, you see a huge pile of crap.

Translators are the assholes of revelation. Don't trust them, don't even think to use them. If you are curious, if you want to understand, if you ask why and if you ask what, you don't need them, not at all.

Wittgenstein says a private language in which one speaks to oneself about its very own sensations is impossible to have. But to think about anything, anything at all, we must have a language, a set of rules, a communication device. Be it sign-language or Latin, it has to be public, inherited and inheritable.

This is my language through music and sentences. This is how my fingers dance.
This is my answer to all unanswered whies and whats and whens.
This is my thank you to all compliments.

20090606

Önce Özetler.

















Bir süredir başımı kaşıyacak vaktim yoktu desem yeridir. En nihayetinde kafamı toparlayınca klavyeye sarılıyorum ama hem şu günü kendime tatil seçtiğimden, hem de meşgul olup yazamadığım dönemde yaşanan ilgi çekici gelişmeleri peşinen paylaşmak istediğimden, ufak bir özet geçeyim. Sırasıyla her birine değineceğiz, yarından itibaren gazeteniz Limbo Pillow'da dev yazı dizisi!

- French Teen Idol'ın yeni albümü El Siete Es La Luz bir kaç gün evvel yayınlandı. Arzu eden buradan albümün tamamını dinleyebiliyor. Bir kaç gün içinde detaylı bir El Siete De Luz yazısı kaleme alacağımdan albümle ilgili söyleyebileceğim tek şey, Andrea'nın gözle görülür bir şekilde müziğine ayrı bir karakter kattığı.

- Her mail'lerinde kayda ha girdik ha gireceğiz diye diye bir yılı deviren Marche La Void'nın yeni albümü için bu sefer sahiden harekete geçilmiş. Grup, albümün ramazan ayına kadar tamamlanacağını söylüyor ki geçen sene de bu ramazan takıntısı hasıl olmuştu. Plak şirketi olarak Ettehiyatü Records'u seçmiş olmalarından başka bir açıklama bulamıyorum bu duruma.

- Balmorhea'nın daha önce yayınlanmış şarkıları bir remix albümde toplanıyor. Rafael Anton Irrisari, Library Tapes, Machinefabriek, Peter Broderick, Jacaszek, Helios ve Eluvium gibi isimler tarafından yapılan remix'lerden müteşekkil bu albüm iki cd'den oluşacakmış ve bir cd tamamen Settler'ın Eluvium yorumuna ayrılacakmış.

- Eluvium demişken, Some Days Are Better Than Others adlı filmin tüm müzikleri Eluvium tarafından yapılmış. Film bu yılın son çeyreğinde -hep kullanmak istediğim bu kalıbı kullandığım için ne denli mutlu olduğumu bilemezsin okur- seyirciyle buluşacakmış.

- these monsters... albüm kayıtlarını tamamladı. Albüm yaz ayları içerisinde çıkacakmış. Albümden sızan ilk şarkı, Harry Patton'ın çiğ hali Youtube'da dönüyordu ki o haliyle bile bir kaç günlüğüne aklıma çivi gibi saplanmıştı. Myspacelerindeki son kayıtla görüyoruz ki daha da nadide bir hale gelmiş bu parça. Albümün tümünün bu seviyede olduğunu varsayarsak, these monsters...'ın patlamadan önceki son ayları içerisindeyiz diyebilirim.

- Emancipator albümünün de eli kulağında. Yeni albümde yer alacak Black Lake adlı şarkının bir bölümü Myspace'ten dinlenebilir, sabır taşına çekiç darbeleri vurulabilir.

- Exxasens'in yeni albümünün ağustos sonunda yayınlanacağı kesinleşti. Bu sefer galaksinin hangi köşelerine gidip o köşelerden hangi seslerin çıkarıldığını öğrenmeyi merakla bekliyorum.

- Ve şimdi magazin. Hydra Head muhabirimiz İ.T.'nin bildirdiğine göre Made Out Of Babies vokalisti Julie Christmas yine Hydra Head dahilinden birilerine gönlünü kaptırmış! Stüdyodan çıkarken elele görüntülediğimiz Julie Christmas ve yüzünü kazağıyla kapayan gizemli sevgilisi ayrı ayrı taksilere binerek ortamı terk etmiş. O arada otelde bu birini mi dövmüş diğeri şarkı mı yazmış ne, oraları tam anlamadım.

[Fade in- Rondo Alla Turca]
İyi geceler Limbo Pillow. Her kimin hayalinde yaşıyor ve yaşatılıyorsan.
[Fade out- Rondo Alla Turca]