20090809

Hildur Gudnadóttir - Without Sinking






















Hayatımda ilk kez "seni seviyorum" cümlesini telaffuz ettiğimde dokuz yaşındaydım. Nedense bu, kendine "büyükler" diyen diğer insanlar için gülünç bir şeydi, amcaya pipi gösterme ritüeli yahut "bizim oğlan çok güzel Süleyman Demirel taklidi yapar" minvalinde bir durumdan fazlası değildi. Büyükler nâm güruhun oy birliğiyle aldığı karara göre, dokuz yaşındaki bir çocuğun sevmesi namümkündü, herhangi bir gerekçesi yoktu bu kararın, temyiz yolu da kapalıydı.

Gel gör ki, dokuz yaşında olmasına rağmen hayatının yarısından fazlasını tek başına geçiren, evde neredeyse tek başına yaşayan, yemek yapıp bulaşık yıkayabilen, yani kendi kendine yeten bir çocuktum. Eh, o yaşta elinizde keman gibi manen ağır bir enstrümanın yükü altındayken ve İntizar'dan Nasıl Geçti Habersiz'den nemalanmışken ve hayatını yalnız idame ettiriyorken, bir çocuğun duygularıyla yüzleşmeye başlaması, sevgiyi keşfetmesi çok da anormal bir durum gibi gelmiyor bana. Aradan geçen onca yıl sonra, o günkü duygularımı tarttığım vakit, hakikaten de yaşadığım hissin sevgi ya da aşk diye adlandırılmasında hiç bir sorun görmüyorum. Hayatı boyunca cinsel dürtüleri ya da zoraki birliktelikleri aşk, sevgi diye adlandıran bir Büyükler mercii için bunun ayırdına varmanın imkansızlığı da ortada.

İlk kez "seni seviyorum" dediğimde karşılık aldığımı hatırlıyorum. Sevmenin ve sevilmenin bu tip bir yaşta tecrübe edilmesi, yaşadığım -sadece duygusal değil- tüm insani ilişkilerde bana çok büyük faydası dokunmuş, olgunluk kazandırmış bir artıydı. Eğer ki sahilde el ele yürüyüp birlikte Ataol Behramoğlu okumak, derste devamlı olarak gözgöze olup tebessüm alışverişinde bulunmanın adı ilişkiyse, yaşadığımızın adı ilişkiydi ve o ilişkinin bana esas olarak kattığı şey, erken yaştaki ilişki olgunluğu değil, "seni seviyorum" deme adabıydı.

Dokuz yaşın getirdiği nasıl bir duygu ve düşünce birlikteliği, "seni seviyorum" demeyi ağacın dallarını budamaya, söylenmesi elzem olan ve fakat sık yapıldığında da ağacı çıplaklaştıracak bir istiare yaratabilir, bugün bile anlayamadığım bir şey bu fakat söyleyenini sevmeme ve söylediğini unutmamama şaşmamak lazım. Bu istiarenin kafamda yarattığı imtinalı kullanım zorunluluğundan hareketle olsa gerek, her daim duygusal yoğunluğun ulaşılabilecek en uç noktada olduğu anlarda çıktı ağzımdan bu mühim cümle. Ve fark ettim ki, cinsel haz ile yaşanan boşalmaya benzer bir durum hakim oluyor insan metabolizmasına; içinde yükseldiğini hissettiğin duygular, kimyanı etkiler hale geliyor, bir şekilde bu içsel devinimi dışa yansıtma zorunluluğu taşıyorsun. Magmanın kabarıp patlaması gibi bir şey bu ve ağlarken akıttığımız gözyaşları, gülerken attığımız kahkaha, canımız yandığında dilimizden süzülen ahûvahtan farksız. Yani meselenin en basit boyutunda, canı yanan bir adamın ses telleri vasıtasıyla bu hissi yaşaması ya da üzgün birinin gözyaşı bezeleri harekete geçiyorsa, tüm bunların hiç bir açıklaması yoksa, tüm bunlar hiç bir açıklamayı taşımadıkları için saçma sapanlarsa ve bir o kadar da korkunç ölçüde doğallarsa, sevginin vücudu titrettiği, kimyamızı bozduğu o anlarda "seni seviyorum" demek de o kadar doğaldı.

Şimdi ben buraya nereden ve neden geldim? Neden seni seviyorum demeyi, Macaulay Culkin'in başrolünde oynadığı çocuklar için bir romantik-komedi filminden hallice olan ilk aşk hikayem üzerinden anlattım?

Şu yüzden; bazen, bazı müziklerle tanış olduğumda, içimde "seni seviyorum" deme zarureti yaşadığım o anlardaki gibi bir kimyasal reaksiyon oluşuyor, içimde evvela hissedilir bir boşluk peydahlanıyor, sonra yavaş yavaş o boşluk doluyor, dolduktan sonra taşmaya başlıyor ve hücrelere, damarlara, sinir uçlarına, tüm vücuda sirayet ediyor. O andan itibaren yaşanan durum neticesinde bir şey yapma zorunluluğu hasıl oluyor, tıpkı "seni seviyorum" diyip anlık bir boşalma yaşamak gibi, ağlamanın verdiği ya da acı çekerken vah etmenin getirdiği o rahatlama gibi. İstemsiz bir şekilde elimle masaya vurarak bir patlama sesi yaratmayı bekliyorum, kalbim karadelik gibi içeri burkulmaya başlarken de bir şeyler demek istiyorum.

Hildur Gudnadóttir'i ilk dinlediğimde işte tam da bu anlattığım ruh halini yaşadım -teşekkür ederim Bora-. Çellist Gudnadóttir'in kendi bestelerinden müteşekkil ve enstrüman namına sadece yaylıların yer aldığı Without Sinking albümü, Gudnadóttir'in kendi adıyla çıkardığı ilk albüm olmasına rağmen, bir kaç notayla ilk bakışta insanı kalbinden vurmayı, kimyasını bozmayı beceriyor. Elbette çellonun kendine özgü tınısı ve ihtiva ettiği müzikal ağırlık, aklımıza Esmerine'i getiriyor. Ne var ki, Esmerine bestelerinden daha melodik ve daha sakin, daha duyguları hedefleyen bir yapısı var Gudnadóttir şarkılarının.

İsminden kolayca anlayabileceğimiz üzere İzlanda menşeili olan hanımefendinin daha evvelden içlerinde múm, Pan-Sonic gibi grupların da yer aldığı bir çok kişiyle ortak çalışmaları mevcut. Elbette aklımıza bir Ólafur Arnalds denkleşmesi geliyor, ama Gudnadóttir'in tek başına yaptıkları da kıymeti ziyadesiyle hak ediyor.

İzlanda'nın kendini ve birbirlerini tekrar eden gruplara yaptığı ev sahipliğinin ardından farklı bir yapıya bürünmesi ve bu yapının bir öncekinden daha sade ama daha nadide olması sevindirici bir durum. Uzun zamandır, göbek bağı birlikte kesilmiş gibi duran İzlanda menşeili gruplar yorucu olmaya başlamıştı, bu yeni dalganın yarattığı değişim ve yeniden yapılanma bizim "abi İzlanda çok güzel yaaaa"cılara da ulaşır mı, en büyük merakım bu.


Sanatçı: Hildur Gudnadóttir
Albüm: Without Sinking

Şarkı listesi:
1- Elevation
2- Overcast
3- Erupting Lİght
4- Circular
5- Ascent
6- Opaque
7- Aether
8- Whiten
9- Into Warmer Air
10- Unviled

DOWNLOAD.

2 mırıltı.:

Anıl Eraslan said...

Gudnadottir iyiymis.

Bir de benzesen Joan Jeanrenaud var onu da tavsiye ederim. Kronos Quartet'in eski viyolonselcisi, simdi sanirim ms hastaligi yuzunden calamiyor.(...)

Anonymous said...

limbo pillow daki 2008 ve 2009 tanıtımı yapilan tum albumleri indirip dinlemiş biri olarak bu albümün bende cok ozel bi yer kazandigini soylemeliyim. çok basarili.