Ekran sizsiniz ve televizyon sizi izliyor.
-Jean Baudrillard
Ben televizyon izlemiyorum yea, aptal kutusu.
-Burçin Sevecen
Biliyorsunuz, bir kaç ay evvel İstanbuldaki evlerinden kaçan iki genç kız, İzmir sokaklarında gezerken yakalanmış, İzmir emniyet teşkilatı mevzu bahis kızları bir güzel paket edip İstanbul Emniyet Müdürü vazifesine atanmış eski müdürleri Hüseyin Çapkın'a hoşgeldin hediyesi olarak kargolamıştı. 14 yaşındaki bu kızları kargodan teslim alan ailesi, paketin sağlam olup olmadığını kontrol amacıyla Adli Tıp Kurumu'na gitmiş, paketle ilgili yeterli güvenceye sahip olmalarının ardından da kızların "sağlıklarının" yerinde olduklarını detaylı bir incelemeden sonucu öğrendikleri için ne kadar bahtiyar olduklarını belirtmekten de geri kalmamışlardı.
Mesele televizyon kanallarının ilgisini çekmeyi başardı, en nihayetinde Türkiye'de her gün evden kaçan, kaybolan, sokakta yaşamaya başlayan, madde bağımlısı olup toplumun defekti haline gelen diğerleri üzerine konuşmak anlamsızdı. Ama emo akımıyla ilintili olan iki kızın evden kaçması, yeni bir cadı avının başlangıcı olabilecekti, haber bültenlerini doldurmak için yepyeni bir fasarya ortaya çıkmıştı. Talih kuşunun başlarına yuva yaptığının bilincinde olan televizyon kanalları bu durumu değerlendirmekten geri durmadılar. Emocular nasıl giyinir, ne yerler, ne içerler gibi detaylı araştırmaların yanı sıra, çeşitli sokak röportajlarıyla demos'un da nabzını tutulmuş, olay tüm boyutlarıyla irdelendikten sonra mevzu bahis kızlara da "O saç şekline ne denir? Neden emo? En çok hangi müziği seversin?" gibi teferruatlı sualler yöneltilmişti. Aşağıda evden kaçan bir kızın fotoğrafı nasıl çekilmeli türünden bir habercilik dersi görüyorsunuz;
Tabii ki 14 yaşındaki bir kızın durumun ayırdında olmasını ve buna göre konuşup hareket etmesini bekleyemeyiz. Ama söylediklerini bir şekilde tasniflediğimiz vakit, ortaya çıkan tablo mühim ve vahim. Hanım kızımız, 13 yaşındayken emo olmaya karar verdiğini çünkü erkeklerin emo kızlara daha çok ilgi gösterdiğini söylüyor. İşin vehametini ve ehemmiyetini bu şekilde ortaya çıkaran ise kızın tavrı, zira lafı dilinin üzerinde döndürüp dolaştırmadan olduğu gibi söylüyor. Cehalet, aptallık, dürüstlük diyebiliriz ama ortaya çıkan sonuç açısından değerlendirdiğimizde faydası tartışılmaz bir beyanat bu, bir itiraf olma niteliği taşıyor. Evet, mesele bu kadar basit; bir şey olmak için geçerli sebepler ışığında kararlar alıyor ve o oluyoruz. Olduğumuz şeyin tanım aralıklarını elimizden geldiğince dolduruyor, ona göre giyiniyor, saçlarımızı ona göre şekillendiriyor ve ona göre müzik dinleyip ona göre konuşuyoruz. Son kertede, bir insan değil, bir Cansu bir Hasan bir Burçin değil bir kelime oluyoruz, tanım haline geliyoruz, sadece bir metalciyiz, emocuyuz, satanistiz; olmak istediğimiz şekilde. Ve olmak istediğimiz şekliyle toplumun bir numaralı konusuyuz, kendi kendimizi masaya yatırıyoruz. Bir toplum, insanların ne olduğunu, nasıl giyindiğini bu kadar mı önemser? Bu kadar mı büyük mesele haline getirir?
Bir kaç gün evvel Brüno'yu izlerken de bunları düşünüyordum. Bilen bilir, çok gülen bir adam değilim ama gülmeye başladığım zaman dağılıveriyorum, gözlerimden akan yaşlar sel oluyor. Brüno'yu izlerken de yanacıklarımdan akıp giden gözyaşlarım, bir anda sanki Levent Kırca eline megafon almış da apartman girişinden "Güleriz ağlanacak halimize..........." diye bağırmış gibi, gülme ekseninden ağlama eksenine kaymaya başladı yavaş yavaş. Filmin mihrakına oturttuğu karakter, mübalağa ile ve övgüleme ile gözümüze gözümüze girdiği kişilik yapısıyla tam da benim üzerine satırlarca sözcük döktüğüm insan modeliyle örtüşüyor. Moda kurbanlığının, cinsel tercih reklamcılığının, sivrilmek için sapkınlaşmakta ve dahi gülünçleşmekte herhangi bir beis görmemenin allanıp pullanmış hali Brüno. Her konserde, her festivalde Brüno prototipleriyle karşılaşmak çok kolay; gelmeden önce aynanın karşısında saatlerini harcayan o, moda sitelerinden çıkmayan o, en gülünç saç şeklini seçen o, en absürd kıyafet kombinasyonuna sahip olan o, sadece kendi özel meseleleri hakkında tumblr'dan twitter'a, facebook'tan myspace'e her yeri işgal eden o, kendi fotoğraflarını her yerde gözümüze sokan o. O, o, o. Her yerde o var, her yerde o olmalı. Herkes onu konuşmalı, onu beğenmeli. O en güzel olmalı, en havalı o gözükmeli, en fazla takip edilen o olmalı. Verilen karar bu, bu karar uğrunda harcanan haysiyet de olsa olsa kaz gelecek yerden esirgenmeyen tavuk olabilir. Bu kişisel bir tercih, kişisel bir mesele ama bu düşüncenin şekillendirdiği insanlar, insanların şekillendirdiği kollektif bilinç ve bu kollektif bilinci taşıyan toplum için artık değer yargıları farklı bir hale bürünmüş oluyor. Elbette toplumun yegane sinir ucu kimin ne olduğu ve nasıl giyindiği, ne yaptığı olunca bu ortaya çıkan bireylerin kimseyi şaşırtmaması lazım.
Ama bu çarpık topluma entegre bireylerin bir türlü göremediği gerçek şu; gerçek beğeni, gerçek ilgi, gerçek sevgi göze batan sivri şeyler sonucu ortaya çıkmış duygu patlamaları değiller. İnsanlar, başka insanları olmaya çalıştıkları şey yüzünden değil, oldukları şey yüzünden severler. Haliyle, böyle çarpık bir anlayışın hakimiyeti hasebiyle o saçma sapan alakanın, beğeninin bir türlü yetmediği, yetinmeyi bilmeyen kişinin de daha fazla sivrilip haysiyetini daha fazla ayaklar altına aldığı sonucuna varabiliriz. Neden mutsuz olduğunuzun yanıtını arıyorsanız buraya bakın; neden olmaya çalıştığınız kişi olamıyorsunuz, neden gördüğünüz alaka ile yetinemiyorsunuz, neden sevgiye doymuyorsunuz? Cevap şu; zorluyorsunuz. Zorla yapılan her şey gibi de masumiyetten muafsınız, beş para edebileceğiniz tek platform da adına "eğlence sektörü" denince meşrulaşan sirktir.
Burada bu sirk üzerine onlarca şey yazdım. Bacak kadar çocukları Bülent Ersoy kıyafetlerine sokup şarkı söyletmelerinden magazin programlarına. Ama mesele git gide Running Man'deki gibi bir hale bürünüyor, olay iyiden iyiye ciddileşmeye başladı. Hayır üzerinde fare dolaşırken şarkı söylemek, yılanla dolu akvaryumdan ağız yordamıyla çilek çıkarmaya çalışmak gibi şeyler değil kastettiklerim. Volonte general'e, genel iradeye sirayet eden, bir bilinç oluşturan ve bu bilinci yaygınlaştıran bir hal almıştır artık eğlence sektörü adını verdiğimiz bu sirkin işlevi.
Figürlerin hemen hemen hepsinin zihinlerimize "ben buyum" tabelası asmaya çalıştığı bir yer burası. Geçen günlerde Zeki Müren'den bahsetmiştim; bu adam toplumumuzca en büyük sapkınlıklardan biri olarak kabul edilen eşcinselliği hem de yine sapkın addedilen bir yöntem ile, travestilik ile yaşarken kimse de dönüp icra ettiği sanatı bu detayla değerlendirmedi. Zeki Müren diyince aklımıza eşcinsel bir travesti değil, bir sanat idolü geliyor. Beri yandan, eşcinsel olduğu herkesçe bilinen, webcam vasıtasıyla arka nahiyesini hemcinsine gösterir iken çekilen fotoğrafları elden ele dolaşan bir Fatih Ürek gözümüzün içine baka baka, üç gittim beş gittim sabaha kadar inlettim ağlattım minvalinde laflar edebiliyor. Bu bir "ben buyum" tabelası. Benim nezdimde emocu olmaya karar veren kızın da, alaka ve sevgi görmek için sivrilebileceği kadar sivrilen adamın da düşünce yapısı bu yayınlanan ve yaygınlaşan düşüncenin suyunun suyu. Ama sadece bu tip şeylerle sınırlı değil mal haline getirilen kişiliğin promosyonu için yapılanlar; cumartesi geceleri Pelin Batu'nun "ben bilgiliyim!" çırpınışlarıyla geçiyor nihayetinde.
Hal böyle olunca, ortaya bir sömürü çıkıyor. Aslında pek de sömürü denemeyecek, mutualist bir ilişki olarak tanımlanması daha doğru olacak bir yapı bu. Promosyonlarını yapmaya çalışanlar, yapılan promosyonları satarak toplumu etkileyenler. Ama tekrar etmek icab ederse; işin ciddiyet boyutu artık yılandan, tarantuladan, topuklu ayakkabı giymiş veletten çok daha farklı bir noktaya taşınıyor işte. Bir magazin nesnesi haline getirilen Münevver Karabulut cinayeti bu konuda en büyük örnek olma özelliğini taşıyor. Konuya "şu kadar insan öldürülüyor, bir bunla mı uğraşıyorsunuz" diye yaklaşmak eblekçe, zira vaka her açıdan irdelenmesi elzem bir vaka. Ama irdelenmesi elzem olan bir konu, bir adli tıp skandalına yani bir adalet hususu iken -bir vatandaşın sırtını dayayabileceği ve güven hissedebileceği birincil kavram olan adalete gelen zeval iken- anne ve babanın çıkıp "Kızımızın çamaşırında sperm lekesi olamaz çünkü kızımız 'temiz'dir." noktasına geliyorsa eğer ve bunun üzerine kamuoyu "derin bir oh çekiyorsa", bizim bu yazıları, bu kitapları, bu beyinleri hepten toplayıp tuvalete atmamız, sonra da sifonu çekmemiz lazım. Bu, genel iradenin ne hale geldiğini gösteren çok güçlü bir göstergedir. Sokaktaki adamın ilgilendiği mesele ölen bir kız değil kızı öldüren herifin serveti haline gelir, adalet sorunu değil kızın cinsellik sorunu masaya yatırılır, konuyu siyaset eksenine çekip oy tartışmasına girmek istemiyorum ama tarihi boyunca bu kadar mağdur olup, şikayet edip, iradesini de mağduriyetini derinleştirmek için kullanan bir başka toplum daha yoktur. Bakın size bir örnek vereyim, hem de yazının başlığında söz verdiğim fotoğrafı paylaşayım;
Bendeniz de 13 yaşındaki her çocuk gibi saçmalamaya bir hayli meyilliydim. Nereden gördüm, nereden özendim bilmiyorum ama saçlarım şu şekilden çıkmadı bir kaç sene. O küçük yaşımızın küçük beynine göre bir tepkiydi bu ama düpedüz ilgi çekmeye çalışan bir çocuğun sivrilme çabasıymış işte, bunu o yaşta göremiyoruz elbette. Ama bir ülke düşünün ki, düzensiz kentleştiği, denetim yapmayıp vazifesini yerine getirmediği için yüzbinlerce insanı bir doğa olayına kurban vermiş. Bir adalet düşünün ki tek bir kişi bu hataların cezasını çekmemiş. Ve işte bu ülkenin insanları, bu konulardaki şikayetlerini defaatle dile getirmesine rağmen hiç bir şekilde tavrını, tepkisini ortaya koymamış. Onun yerine sokakta dik saçlarla yürüyen bir çocuk için yolunu değiştirip, elindeki poşetleri yere bırakma zahmetine girip, ödülü hak eden jest ve mimiklerle, ilgi çekmekten başka bir derdi olmayan ve bir kaç sene içinde aklı başına gelip kendisine ne yapıyorum ben diye soracak bir çocuğa "Allah belanı versin!" tepkisi verebilmiş. Bunu kendine vazife bellemiş, vazifesini ifa ettiğinden de huzur dolu bir yüz ifadesiyle yoluna devam etmiş. Ve o andan itibaren o adaleti bozuk bir ülkede yaşamamış, yüzbinlerce insanın ölmediği bir ülkede, eşcinsellerin olmadığı bir ülkede, evlenmeyen kızların prangalandıkları için davulcuya yahut zurnacıya kaçamadığı bir ülkede yaşamış.
Münevver Karabulut'un kim bilir hangi cehennemde olan katil zanlısına katılımcı internet sitelerinden akıl almaz yorumları ile bela yağdırarak toplumsal vazifesini yerine getirenler, sorumlu habercilik anlayışı gereği gün be gün haber vererek yapraklı maarif takvimi gibi şu kadar geçti bu kadar oldu diye haber yapanlar, katilinin kim olduğu, nerede yaşadığı, ne halt etmiş olduğu apaçık belli olan Uğur Kaymaz için ne yaptılar?
Benim en büyük merakım, bir gün insanlar bir emocu kızın adli tıp onaylı bekaretine, kafası bedeninden ayrılmış bir maktulün namusuna, içki içip karısını döven bir adam rolü oynayan oyuncuya, şarkıcıların hangi deliklerden haz aldığına değil de, adalete, hakkaniyete, haysiyete yönelik yaşananlara "itirazım var" diyip diyemeyeceğidir.
20090722
Olay! Olay! Olay! Dream Endless'ın Hiç Bir Yerde Görmediğiniz Fotoğrafı!
söyleyen; dream endless. at 06:34
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
5 mırıltı.:
post rock dan haz alan bir hak öznesinin yaşadığı topluma bakış açısı ancak bukadar isabetli olabilirdi zaten..
Post-rock'dan alınan haz ile toplumsal muhakeme arasında ne tip bir kartezyen ilişki var bunu merak ettim, son yorum üzerine.
BEN TEKİM!
bir kaç gün daha bekleseydi fulya da bu yazının bir parçası olurdu herhalde, viral pazarlama olduğu iddia edilen videonun, olsa bile bunun üzerinden insanların gelebildiği noktaları görmek gerçekten tuhaf, herkes şehre gelen yeni sirkin bir parçası olma derdinde şimdi. kaç tane mert çıkacak ve cevap verecek ya da kaç tane mert olmayan gencin etekli fotoğraflarını göreceğiz acaba.
şu yorum beni en az bruno nun traileri kadar güldürdü:
bu kızı aldatanın ta aq. fıstık gibi hatun.böyle sevgilim olsun ölümsüz olurum aq!
Bruno seven arkadaslarimi seviyorum. (Gene E.S. gene sig bir yorum.)
Post a Comment