Hepimize olmuştur; uyurken sonsuz derinlikte bir kuyuya düştüğümüzü hisseder ve büyük bir korkuyla uyanırız. Jack London bu hissi maymunlardan miras aldığımızı iddia eder: Bulabildikleri en konforlu ve güvenli yatak ağaç dalları olduğu için ve modern insanın karyolalara monte ettiği parmaklıkları ne yazık ki akıl edebilemedikleri için muz ve envai çeşitli kabuklu yemiş dolu rüyalarından sık sık havada uyanan atalarımızın bu hissi genlere öyle bir biçimde sirayet etmiştir ki, insani duygularımızı, tüm bilimsel ve evrimsel kusursuzluğumuzu alt ederek bir kaç kırmızı baloncukla su yüzüne çıkar. Öyle sanıyorum ki, uykudaki bilincimizin içimizdeki o hayvanla münakaşa edemeyecek kadar zayıf olmasıdır bu yenilginin sebebi. Bilincimizin duvarlarının, hücre çeperlerinin inceldiği çoğu zamanda da vuku bulur buna benzer vakalar; öptüğümüz dudakları ısırırken, sevişme esnasında hırlarken, hiddetlendiğimizde etrafa bir şeyler savururken ya da birinin suratını küflenmiş vişne reçeline çevirecek kadar acımasız yumruklar atarken içimizdeki kim bilir hangi hayvan, onu sakladığımız köhne yerde, kalın metal parmaklıkların arkasında, karanlıkta gözleri parlarken sırıtır, kaslı arka ayakları üstünde şöyle bir gerilir, sivri tırnaklarını pençelerinden çıkarır, tüm o koca ve korkunç cüssesine rağmen ufak sevimli bir kedi gibi tam da göğüs kafesinden keyifli bir hırıltı gelir. Böyle anlarda biz o hırıltıyı duyarız.
Long Distance Calling'i ilk dinlediğim günde de, aradan geçen o kadar zaman ve dört ayrı albümden sonra bugün de, kulaklıkların ya da hoparlörlerin kulağıma ilettiği ses dalgalarında işte ben o hırıltıyı duyuyorum her notanın içinde; notaların kuyruklarında kirli, kanlı dişler ve sivri tırnaklar var. Bu ilkel sahicilik Long Distance Calling'i bambaşka bir mertebeye yerleştiriyor şahsım nezdinde, belki sadece bana değil, içimdeki o hayvana da doğrudan hitap edebildiği için. Ancak sözünü ettiğim bu ilkellik, yerinde sayan, değişmeyen, zamanın ruhuna yenilen bir ilkellik değil. Long Distance Calling sürekli olarak evrimleşen, bu evrimin çağlarını da sadece albümlere değil şarkılara hatta şarkıların içindeki geçişlere bile yedirmeyi başarabilen bir müziği icra ediyor.
Müzik piyasasında adı konulmamış bir kural var; kendini/ismini olgun gören, niteliğini tanımlamaya muvaffak addeden sanatçılar, bu muvaffakiyetlerini albüm isimlerine taşıyorlar. Yani bir grup ya da bireysel müzisyen ya da her neyse, kendi gelişiminin muhasebesini yaptıktan, dört işlemi tamamlayıp sonucu bulduktan sonra kebir defterine kendi ismini yazmaya -nihayet- layık buluyor; ecnebinin "eponym" yahut "self-titled", bizimse "kendi adını taşıyan" dediğimiz olayın hikayesi bu. Long Distance Calling'in bu mertebeyi kendilerine layık görmesi, bir dört başı mamur stüdyo albümü, iki çok ses getirmiş kısa çalar ve bir split'ten sonrasına denk geliyor ki, bu "piyasa" adını verdiğimiz vahşi ormanda sıklıkla rastladığımız bir şey değil. Bunu bir mükemmeliyetçilik göstergesi ve alçak gönüllülük olarak algılıyorum, öte yandan da "İşte ben bunu yaptım, şimdi iç rahatlığıyla kendi ismimi vurguluyorum" duygusunu barındıran Dede Korkutçu bir yaklaşım olarak düşünüyorum. Her halükarda beni memnun eden bir şey bu, grubun albüme ismini vermiş olması detayı.
Sözünü ettiğim evrim bu albümde kendini hiç olmadığı kadar yoğun bir ölçüde gösteriyor, yavaş yavaş faz değiştiren bir materyal Long Distance Calling'in müziği; gelişen, büyüyen, öğrenen bir canlı. Evet ısırıyor, pençelerini geçiriyor, sonradan sonraya mağaranın duvarlarına resim yapıyor,ateş yakıyor, alet kullanmayı öğrenip kulaklarımıza çiviler çakıyor amma bazen de ürkerek kaçıyor, karanlığa saklanıyor, inine dönüyor. Tüm bu yenilik hali büyüleyici, göz kamaştırıcı. Ancak bu albümde de kendini belli eden çok önemli bir detay var ki, Long Distance Calling'i muadili gruplardan ayırıyor. Bu grup kendi istediği müziği yapıyor, damarlarındaki kana, genlerindeki kodlara engel olmaktansa, ormanındaki diğer hayvanlara uyum sağlamaktansa kendi bildiğini okuyarak çevresini değiştirmeyi göze alıyor ve biz biliyoruz ki ormanın kralı ancak böyle olunabiliyor. Katatonia'yı çok sevdiklerinden ötürü Jonas Renkse'yle birlikte bir Katatonia güzellemesi yaptıkları Avoid The Light'tan sonra bu sefer de Middleville ile Alice In Chains'e saygı duruşunda bulunuyorlar. Öyle ki bu iki şarkı, yer aldıkları albümlerin değerini katlayan, tüm müzikal farklılıkları yok saydıran hatta farklılığın tadını geniş bir ölçüde sunmayı başaran iki şarkı olarak kulaklarımıza, dilimize, hafızamıza yapışıp kalıyor. Tüm bu önüne "post" eki koyduğumuz janr temellerinin üstüne inşa ettikleri su katılmamış heavy metal riff'leri, soloları da cabası, ki bu kadar özlem duymamıza rağmen eser miktarda elde edemediğimiz bu tadı cömertçe sunmaları bile başlı başına bir güzellik halesine çeviriyor Long Distance Calling cd'lerini.
Kalçalarından çıkan ağır ve sert adımlarla, gürleyerek, göğüslerini gere gere işte ben buyum dedikleri albümle birlikte, kendilerini dinlediğim ilk andan beri hissettiğim bir hissi, "Bu adamlar büyük olacak" düşüncesini doğruluyor Long Distance Calling. Almanya'dan bahsederken nasıl Oliver Kahn'ın, Oktoberfest'in yanına Rammstein'ı eklemlemeden duramıyorsak, çok değil bir kaç albüm sonra Long Distance Calling'i de bu şekilde anacağımızı düşünüyor, heyecanlanıyorum.
Sanatçı: Long Distance Calling
Albüm: Long Distance Calling
Şarkı listesi:
1- Into The Black Wide Open
2- The Figrin D'an Boogie
3- Invisible Giants
4- Timebends
5- Arecibo (Long Distance Calling)
6- Middleville
7- Beyond The Void
1 mırıltı.:
dönüşün ilk sinyali, güçlü bir sinyal oldu yalnız. bu albümdeki değişim rüzgarlarının kayaların uçlarını aşındırdığının, bu denli kendini belli ettiğinin üzerinde durman da güzel olmuş. sevgiler.
Post a Comment