Kötüler, ana rahminde filizlenir. Doğduklarında yoldan çıkar, yalanı konuşurlar. Zehirleri yılanın zehiridir, kulakları sağır eder. (Mezmurlar, 58:3-4)
Yazmayı çok özledim.
Yazları zaten yazılmıyor, biliyorum, alıştım. Gel gör ki sessizliğinin gazını kaçırmak ya da çok gizli bir örgütün sırlarını fısıltıyla ifşa etmek güdüsüyle yazmaya şartlanan bendeniz, dilimi tutmayı bir türlü beceremediğimden yazamıyorum çok uzun bir zamandır. Jurnalciliğe bile yakışmayacak bir gevezelik halindeyim, benden içerideki ben ne düşünüyorsa, kopasıca dilim çıkarıveriyor her şeyi dışarı. Pek de kızamıyorum kendime, çünkü bu gevezeliği yaparken, kendimin sırlarını ifşa ederken inanılmaz haz alıyorum yaptığımdan. Anlattığım tek bir kişi de olsa fark etmiyor, çünkü yavaş yavaş daha çok anlıyorum aslında "olmayan kişiye anlatmak" kavramındaki namevcutluğun ete kemiğe büründüğünü. Hal böyle olunca anlatımın şartları ve sınırları daha da daralıyor, defalarca yazıya başladıktan sonra (hatta bazen bitirdikten sonra bile) o şartlara ve sınırlara kurban edebiliyorum söylediklerimi. Bitmeyen bir döngü halini almaya başladı bu alışkanlık, öyle ki şimdi bile yazarken acaba bu kelimelerin ipini hangi noktada çekeceğimi, hangi boğumun tam üstüne hançeri saplayacağımı düşünüyorum bir yandan.
Madem öyle, alışkanlığı bozmak adına yöntemi değiştireyim, bir mesel anlatayım:
Uçsuz bucaksız bir ormanda, yılanın teki yumurtasının kabuklarını kırmış, doğasına boyun eğip sürünmeye başlamış. Kahrolası doğası yüzünden yine, önüne ne gelirse evvela ısırmış, sonra da zehiriyle felç ettiği kurbanını yemiş. Yedikçe büyümüş, büyüdükçe daha çok acıkıp daha çok yemiş. O kadar büyümüş ki, ormanın tüm hayvanlarının içine zifiri bir korku çöker olmuş. Bu korkuyla daha fazla yaşamaya akıl sağlıkları el vermeyen ormandaki hayvanlar bir toplantı yaparak, ormandaki düzeni tarumar eden bu yılandan nasıl kurtulacaklarını tartışmaya kanaat etmişler.
Talihin cilvesi bu ya, tam da toplantıyı yaptıkları yerde, bir ağacın kocaman gövdesine sarılmış olan yılan, karın tokluğuyla kestirmekteymiş. Ahüvah eden orman ahalisinin sesleri yılanın keyfini bozunca, ağacın gövdesinden aşağı süzüle süzüle inmiş, bir gölgeye saklanıp söylenenlere kulak kabartmış. Korku içindeki hayvanlar, önüne gelen her şeyi yiyen, yedikçe büyüyen ve büyüdükçe daha fazla yiyen bir canlıdan bahsettikçe, yılanın da içini bir şeyler kemirmeye başlamış. Uzun zamandır bu ormanda yaşıyor olmasına rağmen anlatılan bu canavarla hiç karşılaşmadığı için kendini şanslı hisseden yılan, söylenenleri daha da ciddiye almaya karar vermiş. Saatler süren tartışmalardan sonra, ormandaki hayvanlar hiç bir kesin çözüme ulaşamayacaklarını anlayıp umutsuzluğa kapılmışlar. Zira önüne gelen her şeyi yiyen ve herkesin yüreğine korku salan bu canavar o kadar hızlıymış ki ondan kaçmak mümkün değilmiş, öte yandan kimse bu hayvanın yerini yurdunu da bilmediğinden topluca saldırıp onu alt etmek de imkansızmış. Velhasıl en sonunda düşünmüşler, taşınmışlar ve bu lanet olası şeyle karşılaşırlarsa ne pahasına olursa olsun ona saldırmanın daha doğru olduğu hususunda mutabık olmuşlar.
Artık ormandaki herkes gibi dehşet içinde olan yılan da, diğer hayvanlar gibi gizli gizli ayrılmış toplanılan yerden. Bir yandan açlığını bastırmak için av ararken, bir yandan da söylenenleri düşünmüş ve eğer o hail yaratıkla karşılaşırsa ne yapması gerektiğini kendi kendine defalarca tekrar etmiş. Bir süre sonra kırmızı gözlü, bembeyaz kürklü bir tavşanı gözüne kestiren yılan, açlığını bastırmak için tavşana hamle etmiş. Fakat beyaz tavşan daha çevik çıkıp yılanın üzerinden atlayarak kaçmaya başlamış. Yılan, avını kovalamak için hızla arkaya doğru kıvrılınca kocaman kuyruğuyla burun buruna gelmiş. Tam o an, içindeki kaygan korku hükmünü ilan etmiş ve habis canavarla karşı karşıya olduğunu düşünen yılan, kendi kuyruğunu tüm kuvvetiyle ısırıvermiş. Yumurtadan çıktığı o ilk andan itibaren vakıf olduğu bilgiyle, bir şeyi yok etmek için onu tamamen yutması gerektiğinin farkında olan yılan, canavarı, yani kendisini çiğnemeye, sindirmeye başlamış. Gel gör ki, bu kocaman hayvanın metabolizması o kadar hızlıymış ki, ne yerse yesin, yediğini anında kana kemiğe çeviriyormuş. Hal böyleyken bir yandan kuyruğunu yerken, bir yandan da büyüyormuş. Ne içindeki korkuyu, ne doğasını yenebilecek olan yılan, böylece sonsuza kadar kendi kendisini yemekle lanetlenmiş.
Her hikayede bir yılan var. Yıllarca uzak durmamızı öğütledikleri, eğer karşılaşırsak ne yapılması gerektiğinin tembihlendiği bir yılan. O hikayedeki yılan her zaman kendimiziz, kimimiz bunu bilmeden kendi kendimizi yemeye devam ediyoruz, kimimiz bir süre sonra çenelerini gevşetip kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu yazıyı hala bir yerlerinden asmadığıma, sırtından bıçaklamadığıma bakılırsa, bugün ben çenemi gevşetip çiğnemekten vazgeçiyorum.
Evet, yazmayı çok özlemişim. Yine başlıyorum.
4 mırıltı.:
Msn'den her online olduğunda, bir şekilde rahat etmemin bir işe yarayacağını biliyordum.
Tekrardan hoşgeldin, özledik.
sevindirici bi haber
sevindirici bi haber
özledik. öyle kaybolup durma.
Post a Comment