20090521

Pelican - Ephemeral






















Günümüzden bir on yıl evvel, müziğin farklı koylarında yüzmek isteyenler için durum feci şekilde farklıydı. Sürekli bunu söylüyorum biliyorum ama farklılığın eğlencesi öyle bir boyuttaydı ki, ansiklopedi yazsak yetmez. Bu eğlence bir imparatorluk ise eğer ve fanzinler, distro'lar, çekme kaset ve cd'ler bu imparatorluğun alamet-i farikaları ise, tahtta kısa boylu ve kıvırcık saçlı bir adam otururdu.

Güven Erkin Erkal, her seferinde farklı bir günde, istisnasız her seferinde farklı bir saatte ve düzenli olarak farklı bir kanalda karşımıza çıkar ve bize Sokak Lambaları'nın yeni albümünün çıktığı müjdesini verirdi. Manowar yeniden toplanmış derdi. Ya da ismini duymadığımız Çılgın Sütçüler grubundan Hasan'ın artık tek başına yoluna devam edeceğini bildirirdi. Dylan Dog'un yeni sayısını hangi kitapçıda, hangi fanzini hangi pasajda bulacağımızı söyler ve geceye noktayı koymadan evvel, gözlerimizin içine bakar, katot ışınlarıyla ruhumuza sirayet eder ve ruhumuzun kulağına "taviz verme, sert kal!" derdi. O günlerde sert kalmak büyük bir ehemmiyet taşıyordu, daima dimdik bir penise sahip olmak gibi bir duyguydu, erkekçeydi. Ve çocukçaydı. 90'ların sonu böyleydi çoğu kişi için.

Yeni binyılın başı benim için trajik ve kaotikti. Bir gün Güven Erkin Erkal'ın bahsettiği fanzinleri yapan adamlarla küçücük odalarda müzikal ereksiyon tartışmaları yaparken ertesi gün yalılarda Melih Kibar'la piyano başı sohbetleri gerçekleştirebiliyordum ki yaşanan şu durumu tanımlayacak bir saçmalık derecesi lügatımızda bulunmamaktadır. Piyano başı sohbetlerinden birinde Melih Kibar, kızının da zamanında çok metal dinlediğini ve ama artık klasik müzikten şaşmadığını söylemişti. Bay Kibar, kızının eblek müzikal takıntılarını ve kendini hapsetmesini büyük bir gururla söylemesine rağmen, benim sorduğum neden sorusuna "Büyüyünce anlarsın" gibi eblekçe bir cevap vermişti.

Eğer ben birinin müzikal iktidarsızlığından bahsedecek olsaydım muhtemelen bunu yaşlanıyor olmakla açıklardım. Lakin bu iktidarsızlığın baki olmaması, zaman zaman sertliğimizin Zümrüd-ü Anka gibi yeniden doğmasının da sebebi benzerlik taşırdı; yaşıyorduk. Sertlik veya yumuşaklık yoktu, bir sabit yoktu, bir tanım yoktu, yükselen ve alçalan bir döngü vardı sadece, denge vardı. Güven Erkin Erkal bunu anlamamıştı. Melih Kibar anlamamıştı.

Bu satırların yazarı sadece 9 saat önce bu durumu tam anlamıyla kavrayabilmişti.

Ben size müzik hakkında masallar anlatabilirim ya da yaşanmışlıklar. Sahiden de Shun yardımıyla ördüğüm bir masal ya da The Black Heart Procession eşliğinde yaşadığım bir anı vardır. Ama Pelican söz konusu olunca bunu yapamam, çünkü bu konuda kısa bir zaman önce duyduklarımın üzerine bir şey anlatamam. Ama bana Pelican ile ilgili duygularını bahşeden birine, Pelican'ın yeni ep'sinin sızdığı müjdesini verebilirim, o da bana fikrimi sorabilir, ben de Güven Erkin Erkal ya da Melih Kibar gibi olayı tamamen yanlış bir şekilde ele alıp sertlikten ya da canlılıktan bahsedebilirim, fikrimi ve görüşümü bu kadar basit, bu kadar sığ, bu kadar saçma bir şekilde tasnifleyebilirim.

Bu tip durumlarda tavan bize gökyüzüne açılan bir kapı sunar. Tavanın sıvasında kusursuz bir yıldız haritası vardır ve saçmalama yörüngesinden çıkıp uzay yürüyüşü yapmak için benzersiz bir durumdur bu. En nihayetinde yapılan uzay yürüyüşü sonucunda, bir müziğin dengesini canlılık ya da cansızlık ölçütüyle belirleyemeyeceği sonucuna ulaştığınız vakit topladığınız taş örnekleriyle dünyaya geri dönebilir ve küçük kediler tarafından sevinçle karşılanabilir, kedilere bir basın toplantısı düzenledikten sonra gelini öpebilirsiniz.

Bu satırların yazarı 9 saat önce bu yazıyı yazmaya karar verseydi şöyle derdi; Pelican neredeyse trash'e yakın canlı gitar riff'leriyle alıştığımız kimliğinin dışına çıkmış ve bu çok şaşırtıcı ve ben bunu beklemiyordum ve gerçekten şaşırdığımı vurgulamak isterim ve saire.

Bu satırların yazarı 9 saat sonra bu yazıyı yazmaya karar vermeden önce bu 3 şarkılık ep'nin, grup isminde ne yazıyor olursa olsun ve grubun kronolojik ereksiyon grafiği nasıl bir şekil seyrederse seyretsin, ziyadesiyle doyurucu olduğunu fark etmiş bulundu.

Bu satırların yazarı, bu 3 şarkılık ep'de bulunmakta olan Geometry Of Murder isimli Earth cover'ının ise hangi akla hizmet bulunduğunu, hangi akla hizmet neredeyse birebir çalındığını ise anlayamamıştır. Bunun için bir daha uzaya ve uzağa gitmeyi planlamamaktadır.

Tüm bunların yanında, bu satırların yazarı, bu aralar en fazla Pelican yazısı yazmak ve sert kalmak hakkında sorulara maruz kalmaktadır. Bu sefer maruz kalmak fiilini doğru yerde kullandığına ve bu yazıyla bu iki soruya da cevap verdiğine emindir.


Sanatçı: Pelican
Albüm: Ephemeral

Şarkı listesi:
1- Embedding The Moss
2- Ephemeral
3- Geometry Of Murder

DOWNLOAD.

20090519

Thine - In Therapy






















Türkiye'nin hiç tartışmasız en fazla okunan blog'u aynı zamanda maalesef futbol blog'u furyasının tetiğini de çeken Aceto Balsamico'nun tepesinde, Nick Hornby'nin şu sözleri yazar: "I fell in love with football as I was later to fall in love with women; suddenly, inexplicably, uncritically, giving no thought to the pain or disruption it would bring with it.". Hornby, bir kadına, birine duyduğu aşkı açıklanamazlıkla, anidenlikle, hesapsızlıkla açıklamıştır. Gelgelelim bu açıklama en iyi ihtimalle, iyimserlik kokmaktadır. İnsanın, başka bir insana duyduğu aşk, aşkın karşılık içeren tek halidir ve asla saf değildir. Aksini düşünmek, Kabil ve Habil'e kadar uzanan kadim bir lanete karşı gelmek olurdu ki bunu istemeyiz. Meseleyi tarihsel uzantılardan değerlendirip "günümüz dünyası..." şeklinde başlayan cümleler kurmak ya da at gözlüklerine hohlayıp gözüme geçirdikten sonra "ülkemizde bu böyledir..." nutukları atmak meselenin gazını kaçırır.

Mesele insanlıkla ilintilidir. İnsan, kendine bazı sınırlar çizer, ibadına ve ibadetine sadık kalır, kırmak istemeyi düşünmek dahi istemediği için Tanrı'yı yaratır, duyguları hakkında değiştirilemez olduğunu söylediği fikirler öne sürer, kurucu yasalara "değişmesi teklif dahi edilemez" maddeler koyar; hepimiz bunu yaparız, bu insani bir durumdur, insanlığın tanım aralığı dahilindedir, nefes almak kadar tabiidir. Fakat Dünya dönmektedir, Güneş sönmekte, Evren genişlemekte, hücrelerimiz hızla ölmekte, yüzümüz kırışmakta, saçlarımız beyazlamaktadır, değişmek zaruridir, kaçınılmazdır. Değişim, ayağımızdaki ibadı sıkar, ibadetimizi güçleştirir. Çoğu insan sıkıntıya gelemez, ibadının tekrar gevşeyeceğini ya da ayağının daha inceleceğini düşünmez, değişime ayak uydurmaz, sabır etmez, sıkıntı için çözümler bulmaya çalışır. Habil ve Kabil'den beri, seven insanların çoğu, değişime ayak uydurmak için, sıkıldığı için, korunmak için, yalnız kalmamak için, güvende hissetmek için, diğer seçenekleri zor bulduğu için, yapacak daha iyi bir şey bulamadığı için sevmektedir, sever gözükmektedir, sevmeye çalışmaktadır. Din parantezindeki sevgi de budur, futbol sevgisi de budur, insan sevgisi de budur, edebiyat sevgisi de budur. Kendini güçsüz hisseden, korunma ihtiyacında olan, yalnız bir insan kendi fikrinden bir tanrı yaratarak onu sever; eylemsizliğin kara deliğindeki biri bu eylemsizliği hayatını bir futbol takımına adayarak kırma arzusundadır; çok mühim olduğu düşünülen ama çok basitçe çözülebilecek ihtiyaçların karşılanması için en yakındaki en uygun olan insan sevilir; sevecek hiç bir şey bulamayan kitaplarını sever ya da sevgisini gömdüğü kitaplar yazar.

Yazarların çoğu, kendi duygularını yazıların içine gömmekten çok o duyguları yazının topografisine yerleştiren yazarların hepsi, "sevgili okurlar" demeyi çok severler. Okur, sen değilsindir. Okur, yazarın kafasında yarattığı bir sevgili modelidir. Okuruna ilan-ı aşk eden bir yazarın yanına giderseniz muhtemelen adamcağızın fıtratından, günlük muhasebelerinden ya da vakıf olmadığımız kimbilir hangi sebepten terslenecek ve şaşıracaksınızdır. Okur, yazar için bir sevgiliyi işaret ediyor olsa da, gerçekte kalabalıktan müteşekkil bir kavramdır. Her kalabalık gibi kötüdür, kokar, yapış yapıştır ve aptaldır. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum çünkü bu yazdıklarımı okuyan bir kalabalıktan söz edilse, bu kalabalığın çoğundan hazzetmeyeceğimi biliyorum. Bunu bilmeme rağmen, oturup kimseye anlatmayacağım sırları burada fısıldayabiliyorum, göğüs kafesimi açıp teşhircilik yapabiliyorum, çünkü bunu kafamdaki okur kavramından çok, kafamdaki sevdiğim kişi için yapıyorum, varolmayacak, bu yazıları asla okumayacak ve mükemmelik pozlarımı karanlıkta yalnızken bile bozmadığım biri için, bir düşünce için, bir ur için. Zaman zaman, kafamdaki bu biri, bu düşünce, Allah'ın suretini dağa yansıtması gibi hasıl oluyor, dağın yerle bir olması gibi yerle bir oluyorum, aniden, açıklama kabul etmeden, eleştirmeden ve muhasebe yapmadan. Zoraki bir durumu yaşamıyorum, kurtulmak için, sığınmak için, rahatlamak için değil bu, koskoca bir infilak ve bu benim bedenimi titretiyor. Bunu yaşamakta ustayım ve talihliyim, müptelayım en fenası.

Bu durum için yaşanması gereken Güneş ve Ay tutulmaları, ekinokslar ve solstisler yorucu olabiliyor. Aynısı olmasa da benzer bir hissi bana bir tek müzik sunabiliyor; evet güzel olan binlerce şey sayabilirim, yaşıyor olduğuma sevinmek için yaptığım listeyi yaşamım bitene kadar bitiremeyeceğim için liste yapmak salakça olacaktır ama göğüs kafesime fevkalade bir yumruk gibi inen, başka bir şey yok. Thine da bu yumruklardan biri, ahûvah etmeme sebep, can yakan çok tatlı acısına büyük bir keyifle dirayet gösterdiğim bir grup.

İngiltereli Thine, baharını 1996-2001 arasında yaşamış, ardından kış uykusuna yatmış. Yazla birlikte uykudan uyanacaklarını iddia ediyorlarsa da bizi ilgilendiren ne yapacaklarından ziyade, ne yaptıkları şu kertede. 2001 yılında kaydedilen In Therapy, hayatım boyunca dinlediğim tüm albümler arasında, hakettiği değeri bulmayan albümler listesinin muhakkak ilk üçünde kendine yer bulacaktır. Adaletsizliğin "Hayat zaten adil değil ki...." klişesiyle üzerinin örtüldüğü insan zihninde bu anlaşılabilir bir durum ama aynı zamanda sevindirici de. Kirli olmayan, saf bir şeyden söz edermiş gibi kıpırdanmalar yaşanıyor insanın içinde zira, Thine'dan bahsederken.

Thine'ın müziğini bir yere oturtmak zor görünüyor. Bu "bir yere oturtulamayan müzik" kavramının da oturduğu bir yer yarattılar biliyoruz ki, ama bu yoldan yararlanma zarureti taşımıyoruz. İnsan dimağının kavramları rahat algılamak için benzerliklerden yararlandığı gerçeğinden gidersek daha net bir sonuca ulaşabiliriz ve bunun için etiket harcamak zorunda da kalmayız; naçizane tahlilim Thine'ın Shun ve Katatonia arasındaki düz olmayan bir çizgi üzerinde olduğu yönünde. Beri yandan, bazı yönleriyle hiç ama hiç bir şeye benzemeyen bir nüvesi var Thine'ın. İşte bu yüzden göğüs kafesine bir yumruk gibi inebiliyor.

Güzel şeyler zorla yaptığımız, zorunda olduğumuzu düşünerek yaptığımız, yapacak daha iyi bir şey bulmadığımız için yaptığımız, gerçekten yapmak istediğimizi yapamadığımız için yaptığımız şeyler değildirler. Güzel şeyler, zorlukları aşarak yaptığımız şeylerdir, zor şeylerdir, acı ihtiva eden şeylerdir; bunlar dikenlidirler, batarlar ve kanatırlar. Ama bu dikenlerin arasında eşsiz bir güzellik saklıdır, tarifi namümkün bir dokunuş gizlidir. Dokunun tarifsiz saflığı ve dikenin sivriliği bir arada olduğu için, ikisini bir arada ve aynı anda hissettiğimiz için vardır bu güzellik. İşte insanoğlunun anlamayadığı bu olmuştur, insanoğlu bu yüzden mutsuzdur. Tüm bunlara rağmen, mutluluğun sırrının bir harfinin noktası bu albümün notaları arasında gizli. İlk dinleyişinizde bulamazsanız lütfen bu albümü bir kez daha dinlemeden yok edin o yüzden, gidip başka şeyleri sevmeye çalışın, sever olmaya çalışın, alışmaya çalışın. Diğerleri biraz kanayacak, biraz ağlayacak, biraz ahlayacak, ve çokça tadını çıkaracaktır bu albümün, yüzlerinde bıçak gibi keskin ve hançer kadar gizli bir tebessüm olacaktır.


Sanatçı: Thine
Albüm: In Therapy

Şarkı listesi:
1- Best Kept Secret
2- Feel
3- In Therapy
4- Homewrecker Extraordinaire
5- Never Learn
6- Contact Point
7- In Red Rooms
8- Last Better Day
9- Deny Everything
10- The Bar
11- Running
12- Bleaker Audio

DOWNLOAD.

20090518

Boynumuzdaki İlmek.























29 yıl önce bugün, Ian Curtis boynuna sağlamlığından emin olduğu bir ip geçirdi, ilmeği sıktı, kendini boşluğa bıraktı. Asılma vasıtasıyla ölüm vakalarının bir çoğunda ölüm nedeni tahmin edildiğinin aksine nefes yetersizliği değil, kan basıncı ya da sinirlerin zedelenmesiyle yavaş bir beyin ölümü yaşanıyor genelde. Bu ölüm hali yaklaşık on dakika sürüyor, bilinç nadiren bir anda kapanıyor, onun yerine artan zaiyatla birlikte beyin ve vücut yavaş yavaş ölüme doğru adım atıyor. Asılan kişinin hareket etmesi gözlemlenebilirken, düşüncelerini okuyamıyoruz. Ian dans ettiği gibi öldü asılırken bundan eminiz, ama ne düşündüğü hakkında hiç bir fikrimiz yok. Şunu biliyoruz, Ian boynuna bir ip geçirmeseydi ya da boynuna geçirdiği o ip sağlam olmasaydı, ölmeseydi, bugün hala yaşıyor olsaydı bir efsane olmaktan uzak olacaktı. Efsane payesi biçtiğimiz Jim Morrison'lar, Kurt Cobain'ler, Jimi Hendrix'ler için de geçerli olan bu durumun tahlilini yaptığımızda, aslında sahnede birer ilah olarak gördüğümüz kişilerin ne kadar büyük bir baskı ve korkunç bir umutsuzluk içinde olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz.

Bir yanda yukarıda saydığım bu isimler var, ölüm yıldönümlerinde onları anıyoruz, seslerinden bir parça işittiğimizde irkiliyoruz, beyhûde bir çaba ile anlamaya çalışıyoruz. Bir yanda günümüzün popüler müzik ikonları, Britney Spears var, Rihanna var, Katy Perry var, Lady Gaga var; onları da sevmiyoruz, uzak duruyoruz, itici ve çiğ buluyoruz, ucuz görüyoruz. Sahiden de öyleler, iticiler ve çiğler, ucuzlar, sinir bozucular. Ama taptığımız isimler de en az onlar kadar itici ve çiğ, en az onlar kadar sinir bozucular, ancak taraf tutuyoruz; bir tarafı ruh ile ölçerken diğerini parayla ölçüyoruz. Ancak ben de benzer bir trajedi görüyorum çoğunda; o renkli kıyafetlerinin, aptalca makyajlarının altında en az karanlık rock yıldızları kadar ürkmüş insanlar görüyorum.

Yeteneği olan bir çocuğun anne ve babasının kişisel övünç duyguları yüzünden yarıştırılması, yeteneğinin tescillenmesi ve bundan sonra "ehil" kişilerce yönetilmesi, yönlendirilmesi, televizyon kanallarına, radyo istasyonlarına, konserlere çıkarılması köleliğin tanım aralığındadır benim lügatımda. Bundan daha büyük bir hayat israfı gelmiyor aklıma günümüzde, ya güzel ve gençken, satılabilirken piyasadan çekilirsin, çekilmek zorunda kalırsın (intihar edersin ya da uyuşturucu kliniğine yatırılırsın ya da kafanı kazıtır gazetecilere saldırırsın) yahut gençliğini ve güzelliğini baki kılma çabasıyla saçma sapan bir hale bürünürsün ki her halükarda ulaşacağın sonuç kurumuş mürdüm eriği, çürümüş portakal parantezleri arasında olacaktır.

Eurovision'ı izleyemedim. İnternetin olmadığı, televizyonun olmadığı, ikimizin de kedi olduğu bir yerdeydim. Telefonun tek kullanım amacı "Eurovision'da Hadise çıktı mı :D" kabilinden futbol gazetesi kelime oyunlu mesajlar olunca işin boyutu yüzüme çarpmış oldu. Hayır mesele şu her sene önümüze sunulan "biz çok önemsiyoruz, bu sanattır" alt-metinli aşağılık duygusunun dumanı hala tüten lapa pilav değil. En nihayetinde Eurovision'ın sunduğu, sanat üzerinden ülke savaştırmaca oyununun bir benzerinin adı Olimpiyatlar olunca büyük bir entelektüellik diyalektiğiyle işin içine atlayıveriyoruz. En temel paydada ben Olimpiyatlar ve Eurovision arasında hiç bir fark göremiyorum; köleliğe yakın çalışma prensipleri ve dünya dominasyonu elde edilmişçesine gurur duyduğumuz dereceler neticesinde meselenin sonuç hanesi de büyük benzerlik gösteriyor diyebiliriz.

Durumun yine "şarkılar fabrike yapılıyor, danslar hep aynı, oryantal ritmler, güzel kalçalar" noktasında olmadığının altını çizmeliyim. En yakın örnekten yola çıkarsak, Türkiye'yi temsil eden bir Belçikalı kadının bunu büyük bir borç duygusuyla yaptığına şahit olduk, kutsal bir milliyetçilik hissiyle. Hadise hakkında olumlu yahut olumsuz en ufak bir fikre sahip değilim -hayır göbeğini de kayda değer bulmuyorum- ama bir insanın yorgunluktan yüzünde yara bere çıkması, aylardır aynı şarkıyı söylediği için ruhunu kusarmış gibi bakması benim için en az Ian Curtis'in hayattan soğuyup intihara kanaat etmesi kadar acıklı bir durum. İsimleri değiştirdiğimizde denklem değişmiyor, değişkenlerin yanında müzik endüstrisinin sabit çarpanları hep yerli yerinde kalagelmiştir. O yüzden sevdiğimiz, sevmediğimiz, taptığımız, nefret ettiğimiz her isim için peşinen üzülüyorum. İntihar etmez çocuk sahibi olursam, Britney Spears'ın ölümünden sonra yaşanan hengamede bu yazıyı çocuğuma okutmayı planlıyorum, o zamana da değişen bir şey olmayacağını biliyoruz.

20090514

Balmorhea - Remembrance



İtiraf kabilinden bir girizgah; Obama'nın bir sokak lambasına yaslanıp ıslıkla Wind Of Change'i öttürdüğü günümüz dünyasının değişen konjönktürü neticesinde, lügatımızın yeni kelimesi "açılım" olmuş oldu. Kırmızı hatların zorlanmasıyla oluşan siyasi açılımlar, kas ve sinir uçlarının zorlanmasıyla oluşan cinsel açılımlar, geniş-bant hatların zorlanmasıyla oluşan iletişimsel açılımlar derken, Limbo Pillow da açılım rüzgarına bırakıyor kendini. Açılımın dolaylı mimarı, Bay 13melek, videodrome yazılarıyla müziğin görsel önemini yüzüme kısa intervallerle vurmaktan çekinmiyor sağolsun.

Uzunca bir süredir pek de ilgilenemediğim müziğin görsel kısmıyla bu şekilde diyalog masasına oturmam ve bu tarihi fırsattan yararlanmam hasebiyle, ben de üzerine bir kaç kelam edebileceğim bir takım video'ları bu sayfalarda sunmaya kanaat ettim. En nihayetinde, müzik üst-kimliğinde, tüm diğer konuları kucaklayan, bu söz konusu konulara sonsuz bir kardeşlik bağıyla bağlı bir düşüncenin ele alındığı bu toprakların genişlemesi, konjönktürel bir zaruret idi.

Balmorhea'nın son albümüyle ilgili yazımda, maalesef albüm linkini kaldırmak durumunda kalmış, onun yerine Remembrance'ın -ki şüphesiz Truth ile birlikte albümün zirvesiydi- canlı performansına yer vermiştim. Öyle bir şarkıdan bahsediyoruz ki, pek çok insanı mail atma zulmüne itmeye yetmişti, aynı zulmü bırak ortak yaşam sürdüğüm canlılar, masamdan kanepeme kadar herkes yaşadı bu ev sınırlarında, o denli dinlendi şarkı. Ardından şarkının klibi geldi ki, böyle harikulade bir şarkıya ancak böyle bir klip çekilebilirdi; renkler ve temanın o fevkalade filme, There Will Be Blood'a olan benzerliği bir yana, geniş açılı objektiflerle kotarılan tablo planlar şarkının da sınırlarını zorlamış oluyor. Henüz internet üzerinden üç duyunuzu birden tatmin edecek bir şeyleri sunmak imkansıza yakın -ekran yalama fikrini saçma buluyorsanız- lakin bütünleşmiş bir hissiyat ise aradığınız, görüntü ve sesin en nadide ahengine tanıklık etmeniz mümkün.

20090510

The Black Heart Procession - Two





















"Herkesin inandığı bir şey vardır bu amına koyduğumun hayatında. Benimkisi de sensin, n'apayım." diyordu Bekir, Kader'in o son sahnesinde. Herkesin inandığı şeyi, bir de yaşama şekli var. Bu bir kalıp oluşturuyor zihnimizde, ruhumuzda. Farkında olmadan bu kalıptan, bu yol haritasından faydalanıyoruz, adına fıtrat diyoruz ya da prensipler. Aslında hepsi bir ibadeti işaret ediyor. İnandığı Allah olan bir Müslüman'ın inanma şekli besmeleyle, dua ile, namaz ile oluyor. İnandığı Uğur olan bir Bekir'in inanma şekli başını eğip yürümek oluyor. Müziğe inanan biri müzik yaparak inancını besliyor, edebiyata inanan yazarak.

Arapça nadide olduğu kadar da tuhaf bir dil. Her dil gibi, toplum hayatına sirayet eden mefhumları bollaştırıyor, bunlara bir hakimiyet bahşediyor. Devenin tüyüne farklı bir isim, devenin su içtiği nehir kenarına farklı bir isim verilerek aslında bir nevi toplumun develere olan borcu ödeniyor kollektif bilinçaltında. İbadet kelimesi de bu noktada karşımıza ilgi çekici bir biçimde çıkıyor. Bir ucu ağaca, bir ucu devenin ayağına bağlanan ipe verilen isim "ibad". Müslümanlıkla birlikte "kulluk" kavramıyla tanışan Arap halkı, devenin sahibine "mabud" (Beni mabud edin. Tâhâ 20/14), ayaklarını bağladığı ağaca "mabed", kendine "âbid", yaptığına da "ibadet" diyor. Yani inancımızdan, inancımızı yaşama şeklimizden bahsederken aslında kendi kendimizi ayaklarımızdan hangi ağaca ve ne şekilde bağladığımızdan bahsediyoruz.

Bu gezegendeki milyarlarca insanın inancı, o insanların ayakları, o insanların ağaçları ve iplerini tahayyül edersek, delirecek gibi oluyoruz. Çok para kazanıp zengin olmak için, azıcık ilgi görüp varlığını kanıtlamak için, bir gram kokain içip varlığını unutmak için, bir iki damlacık adrenalin salgılamak için, bir iki damlacık boşalmak için, bir kıvılcım çakıp bir şeyleri yakmak için,hayatlarına hükmedenler tanıdım, sadece yazarken aklıma gelenler bunlar. Tüm bu insanlar, bu inançlarını ibadete dönüştürüyorlar, ayaklarının hangi ağaca bağlı olduklarını gösteriyorlar. O yüzdendir ki mesela bir taşa değer biçip ona para vermekten çekinmiyorlar, salgıladıkları adrenalini başkalarıyla paylaşmak için yanıp tutuşuyorlar, tutuşturdukları şeyin alev alev yanmasını başkaları da izlesin istiyorlar.

Bendeniz, hissetmeye inanıyorum. Görmeye, dokunmaya, duymaya, koklamaya, tatmaya ve hepsinin toplamında sevmeye, o ruhsal hissiyata. Galiba küçüklüğümde de baskın olan bu inanç beni uslanmaz bir şekilde yüzümü sobaya bastırmaya zorluyordu ya da herkese dokunmaya, bilmiyorum. Bilinçli olduğum zamandan itibaren ise ciddi bir inançla bunu yapıyorum; kendimi bildim bileli hissetmek için özel bir çaba sarfediyorum. Daima bir şeyi sevegeldim. Bazen iki şeydi, bazen üç şeydi, bazen bir sevdiğimden nefret ettim, bazen nefret ettiğimi sevdim, bazen her şeyi sevdim, ama hiç bir şeyi sevmediğim zaman olmadı. İnancım bu iken, ibadetimin de bu hissetmeyi yansıtması icab ederdi; hissedileni yansıtmanın adı benim lügatımda sanattır. Lakin sanat konusunda pek de becerikli olamadım asla. Katiyyen resim çizemem, fotoğraf ve sinema için hep ertelemelerim bakiydi. 10 yıldır kemanın teline dokunmuş değilim, piyano tuşlarına temas etmemek için bahaneler üretmekte başarılıyım. Yıllar sonra tiyatroyu kısıtlı bulup umursamadım. Bazen şiirsel olabilirim ama şair değilim -ki bence neredeyse kimse değil-. Galiba tek becerebildiğim şey, yarım yamalak da olsa anlatabilmek.

Ne var ki bu konuda da önüme engel koymaktan vazgeçemiyorum. İbadıma aykırı bir ayağa sahip olunca, bazen hissettiklerimi yansıtmaktan kaçmak doğru geliyor. Kafamda dönüp dolanan çift rakamlı sayılara ulaşmış masallar, hikayeler var. Neden bilmem yazamıyorum, yazsam okutmuyor, söylesem dinletmiyorum. Belki fazla özelime dokunuyor, kendimi koruyorum. Okul sırasında kafası bozulduğu şeyi dersle ilgili bir konuya bulayıp zekice mesaj verdiğini zanneden salak zihniyete olan öfkemden belki; ben kafam bozulduğunda susmayı tercih ettim hep. Susamayacak duruma geldiğinde bağırdım ya da yumruk attım, sonra bir daha o konuda konuşmamacasına susmaya geri döndüm. O yüzden bağırdıktan, yumruk attıktan sonra bir daha sessizliği bozarmış gibi, attığı ya da yediği dayaktan bahsedermiş gibi hissediyorum çoğunlukla yazarken, zorlanıyorum. Galiba bu yüzden de hikayeler, masallar yazmak yerine, salt benim yaşadıklarımı eğip büktüğüm bir şeyler anlatmak yerine müzikten, televizyondan, sinemadan bahsediyorum. Bahsediyorum ki siz de benim yaşadığımı yaşayın, hissettiğimi hissedin, sizin de hissedebileceğiniz bir şeyden bahsedeyim ki sükunetimi en azından parçalara bölüp, kendi parçamı saklayabileyim.

Niye bunları anlattım, neden bunlardan bahsettim? Çünkü bu albümü siz de dinleyebilirsiniz, siz de hissedebilirsiniz, bu herkese ait bir şeydir, paylaşılabilirdir, ortaktır. Ama bu paylaşılabilenler arasında, benim sükunetimin en fazla tesir etmiş olduğudur hiç tartışmasız. Ben bu albümü yıldızların masallarını kendi kendime anlatırken dinledim, Ay'ın kocaman turuncu gövdesiyle gökkubbeyi fethe çıkmasını izlerken dinledim, bir kaç yüz metre ötemde bir bomba infilak ederken dinledim, aşk içimde infilak ederken dinledim, fevkalade bir huzurla koynumda sevgilimle dinledim, fevkalade bir yalnızlıkla tavanı izlerken dinledim, içerken dinledim, ağlarken dinledim, kusursuz bir eli tutarken dinledim, kusurlarla dolu bir eli iterken dinledim. Ben bu albümü sevdim, her notasında bir hormonum, bir nöronum, bir gözyaşım ya da bir tebessümüm saklanmıştır. Bu yüzden benim ibadetimin besmelesidir bu albüm , en nadidesidir. Ki o kadar zaman sonra kendi parçamın sükunetini bir nefesle bozuyorken, o nefesin ilk hecesi bu albüm oldu. O yüzden bu yazının geri kalanında, sizin de bir şeyler hissedeceğiniz bu albümle ilgili, kendi parçamdan olmayan bir şeyler yazmak istemiyorum. Muhakkak siz de The Waiter #2 dinlerken fersahlarca uzaktaki bir yüreğin atışıyla ilgili bir şeyler hissedersiniz, Your Church Is Red esnasında yüreği nefretin zifiri karanlığıyla mühürlenmiş olanlar canlanacaktır zihninizde, binlerce yıl önce kurulmuş bağlar ve hiç ayrılmayacağınız yerler belirecektir When We Reach The Hill'de. Hepsi sizin tasavvurunuza ve tasarrufunuza bağlı. Ama bu sefer bencilce bir sebepten, bu sefer sadece benim hislerim yüzünden, bu sefer sadece ben hissettiğim için, ben sevdiğim için burada bu albüm. Hissediyorum, o halde varım. İyi ki varım, iyi ki hissediyorum.


Sanatçı: The Black Heart Procession
Albüm: Two

Şarkı listesi:
1- The Waiter #2
2- Blue Tears
3- A Light So Dim
4- Your Church Is Red
5- When We Reach The Hill
6- Outside The Glass
7- Gently Off The Edge
8- It's A Crime I Never Told You About The Diamonds In Your Eyes
9- My Heart Might Stop
10- Beneath The Ground
11- The Waiter #3

DOWNLOAD.