Birinci sırada tabii ki One Of The Boys albümüyle, Katy Perry var.
Parantez içinde şunu söylemek isterim; 2008'in en kötü albümlerini yazıyorum. Hatta bu yazıya başlamadan evvel de, yazacaklarımı düşünüp düşünüp kıkırdıyor, nüktedan lakırdılar etme planları kuruyordum. Ama düşününce, durumun ne kadar trajik olduğunu fark ediyorum.
Müzik endüstrisi çok garip bir makine, korkunç bir acımasızlıkla ve olağanüstü bir tüketim hızıyla işliyor bu endüstrinin çarkları. Katy Perry bende Britney Spears, Geri Halliwell gibi isimleri çağrıştırıyor. İrin ve pislik dolu bir hayattan parlak yıldızlığa yükseliş, oradan da ruhsal çöküntünün, intihar girişimlerinin, 10 cc. barbiturat dozlu seks kasetlerinin doldurduğu hayata düşüş; Perry'nin geleceğinin bundan farksız olamayacağı o kadar belli ki, eleştirirken bile ona acımadan edemiyorum.
Açık konuşayım; lise kızlarını severim. Sevmeyecek erkek de tanımıyorum; beyaz streç gömlek, kısa ekose etek ve diz altı çorapların, hormonal birer uyarıcı olduğuna eminim. Lise kızlarının bu güzel yanlarının yanında, ekseriyetinde şöyle bir defekt de bulunmaktadır ki, bu güzel kızlar mutlaka paket halinde gelirler. Promosyonlu paketin "bu satmıyor, arada kaynasın, stok erisin" düşüncesinin öznesi olan ve günlük hayatta "en yakın arkadaş" adını alan insanlar, bir erkek için tehlikeli olduğu kadar, lise kızının kendisi için de çok büyük tehlike arz eder aslında. Şimdi olayın daha net bir analizi için, şöyle bir ayrıma gidelim; güzel, akıllı ve ilgimizin odağı olan hanımefendiye X, bu hanımefendinin en yakın arkadaşı olan kişiye de Y diyelim.
Efendim, X ve Y'nin birbirlerinden hiç ayrılmadıklarını, ayrı olduklarında da sürekli birbirlerinden bahsettiklerini biliyoruz. Eğer ki ilgimiz X'e kayar ve aynı şekilde karşılık alır isek, Y devreye girmekte pek gecikmeyecektir. Aşk hayatı çirkin, kaba saba ve yarım-akıllı erkeklerle yaşanmış kısa zaman dilimleriyle dolmuş olan Y, kıskançlıktan X'in hayatını cehenneme çevirmekle kalmayacak, muhtelif ortamlarda "Biz aslında arkadaş değiliz, sevgiliyiz. Çünkü biz biseksüeliz." gibi bir söylemle, pazarlamada çığır açacaktır. Bu maalesef ki, Milli Eğitim Bakanlığı'nın 2008 araştırmasına göre, Türkiyedeki liselerin %78'ine yayılmış bir hastalıktır. Mantık şudur; iki kız arkadaş annelerinin evde olmadığı bir gece birer kutu Efes Pilsen içerek sarhoş olurlar ve birbirinin dudaklarına ufak bir bûse kondururlar. Efes içmenin tek nedeni nasıl ki yarın okulda, bütün gece yatmadık ve içki içtik, deme şansını yakalamaktıysa, bûsenin konuş nedeni de büyük ölçüde aynıdır.
Bu durumun Amerikadaki tezahürü de Katy Perry oluyor. Katy Perry bu bûseyi şarkı yapmakla kalmadı, bunu pazarlayarak da bir başarı hikayesi kahramanı haline geldi. Aynı yarım-akıllılık, aynı gösteriş manyaklığı, ilginin her an üzerinde olması için olur olmadık şeyler yapma dürtüsü, hiç birimizin umrunda olmayan meme/dil/bacak odaklı parti fotoğraflarının muhtelif internet sitelerine yüklenmesi falan filan, hep gördüğümüz, artık alıştığımız şeylerle karşı cins tavlanmadı ya da sadece ilgi paratoneri olmakla kalınmadı, bu sefer. Bu başarı hikayesi, herkese ders olsun. Yalnız, MySpace'i sahiden de müzik için yararlı bir ortam olarak görmeye çalışan ben bile -tüm karşı cins arasındaki iğrenç mesajlara, "thx for add" banner'larına, hangi amaca hizmet ettiğini anlamadığım renkli lazerli profil template'lerine tahammül etmeye gayret gösteren ben bile- Katy Perry faciasından sonra MySpace'in kesinlikle ömür çürüten, müzik ve sanat kavramlarının içine eden bir siteden fazla bir şey olmadığını anlamış bulunmaktayım.
İşin daha vahim tarafı da, bu kadının ciddi ciddi albüm satış rekorları kırması, her konserinin kapalı gişe olması herhalde. Bir insanın kötü müzik yapması anlaşılabilir, çok kötü ve dahi berbat bir müzik yapması anlaşılabilir ama 1 milyon insanın bu müziği dinlek için üstüne para vermesini aklım kesinlikle kabul etmiyor. Katy Perry'e ait alacağım tek cd, barbituratlı porno cd'si olurdu herhalde, ama sanırım o da torrent'e düşer bir iki seneye.
Ah. Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Sigur Rós'un Með Suð í Eyrum Við spilum Endalaust'u 2008 yılının en büyük hayalkırıklığıydı. Kendimi tekrar etmek istemiyorum ama olaya net bir teşhis koyalım.
Kabul etsek de etmesek de, ismi saçma bulsak da, janr kavramlarının oluşumuna doğrudan bir eleştiride bulunsak da, "post-rock" diyegeldiğimiz bir janr mevcut. Son 5-6 aydır daha da popüler bir hale gelen bu janrın, en popüler isimlerinden biri de Sigur Rós. Öyle ki, aslında müzikal olarak hiç benzerlik taşımasa da, sırf aynı janr ismini paylaştığı için bir gruba yöneltilen "Sigur Rós'a benzer bir grup" tanımlarına sık rastlar olduk bu sıralar.
Bu noktada zaten Sigur Rós'a yönelttiğim belirli bir eleştiri her zaman olmuştu; samimiyet kavramını Sanat algımın giriş kapısına koymuş biri olarak, Sigur Rós'u severek dinlediğim zamanlarda dahi, asla samimi bulmamış, bu samimiyetsizlik her daim beni grubun kendisine uzak tutmayı başaran bir engel halinde orada mevcudiyetini korumuştu. Aslında hiç bir mantıklı açıklaması olmayan ve müzikal anlamda da herhangi bir katkısından bahsedemeyeceğimiz Hopelandic adını verdikleri vızıltı vokalleri ya da bunun gibi onlarca "ilginç" detayı bir kenara bırakırsak, Sigur Rós'un Með Suð í Eyrum Við spilum Endalaust albümünü, artık grubun tüy diktiğinin elle tutulur kanıtı olarak algılıyorum.
Müzikal değişime, dinamizme her daim önem vermiş biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Sevdiğim bir grubun, sevdiğim müziğini bir albüme aynı şekilde taşımasını asla arzu etmedim, aksine bu durumdan rahatsız olduğum çok olmuştur. Tutan bir şeyi sürekli tekrarlayarak, tavşanın suyunun suyunu çıkarmak ve bundan da para kazanmak, müzik endüstrisinin zaten temelinde yatan bir strateji. Yalnız bir grubun, sahip olduğu, olmaya çalıştığı, "ben buyum" demek üzerinden kendini pazarladığı bir kimliğin artık para etmediğini, yerini başka bir modaya bıraktığını görmek ve bu modaya yönelmek, bir değişim ya da dinamizmden çok, düpedüz "her devrin adamıyım" kabilinden, omurgasızlık ve basitlikle açıklanabilecek bir husus. Sigur Rós, Með Suð í Eyrum Við spilum Endalaust'ta işte tam da bunu yaptı. Albümün yarısını indie-pop kervanı peşinde koşan çocuklara, diğer yarısını vefakâr dinleyicilerine ayırdı; böylece ne şişi ne de kababı yakarak dükkanı açık tutmayı başardı.
Post-rock'la ilgili elle tutulur tespitim şudur; gitar/davul/bass birleşiminden doğmuş tüm müzik dalları içerisinde, ki buna punk da dahil, çalınması en kolay müzik türü post-rock'tır. Gitar çalmayı bilmeyen ama müziğe aşina olan ya da hatrı sayılır bir arşive sahip olan herkes post-rock çalabilir. Birbirine tıpatıp benzeyen, karbon kopya ürünü, basit, alelade post-rock gruplarının tümünün var olma ve kendini duyurmada hiç bir sorun yaşamamasının nedeni de aslında janrın bu komplikelikten uzak yapısı. 15-16 yaşındaki For A Minor Reflection'ın, abileri Sigur Rós'u birebir taklid ederek piyasada tutunuyor olmasının tek açıklaması da bu aslında. Dolayısıyla bu basitlikte farkı yaratan, grup kimliğinin doluluğunda yatıyor. Evet, punk da çok basit bir müzikti, en fazla sözü edilen grup Sex Pistols idi belki ama, Johnny Rotten sayfalardan silinmiş ve Sid Vicious yeni yetmelerin idolü olmaktan öte gidememişken biz hala nasıl Joey Ramone'u, Joe Strummer'ı, Greg Graffin'i yâd ediyor, bu isimlere saygı duyuyorsak, 5-10 yıl sonra Sigur Rós'u Sex Pistols ile aynı kategoride değerlendireceğimizden eminim. Bu süre zarfında Sigur Rós daha da çok saçmalayacak, kendini dev aynasında görmeye devam edecek ve bizleri kah güldürüp kah düşündürürken aklımıza Levent Kırca'yı getirecektir tahminimce.
Peki Serdar Ortaç bize işkence etmeye daha ne kadar devam edecek? Nabza göre şerbet vermede Sigur Rós'tan bile başarılı bir isim Serdar Ortaç; bu seneyi de şeytan şu bu diyerek kotarmayı bild Nefes albümüyle, çekilmez yazı daha da çekilmez hale getiren bir albümdü Nefes. Her yerdeydi, hava gibi, o hava gibi de bunaltıcı, yorucuydu.
Serdar Ortaç ise, hakkında iki satır yazmak istemeyeceğim kadar nefret ettiğim biridir, 1999 yılının şubat ayından bu yana. Ahmet Kaya, fazla bile söylemiştir Serdar için: "Asker kaçağı vatanseverlerin kiralık dillerinden, yalan sıçrıyor mikrofonlara."
2008'in en kötü dördüncü albümü; M83'nin Saturdays=Youth'u. Kılavuzu karga olanın pusulasının nereyi gösterdiği malum; "prodüktör dehası" albümlerden nefret eden biri olarak, Sigur Rós'un prodüksiyonda büyük emek sarf ettiği Saturdays=Youth benim nezdimde anlatılamaz bir basitlik barındırıyor. M83 her daim güzel şarkılar yazabilmeyi, bu şarkıları da ince ince içimize işletmeyi becerebilmiş bir projeydi. Saturdays=Youth albümünde de aslında şarkılarla, bestelerle bir problemim yok. Problemim, "new wave'i shoegaze'in ilk yıllarına bulayalım" diyerek 80'lerin o artık yormaya başlayan havasını albüme taşımaya karar veren dahi prodüktörle. Şunu anlama zamanı gelmiştir; 80'ler her zaman sıkıcıydı, sadece bu sıkıcılıktan bahsetmek biraz eğlendirici gelmiş olabilir, ama sıkıcıydı. 80'leri bu günlere taşımak ise çok daha sıkıcı. Deal with it Sean, it's over. Rock and roll.
En kötü 5. albüm -aslında kendilerini bu listeye almış olmaktan pek mutlu değilim ama- Death Cab For Cutie'nin Narrow Stairs'ı. Death Cab For Cutie'nin, Sigur Rós ya da M83 gibi "stratejik" hamlelerle böyle bir albüm kaydettiği kanısında değilim. Ama yıllardan beri çıkardığı her albümle, çıtayı çok yükseğe taşıyan, kısa zaman evvel Plans gibi muazzam bir albüme imza atan bir grubun, Narrow Stairs ayarında basit bir albümün arkasında olduğuna inanmak da çok güç. Narrow Stairs hakkında, internet ortamına sızdığı ilk gün bir yazı yazmış, albümü bir an önce paylaşma dürtüsünden hareketle, herhangi bir yorum yapmamı engelleyecek kadar az dinlediğimi itiraf etmiştim. Ne yazık ki, yazıyı tamamlama ve albümün tadına bakma girişimlerimin hepsi başarısızlıkla sonuçlandı sonradan. Zira Narrow Stairs plastik meyve gibiydi, hiç bir özelliği, hiç bir tadı, hiç bir canlılığı olmayan bir şeydi. Death Cab For Cutie gibi bir gruptan çıkması da, bu listeye girmesine yetti. Seatle'ın ekmeğini yemek de bir yere kadar.
Son tahlilde; 2008, bitiyor olmasına üzülmediğim kadar kötü bir yıldı. Bahsedilecek onlarca şeyin yanında, müzikal anlamda da bir çok garabete tanık olduk 2008'de. Tüm bu samimiyetsizliklerin, stratejilerin, nabza göre verilen şerbetlerin yanında, çamurun içinde bulunan pırlantalar da vardı elbette. Ben bu pırlantaları vitrine yerleştirir iken, siz de şimdiden Fjord Rowboat dinlemeye başlayın.
14 mırıltı.:
özellikle ''dünyanın en gözel garısı'' ünvanlı kate kişisi hakkındaki yorumlarla duygularıma tercüman olup, bıdı bıdı... uf bu cümleyi kuramicam ben sanırım...evet ben cümle kuramıyorum ama kurulmuşuna bi şekil aferin demek istiyorum...bu hiç olmadı... hmm neyse....çok güzel! katılıyorum!...bu hiç olmadı...neyse amacım iyi bişiler demek ama beceremedim, demişim gibi yapalım.
on numaralık verip veriştirmişsin. 2008'de download ettiğin her bit müzik helal-i hoş olsun.
serdar ortaç haricinde külliyen katılıyorum
ah be death cab beni de çok hayalkırıklığına uğrattı evet
peki, yilbasinda napiyoruz?
Ben de şu an itibariyle önünde sadece 17 gün kalan gıcık 2008'in en kötü albümlerini düşündüm, nedense ben de kötü oldum. Sıralama olmaksızın bu yılın kötüleri; daha doğrusu beni hayal kırıklığına uğratan albümleri;
Portishead - Third
Sigur Rós - Með suð í eyrum við spilum endalaust
Kaki King - Dreaming of Revenge
Experimantal Aircraft - Third Transmission
Hammock - Maybe They Will Sing For Us Tomorrow
Ben pek sevmedim bu 2008'i sanırım...
Hammock niye? Bence tatmin edici bir albumdu Maybe They Will..
Çünkü bu sefer yüreğime çok dokunmadılar ama olsun, maybe they will sing for me tomorrow :)))
Portishead - Third <3
Yazıyı okumaya geç kalmışım. Müzik kişinin kendi keyfi ve filtreleriyle öznel olduğu için herkesin kötüsü kendisine deyip geçiyorum ama 80'lerin sıkıcı olması? Emin ol ki senden daha eğlenceliydi.
red or dead,
Seni tanıyor muyum, eğlendirmeye çalışmaklığım olmuş mudur? Benim ne kadar eğlendirici olduğumu ne kadar iyi biliyorsun, bu hususta yardımına ihtiyacım var.
80'ler konusuna gelirsek; her devrin kendine has özellikleri bulunmuyor, bu Kızılderili mitolojisini değiştirmek lazım artık. 89'dan 90'a geçişte bir karakter planlaması değişikliği yaşanmamıştır tahmin ediyorum. 80'lerin sıkıcılığı ya da eğlenceli olma özelliği 90'lardan ya da 2000'lerden farklı değildir. Benim eğlence sığamdan emin değilsin ama ben bu tezimden eminim.
'her devrin kendine has özellikleri bulunmuyor'? Bütün neşem kaçtı bu sözle. Eğlencem de. Glissando indirdim blogundan o süpermiş ama.
Genellikle şu içidolu turşucuk yorumlarına cevap vermek adetim değildir lakin üzerine yorum yapılan şey benim kalemimden çıkan yazı olunca, ister istemez meramımı anlatmaya çalışıyorum.
Evet, her devrin ""kendine has"" özellikleri bulunmuyor, her devrin bir özelliği başka bir devirde de tezahür edebilir, bu özellikler bakımından da o devir bu devirden iyi ya da kötü değildir. En azından ben bunu böyle algılıyorum. Coco Jambo eğlenceli bir şarkıyken aynı eğlenceyi Bas Gaza'da da görmem mümkün olabilir, Armstrad'ın naifliğini bir Armadillo Run oyununda da bulabilirim. Sadece bugünle mukayese edildiğinde elde kalan artıklardan yola çıkarak "şu dönem böyleydi" diyorsak, tüm olumlu ya da olumsuz sorumlulukları zaman gibi pasif bir şeye yüklüyoruz demektir. 80'deki kendini özlemeyi kabul etmek yerine, 80'in kendisini özlediğini düşünmek bana bu yüzden garip geliyor. Anlam budur.
Buradan bir iki kelamla beni bozmayı denemeye devam edebilirsin, meramımı anlattığıma inandığım için daha fazla yorum yapmayacağım üstüne. Emel tartışmaksa, ulaşmak için daha farklı mecralar ve tartışmak için kullanılacak daha nadide üsluplar mevcut lakin.
Neşen daim olsun.
senin de neşen daim olsun.
Post a Comment