20081222

2008; En İyi 20 Albüm.

2008'in en kötü albümlerinden bahsederken de, girizgâhta belirtmiş olduğum gibi, yılın şu dönemi, müzik ile ilgili kişiler açısından bir en iyiler/en kötüler kıyaslamasını da beraberinde getiren bir özellik taşıyor. Her ne kadar bu tip listelerin şahsa münhasır olması bir tatsızlığı beraberinde getirmiş gibi gözüküyor olsa da, bu tip listelerde gerçekten çok kötü olduğuna inandığımız albümlere yahut isimlere rastlasak da, bence yıl sonunun en eğlenceli telaşı bu listelerde yatıyor.

2008 hakkındaki naçizane listem şöyle, heyecan yaratma niyetine sondan başa;



20) Bohren Und Der Club Of Gore - Dolores

Almanyalı Bohren Und Der Club Of Gore, altıncı albümleri Dolores'i sonbahar ortalarında yayınladı. Gecelerin uzamaya başladığı bir mevsime yakışır şekilde, zifiri karanlık bir jazz melodisiyle inliyordu kulaklarımız Dolores'le. Dürüst olmak gerekirse, bir Black Earth ya da Geisterfaust değil bu albüm; grubun kronolojisi özelinde değerlendirilirse çok parlak bir yere sahip olmayacaktır diğer albümlere kıyasla fikrimce. Amma ve lakin, 2008 özelinde değerlendirdiğimiz vakit, bu listede yer alması elzemdi Dolores'in.




19) iLiKETRAiNS - Elegies To Lessons Learnt

Aslında iLiKETRAiNS'in ilk albümü Elegies To Lessons Learnt, 2007'nin son aylarında piyasaya çıkmıştı; son aylarda piyasaya çıkan her albüm gibi de sıralamalara girememişti. Her ne kadar grup, 2008 sonu için The Christmas Ship adlı ep'yi yayınlasa da, Elegies To Lessons Learnt'ü 2008 listesine sokmak için herhangi bir beis göremiyorum. Zira grup, daha oturaklı bir kimliğe bürünmüş ve daha derin sulara yelken açmıştı bu albüm ile.




18) This Is Your Captain Speaking - Eternal Return

Artık şablonlaşmaya başlayan müzikal yapıdan ne kadar bıktığımı defalarca açıklamışlığım var bu internet sahifesinde, belirli bir formüle ayak uyduran ve bu formül çerçevesinde enine genleşen gruplara bir türlü ısınamayışım da bundan. Benzer bir şekilde formüller üzerinden sonuca giden bir This Is Your Captain Speaking'den söz etmek mümkündü, ilk albümleri Storyboard söz konusu olunca. Lakin yeni albüm, Eternal Return, farklılaşmayı ve gelişmeyi -biraz da gidiş/geliş ekseninde- yansıtmayı becermiş bir albüm olarak hatırlanacak.


17) Maybeshewill - Not For Want Of Trying

Farklılaşan ve hatta apayrılaşan bir başka grup da Maybeshewill. Müziğin elektrik ile ilintili bölümünün domine ettiği ilk albümleri Japanese Spy Transcript öylesine beğenilmişti ki, yeni albümde herkes benzer bir tadı yakalamak için hazır bekliyordu. 65daysofstatic'in düştüğü bu hataya düşmeyip, bayağılaşmaktan kurtulan Maybeshewill, daha ağır ve daha heavy metal kokan bir albümle çıktı dinleyicisinin karşısına, 2008'de. İşin güzel tarafı, değişirken bile özlerini kaybetmeyip, kimlikleriyle bütünleşmiş o film sample'larına yer vermeyi de ihmal etmeyerek geçmiş günleri de yâd ettiler.


16) Exxasens - Polaris

Büyük şirketlerin, başka müzisyenlerin, enstrüman sponsorlarının destek çıktığı kişisel projelerin dışında bulunan, kendi halinde ve kendi başına müzik yaparken albüm çıkarmaya karar verip bunu başaran, bu çıkardığı albümü Dünya'nın bir diğer ucundaki başka insanlara dinletmeyi başaran, dinlediğinden de haz almasını sağlayacak şekilde kaliteli bir iş ortaya çıkaran kişiler, benim gözümde gerçek sihirbazlar. İspanyadaki bir odada çalınan gitarı Türkiye'de duymamız ve duyduğumuzdan zevk almamız kadar sihirli başka hiç bir şey göremiyorum müzik ile ilgili. Exxasens tüm bunlar yüzünden, bu listede.


15) Grails - Take Refuge In Clean Living

Grails'in 2008'de çıkardıkları iki albümden biri Take Refuge In Clean Living. Nisan ayında çıkan bu albümden sonra, Grails ekim başı gibi Doomsdayer's Holiday'ı yayınlamış ama belli ki aceleciliğinin kurbanı olmuştu. Her halükarda sindire sindire yaptıkları ve grubun parlaklığını hakettiği biçimde taşıyan bir albüm sığdırmayı başardılar 2008'e. Yaşar Alptekin'in Grails dinlediği bir Türkiye tahayyül ediyorum.




14) Subheim - Approach

Sonbaharın ilk yağmurunda, bir banka mıhlanıp kalmamın ve 1 ay boyunca binbir virüs ile mücadele etmemin en büyük müsebbibiydi Subheim. Yunanistan'dan, yanıbaşımızdan, çıkan bu tek kişilik proje, 2007'de yaşanan Kashiwa Daisuke çılgınlığını anımsatıyor bana her şeyiyle. Bir bilgisayar insanın yüreğini nasıl ele geçirebilir sorusunun cevabıdır Subheim.




13) Glowworm - The Coachlight Woods

2008'in en büyük sürprizlerinden biri olarak görüyorum Glowworm'ü. Yerel bir grubun pek de iyi olmayan bir kayıtla fezaya süzülüşüdür benim için The Coachlight Woods; bilgisayar tuşları ve keman yayları arasındaki şiir gibi paslaşmalar bile bu albümün mutena bir yeri hakettiğinin kanıtıdır.






12) Max Richter - 24 Postcards In Full Colour

Zaman zaman kendime sorduğum bir soru; Max Richter, dünya tarihinin en parlak yüzyılında, 19. yy'da yaşasaydı, bu besteleri o zaman yazsaydı, acaba ne olurdu? Kanaatimce, en az bir Liszt kadar bilinir, bir Chopin kadar çalınırdı; ismi de sadece Richter olarak anılacak kadar ünlü bir marka haline gelmiş olurdu. Sahiden de o yüzyıllarda yaşayan bir adamın günümüze gönderdiği notalar da olabilir bunlar, konu edilen kartpostallar gibi.




11) The American Dollar - A Memory Stream

Tek albümle rüşdünü ispatlamış bir gruptu The American Dollar. The Technicolour Sleep, ilk albüm olmasına rağmen, grubun tüm potansiyelini gözler önüne seren bir özelliğe sahipti. Hal böyle olunca, beklentiler yüksek tutulmuştu yeni albüm için. A Memory Stream, bu beklentileri kesinlikle boşa çıkarmayan bir albüm olarak kalacak zihinlerde; duru ve zeka dolu bir müziğin The American Dollar ismiyle olan tezahürü.




10) Mogwai - The Hawk Is Howling

Sigur Rós müziğini saçma bir şekle sokarak daha çok satmanın planlarını yapar ve ergenliği henüz üzerinden atamamış gençlerin icra ettiği kopya müzikleri Mogwai ile kıyaslar iken, Mogwai farklılaşmak ile karaktersizleşmek arasındaki fark üzerine ders veriyordu The Hawk Is Howling ile. 2008'in en iyi albümü değil belki ama tartışmasız en doyurucu albümü The Hawk Is Howling; Mogwai'a duyulan saygıyı bir kez daha anlamamıza yardımcı oluyor.




9) Sumner McKane - What A Great Place To Be

Huzurla ilgili boyanan bir tablo ya da çekilen bir fotoğraftı What A Great Place To Be; içinde Ev'e dair kocaman ama gizli bir alan vardı. Sumner McKane'in huzur ve sükûnet doldurduğu notaları taşıyan o albümlerinden bir tanesi değil sadece What A Great Place To Be, duygusal bir bütünün de iletkenliğini taşıyan bir nesne aynı zamanda.





8) Homesick For Space - Please Continue

2003 yılında yayınlanan Unison'dan sonra sır olmuştu Homesick For Space. Aradan 5 yıl gibi uzunca bir süre geçtikten sonra, 2008'de geri döndüler Please Continue ile. Emo-rock'ın henüz saç şekli formatına girmediği ve naifliği ile tanınabilir olduğu yıllardan, 2008'e atlarken, Homesick For Space naifliğini de yanında getirmişti. Unison'daki kadar vurucu ya da yıkıcı değildi belki ama, kendini belli etmeyi başaracak kadar özel bir albümdü Please Continue.




7) Detektivbyrån - Wermland

Detektivbyrån da, 2008 içinde iki albüm çıkaran bir grup. E18 yaza girmeden hemen önce, Wermland ise yaz bittikten hemen sonra piyasaya sürülmüştü. Albümlerdeki şarkıların renkli dondurmaları anımsattığı düşünülürse, yerinde bir uygulama olduğunu söyleyebiliriz bunun. Karnavalın en cafcaflı yerinde çalan müzikleri anımsatıyor Wermland, şu kapkara soğuk günlerde bile.





6) Eksi Ekso - I Am Your Bastard Wings

Yaz aylarından bahsediyorken, aslında 2008'in en fazla konuşulan albümlerinin de bu aylarda çıktığını söylemek gerekli herhalde. Sigur Rós faciasının hemen ardından Eksi Ekso ilaç gibi gelmişti kulaklarımıza; bir çok enstrümanın bir çok müzikal akıma bulaştığı bir albümdü I Am Your Bastard Wings. Bu arada yeri gelmişken söylemekte de fayda var; pek çok sanatçının, sanki biz albümlerini yan sokaktaki bakkaldan alabilecekken download linkleriyle uğraşıyormuşuz gibi takındığı "seni hırsız, sil linkimi" tavrına tezat bir şekilde, Eksi Ekso üyeleri bir kaç kelime Türkçe öğrenme çabasıyla, Türkiyedeki herkese selam yollayan bir mail atmıştı aylar evvel; selamı iletmiş olalım.


5) Anathema - Hindsight

Her birimizin ilk-gençliğini perişan etmişti Anathema. Şimdi büyüdük, ilk-gençliğimizi perişan eden her şey unutuldu, Anathema Türkiye'ye tatil için gelir oldu ama Hindsight ile raison d'être'larının ne olduğunu göstermeyi akıl etmeyi başardılar; her şartta dinleyeni perişan etmek. O eski şarkılara, eski anılara, yeni eklentiler yaptılar Hindsight ile, daha da acımasız oldular, daha da acıttılar ve elbette bu yüzden daha çok haz verdiler.




4) Ólafur Arnalds - Variations Of Static

Pek çok yerde, pek çok ruh haliyle, pek çok defa dinledim bu kaydı. Ve öyle oldu ki, hakkında yazacak hiç bir şey bulamaz hale geldim; yıllardır aşık olduğunun "bana neden aşıksın" demesi karşısında girdiğin sessizlik gibi; aşığım Variations Of Static'e, ama neyine, ama neden, tanımlayamıyorum. Mübalağa yapıyor ya da mecazi anlamda kullanıyor değilim, gerçek anlamda korkunç bir kayıt Variations Of Static, her şeyiyle korkutuyor beni, hala.




3) Balmorhea - Rivers Arms

Rivers Arms'la ilgili ilk yazımda, 2008'in şimdilik en iyi albümü yakıştırmasında bulunmuştum. Aradan geçen zamanda yanılgı payımın düşük olması sevindirici bir durum olabilir ama şaşırtıcı değil. Herkes 2008 için bir liste yapmış olsa muhakkak bir yerlere yazacaktır Rivers Arms'ı; öylesine güzel, öylesine duru ve öylesine samimi bir havaya sahipti. Eski şarkılara yapılan yeni düzenlemeler, yeni şarkıların özündeki o eskilik, Balmorhea'nın yerinde saymadan, emek vererek yaratmaya çalıştığı o şeyin içimizdeki tezahürü; her şeyiyle bir bütün ve her şeyiyle cezbedici Rivers Arms.


2) Glissando - With Our Arms We March Towards The Burning Sea

Leeds biraz İstanbul'a benzer; minik bir İstiklal Caddesi, minik bir Kadıköy meydanı, minik bir Haydarpaşa'sı vardır. Herhalde bu yüzden, ihtiva ettiği duygusallık da İstanbuldakiyle benzerlik taşıyor. Leedsli Glissando'nun duygusallığını bu kadar kolay benimsememizin bunda payı nedir, bilemiyorum. Ama kesin bir şey söylemek gerekirse, With Our Arms We March Towards The Burning Sea, 2008'in en yoğun albümüydü. Grekken'i ilk dinleyişimde ağzımdan çıkıveren o ahı tekrar eder dururum her Glissando dinleyişimde, bir kerameti var olmalı bu yüzden. O kerametten mütevellit, ikinci sırada Glissando.


1) Fjord Rowboat - Saved The Compliments For Morning

Gelelim 2008'in en iyisine.
Fjord Rowboat, reverb tuşunu tekrar sonuna kadar çevirmemizin tek sorumlusu oldu Saved The Compliments For Morning sayesinde. Her biri birbirine benzeyen kalitesiz gürültülü indie-pop grupları, yıllardır aynı müziği icra eden brit-rock'çılar, şablonlarından vazgeçemeyen post-rock fanatikleri; geçmişten gelen shoegaze rüzgarını taşıyan Fjord Rowboat karşısında yerle yeksan oldular. Fjord Rowboat'un samimiyeti, her notada, her sözde hissedilebilir bu albümde; ne tip bir heyecanla yapıldığı, ne tip bir yoğunluk ihtiva ettiği öyle rahat anlaşılıyor. Ayrı ayrı her şarkısıyla ve grup kimliğinin yansımasıyla, birincilik payesini hiç düşünmeden veriyorum Fjord Rowboat'a.


En iyileri sıralamışken, en iyi albümlerin en iyi şarkılarına da değinebiliriz. Her ne kadar bu "en iyi şarkı" tanımlamasından hazzetmesem ve toplama albüm mantığını kasıntı bulsam da, 2008'in müzikal anısı ya da Limbo Pillow'un yıl sonu hediyesi niyetine değerlendirilebilir bu toplama albüm.

1- Fjord Rowboat - Simply Stood
2- Glissando - Grekken
3- Balmorhea - Limmat
4- Ólafur Arnalds - Himininn Er Að Hyrnja, En Stjörnurnar Fara Þér Vel
5- Anathema - Flying
6- Eksi Ekso - The Gallows
7- Detektivbyrån - Generation Celebration
8- Homesick For Space - British
9- Sumner McKane - The 20th Maine
10- Mogwai - I Love You, I'm Going To Blow Up Your School
11- The American Dollar - Anything You Synthesize
12- Max Richter - Cradle Song For A (interstate B3)
13- Glowworm - Lux
14- Subheim - Away
15- Grails - Take Refuge
16- Exxasens - Mira Mama
17- Maybeshewill - He Films The Clouds Pt. 2
18- This Is Your Captain Speaking - Part 3
19- iLiKETRAiNS - The Deception
20- Bohren Und Der Club Of Gore - Still Am Tresen

DOWNLOAD.

20081209

2008; En Kötü 5 Albüm.



Nihayetinde, 2008 yılının da sonuna geldik sayılır. Şimdi çam ağaçlarının, çam ağacına benzetilmeye çalışan tel ve plastik ürünlerin, çam ağacı şeklinde kesilen yeşile boyalı straforların, uhuyla camlara yapıştırılırken tavşan cehennemine düşmüş gibi elimizde kalıcı hasarlar bırakan pamukların, Salih Memecan'ın üzerinde 2008 yazan yaşlı mütedeyyin amcası ve üzerinde 2009 yazan emekleyen seyrek bıyıklı bebeğinin, "yılbaşında napıyoruz" adı altında geçen saçma sapan bir telaşın, ertesi gün anlatılacak bir içtik bir içtik hikayelerini daha şimdiden kurgulama çalışmalarının, anlamsız bir geriye sayma iç güdüsünün yarattığı heyecanın ve en önemlisi, yılın en iyi ve en kötü albümlerini belirleme zamanıdır. bant'ın Ocak-Şubat sayısı için 20 albümlük bir "en iyi" listesi hazırladım, aynı listeyi pek yakın zamanda farklı bir şekilde sizlerle paylaşacağım. Ama önce, 2008'in en kötülerine bakalım.

























Birinci sırada tabii ki One Of The Boys albümüyle, Katy Perry var.

Parantez içinde şunu söylemek isterim; 2008'in en kötü albümlerini yazıyorum. Hatta bu yazıya başlamadan evvel de, yazacaklarımı düşünüp düşünüp kıkırdıyor, nüktedan lakırdılar etme planları kuruyordum. Ama düşününce, durumun ne kadar trajik olduğunu fark ediyorum.

Müzik endüstrisi çok garip bir makine, korkunç bir acımasızlıkla ve olağanüstü bir tüketim hızıyla işliyor bu endüstrinin çarkları. Katy Perry bende Britney Spears, Geri Halliwell gibi isimleri çağrıştırıyor. İrin ve pislik dolu bir hayattan parlak yıldızlığa yükseliş, oradan da ruhsal çöküntünün, intihar girişimlerinin, 10 cc. barbiturat dozlu seks kasetlerinin doldurduğu hayata düşüş; Perry'nin geleceğinin bundan farksız olamayacağı o kadar belli ki, eleştirirken bile ona acımadan edemiyorum.

Açık konuşayım; lise kızlarını severim. Sevmeyecek erkek de tanımıyorum; beyaz streç gömlek, kısa ekose etek ve diz altı çorapların, hormonal birer uyarıcı olduğuna eminim. Lise kızlarının bu güzel yanlarının yanında, ekseriyetinde şöyle bir defekt de bulunmaktadır ki, bu güzel kızlar mutlaka paket halinde gelirler. Promosyonlu paketin "bu satmıyor, arada kaynasın, stok erisin" düşüncesinin öznesi olan ve günlük hayatta "en yakın arkadaş" adını alan insanlar, bir erkek için tehlikeli olduğu kadar, lise kızının kendisi için de çok büyük tehlike arz eder aslında. Şimdi olayın daha net bir analizi için, şöyle bir ayrıma gidelim; güzel, akıllı ve ilgimizin odağı olan hanımefendiye X, bu hanımefendinin en yakın arkadaşı olan kişiye de Y diyelim.

Efendim, X ve Y'nin birbirlerinden hiç ayrılmadıklarını, ayrı olduklarında da sürekli birbirlerinden bahsettiklerini biliyoruz. Eğer ki ilgimiz X'e kayar ve aynı şekilde karşılık alır isek, Y devreye girmekte pek gecikmeyecektir. Aşk hayatı çirkin, kaba saba ve yarım-akıllı erkeklerle yaşanmış kısa zaman dilimleriyle dolmuş olan Y, kıskançlıktan X'in hayatını cehenneme çevirmekle kalmayacak, muhtelif ortamlarda "Biz aslında arkadaş değiliz, sevgiliyiz. Çünkü biz biseksüeliz." gibi bir söylemle, pazarlamada çığır açacaktır. Bu maalesef ki, Milli Eğitim Bakanlığı'nın 2008 araştırmasına göre, Türkiyedeki liselerin %78'ine yayılmış bir hastalıktır. Mantık şudur; iki kız arkadaş annelerinin evde olmadığı bir gece birer kutu Efes Pilsen içerek sarhoş olurlar ve birbirinin dudaklarına ufak bir bûse kondururlar. Efes içmenin tek nedeni nasıl ki yarın okulda, bütün gece yatmadık ve içki içtik, deme şansını yakalamaktıysa, bûsenin konuş nedeni de büyük ölçüde aynıdır.

Bu durumun Amerikadaki tezahürü de Katy Perry oluyor. Katy Perry bu bûseyi şarkı yapmakla kalmadı, bunu pazarlayarak da bir başarı hikayesi kahramanı haline geldi. Aynı yarım-akıllılık, aynı gösteriş manyaklığı, ilginin her an üzerinde olması için olur olmadık şeyler yapma dürtüsü, hiç birimizin umrunda olmayan meme/dil/bacak odaklı parti fotoğraflarının muhtelif internet sitelerine yüklenmesi falan filan, hep gördüğümüz, artık alıştığımız şeylerle karşı cins tavlanmadı ya da sadece ilgi paratoneri olmakla kalınmadı, bu sefer. Bu başarı hikayesi, herkese ders olsun. Yalnız, MySpace'i sahiden de müzik için yararlı bir ortam olarak görmeye çalışan ben bile -tüm karşı cins arasındaki iğrenç mesajlara, "thx for add" banner'larına, hangi amaca hizmet ettiğini anlamadığım renkli lazerli profil template'lerine tahammül etmeye gayret gösteren ben bile- Katy Perry faciasından sonra MySpace'in kesinlikle ömür çürüten, müzik ve sanat kavramlarının içine eden bir siteden fazla bir şey olmadığını anlamış bulunmaktayım.

İşin daha vahim tarafı da, bu kadının ciddi ciddi albüm satış rekorları kırması, her konserinin kapalı gişe olması herhalde. Bir insanın kötü müzik yapması anlaşılabilir, çok kötü ve dahi berbat bir müzik yapması anlaşılabilir ama 1 milyon insanın bu müziği dinlek için üstüne para vermesini aklım kesinlikle kabul etmiyor. Katy Perry'e ait alacağım tek cd, barbituratlı porno cd'si olurdu herhalde, ama sanırım o da torrent'e düşer bir iki seneye.






















Ah. Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Sigur Rós'un Með Suð í Eyrum Við spilum Endalaust'u 2008 yılının en büyük hayalkırıklığıydı. Kendimi tekrar etmek istemiyorum ama olaya net bir teşhis koyalım.

Kabul etsek de etmesek de, ismi saçma bulsak da, janr kavramlarının oluşumuna doğrudan bir eleştiride bulunsak da, "post-rock" diyegeldiğimiz bir janr mevcut. Son 5-6 aydır daha da popüler bir hale gelen bu janrın, en popüler isimlerinden biri de Sigur Rós. Öyle ki, aslında müzikal olarak hiç benzerlik taşımasa da, sırf aynı janr ismini paylaştığı için bir gruba yöneltilen "Sigur Rós'a benzer bir grup" tanımlarına sık rastlar olduk bu sıralar.

Bu noktada zaten Sigur Rós'a yönelttiğim belirli bir eleştiri her zaman olmuştu; samimiyet kavramını Sanat algımın giriş kapısına koymuş biri olarak, Sigur Rós'u severek dinlediğim zamanlarda dahi, asla samimi bulmamış, bu samimiyetsizlik her daim beni grubun kendisine uzak tutmayı başaran bir engel halinde orada mevcudiyetini korumuştu. Aslında hiç bir mantıklı açıklaması olmayan ve müzikal anlamda da herhangi bir katkısından bahsedemeyeceğimiz Hopelandic adını verdikleri vızıltı vokalleri ya da bunun gibi onlarca "ilginç" detayı bir kenara bırakırsak, Sigur Rós'un Með Suð í Eyrum Við spilum Endalaust albümünü, artık grubun tüy diktiğinin elle tutulur kanıtı olarak algılıyorum.

Müzikal değişime, dinamizme her daim önem vermiş biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Sevdiğim bir grubun, sevdiğim müziğini bir albüme aynı şekilde taşımasını asla arzu etmedim, aksine bu durumdan rahatsız olduğum çok olmuştur. Tutan bir şeyi sürekli tekrarlayarak, tavşanın suyunun suyunu çıkarmak ve bundan da para kazanmak, müzik endüstrisinin zaten temelinde yatan bir strateji. Yalnız bir grubun, sahip olduğu, olmaya çalıştığı, "ben buyum" demek üzerinden kendini pazarladığı bir kimliğin artık para etmediğini, yerini başka bir modaya bıraktığını görmek ve bu modaya yönelmek, bir değişim ya da dinamizmden çok, düpedüz "her devrin adamıyım" kabilinden, omurgasızlık ve basitlikle açıklanabilecek bir husus. Sigur Rós, Með Suð í Eyrum Við spilum Endalaust'ta işte tam da bunu yaptı. Albümün yarısını indie-pop kervanı peşinde koşan çocuklara, diğer yarısını vefakâr dinleyicilerine ayırdı; böylece ne şişi ne de kababı yakarak dükkanı açık tutmayı başardı.

Post-rock'la ilgili elle tutulur tespitim şudur; gitar/davul/bass birleşiminden doğmuş tüm müzik dalları içerisinde, ki buna punk da dahil, çalınması en kolay müzik türü post-rock'tır. Gitar çalmayı bilmeyen ama müziğe aşina olan ya da hatrı sayılır bir arşive sahip olan herkes post-rock çalabilir. Birbirine tıpatıp benzeyen, karbon kopya ürünü, basit, alelade post-rock gruplarının tümünün var olma ve kendini duyurmada hiç bir sorun yaşamamasının nedeni de aslında janrın bu komplikelikten uzak yapısı. 15-16 yaşındaki For A Minor Reflection'ın, abileri Sigur Rós'u birebir taklid ederek piyasada tutunuyor olmasının tek açıklaması da bu aslında. Dolayısıyla bu basitlikte farkı yaratan, grup kimliğinin doluluğunda yatıyor. Evet, punk da çok basit bir müzikti, en fazla sözü edilen grup Sex Pistols idi belki ama, Johnny Rotten sayfalardan silinmiş ve Sid Vicious yeni yetmelerin idolü olmaktan öte gidememişken biz hala nasıl Joey Ramone'u, Joe Strummer'ı, Greg Graffin'i yâd ediyor, bu isimlere saygı duyuyorsak, 5-10 yıl sonra Sigur Rós'u Sex Pistols ile aynı kategoride değerlendireceğimizden eminim. Bu süre zarfında Sigur Rós daha da çok saçmalayacak, kendini dev aynasında görmeye devam edecek ve bizleri kah güldürüp kah düşündürürken aklımıza Levent Kırca'yı getirecektir tahminimce.





















Peki Serdar Ortaç bize işkence etmeye daha ne kadar devam edecek? Nabza göre şerbet vermede Sigur Rós'tan bile başarılı bir isim Serdar Ortaç; bu seneyi de şeytan şu bu diyerek kotarmayı bild Nefes albümüyle, çekilmez yazı daha da çekilmez hale getiren bir albümdü Nefes. Her yerdeydi, hava gibi, o hava gibi de bunaltıcı, yorucuydu.

Serdar Ortaç ise, hakkında iki satır yazmak istemeyeceğim kadar nefret ettiğim biridir, 1999 yılının şubat ayından bu yana. Ahmet Kaya, fazla bile söylemiştir Serdar için: "Asker kaçağı vatanseverlerin kiralık dillerinden, yalan sıçrıyor mikrofonlara."

2008'in en kötü dördüncü albümü; M83'nin Saturdays=Youth'u. Kılavuzu karga olanın pusulasının nereyi gösterdiği malum; "prodüktör dehası" albümlerden nefret eden biri olarak, Sigur Rós'un prodüksiyonda büyük emek sarf ettiği Saturdays=Youth benim nezdimde anlatılamaz bir basitlik barındırıyor. M83 her daim güzel şarkılar yazabilmeyi, bu şarkıları da ince ince içimize işletmeyi becerebilmiş bir projeydi. Saturdays=Youth albümünde de aslında şarkılarla, bestelerle bir problemim yok. Problemim, "new wave'i shoegaze'in ilk yıllarına bulayalım" diyerek 80'lerin o artık yormaya başlayan havasını albüme taşımaya karar veren dahi prodüktörle. Şunu anlama zamanı gelmiştir; 80'ler her zaman sıkıcıydı, sadece bu sıkıcılıktan bahsetmek biraz eğlendirici gelmiş olabilir, ama sıkıcıydı. 80'leri bu günlere taşımak ise çok daha sıkıcı. Deal with it Sean, it's over. Rock and roll.

En kötü 5. albüm -aslında kendilerini bu listeye almış olmaktan pek mutlu değilim ama- Death Cab For Cutie'nin Narrow Stairs'ı. Death Cab For Cutie'nin, Sigur Rós ya da M83 gibi "stratejik" hamlelerle böyle bir albüm kaydettiği kanısında değilim. Ama yıllardan beri çıkardığı her albümle, çıtayı çok yükseğe taşıyan, kısa zaman evvel Plans gibi muazzam bir albüme imza atan bir grubun, Narrow Stairs ayarında basit bir albümün arkasında olduğuna inanmak da çok güç. Narrow Stairs hakkında, internet ortamına sızdığı ilk gün bir yazı yazmış, albümü bir an önce paylaşma dürtüsünden hareketle, herhangi bir yorum yapmamı engelleyecek kadar az dinlediğimi itiraf etmiştim. Ne yazık ki, yazıyı tamamlama ve albümün tadına bakma girişimlerimin hepsi başarısızlıkla sonuçlandı sonradan. Zira Narrow Stairs plastik meyve gibiydi, hiç bir özelliği, hiç bir tadı, hiç bir canlılığı olmayan bir şeydi. Death Cab For Cutie gibi bir gruptan çıkması da, bu listeye girmesine yetti. Seatle'ın ekmeğini yemek de bir yere kadar.

Son tahlilde; 2008, bitiyor olmasına üzülmediğim kadar kötü bir yıldı. Bahsedilecek onlarca şeyin yanında, müzikal anlamda da bir çok garabete tanık olduk 2008'de. Tüm bu samimiyetsizliklerin, stratejilerin, nabza göre verilen şerbetlerin yanında, çamurun içinde bulunan pırlantalar da vardı elbette. Ben bu pırlantaları vitrine yerleştirir iken, siz de şimdiden Fjord Rowboat dinlemeye başlayın.