20110112

Her kimsen sana,






























Birazdan nereden, ne zaman aldığımı hatırlayamayacağım kadar eski ayakkabılarımı giyip, asansörün yine hangi katta olduğunu umursamadan dört kat aşağı inip apartmanın kapısını sadece kendim için açıp dışarı çıkacağım. Dışarıda, kabanımın fermuarını boğazıma kadar çekecek, ellerimi göğsümdeki ceplerine yerleştirdikten sonra apartmanın sınırlarını terk ettiğim o son basamakta bir saniye duraklayıp kim bilir bu sefer ne düşünüp o yola çıkacağım. Avına yaklaşmakta olan bir kurtun kalçasından çıkardığı vakur adımlarla, tüm ordusunu kaybetmiş bir kumandanın attığı utanç dolu adımlarla, idam yolundaki mahkumun sayısız parçaya böldüğü ufak adımlarla, yürürken bile ayağını incitmeyi becerebilen bir sakar tayın attığı topal adımlarla bu saatte o saman renkli sigara pakedini alabileceğim yegane açık yere yürüyeceğim. İşte tam bu yolda, sana neler anlatacağım koşarak gelecek, ben sayabildiğim ayak seslerini ezberlemeye çalışacağım. Cebimdeki son parayı bir paket sigaraya ve yine yalnız kaldığımdan beri kullanmadığım çakmağımın benzini bittiği için bir kutu kibrite verdikten sonra eve doğru yollanacağım. Ellerim üşüyecek, soğukla birlikte parmaklarımdaki yaralar daha belirgin olduğu için galiba bir on beş yıldır kapanmayan o yaraları biraz daha dişleyeceğim. Sonra soğuktan sinüslerim ağrıyacak, burnum akacak, kim bilir kaç gün ya da kaç hafta ya da kaç ay önce, hangi restorandan ya da hangi paketten aldığımı bir filin bile hatırlayamayacağı bir peçeteyi kabanımın cebimden çıkarıp burnumu sileceğim. Eve yaklaştığımda bir yerlerden gelen şu saçma sapan ürkütücü mekanik sesin aslında canlı bir mahluktan geldiğini düşünecek, o mahlukun şeklini şemalini tahayyül etmeye çalışıp daha da ürkecek, sonra o soğuk metal kapıyı açmakla debelendikten sonra bu sefer merdivenlerle uğraşmayıp asansöre binip dört kat yukarı çıkacağım. Kan bağıyla birbirine bağlı canlıların cinsi münasebette bulunmalarının ne denli tehlikeli ve yanlış olduğundan bihaber iki kedi fırsattan istifade edip kilimi kaydırmış olacaklar, anahtar sesiyle kapıdan dışarı kendilerini atmaya çalışıp belki bir kaç saniyeliğine özgürlüklerini yaşayacaklar. Sonra hep birlikte eve gireceğiz, buzdolabını açıp üç karton Ice Tea kutusundan en dolu olanını alıp, içindekileri bir bardağa boşaltacağım. Ardından gidip derisi parçalanmış sandalyeme oturacağım, büyüsüne inanamadığım ama inanmayı çok istediğim o yüzüğü serçe parmağıma takıp, yıllardır tuşlarına belki dna kodlarımın tümünü yazabilecek kadar çok bastığım klavyeme dokunmaya başlayacağım. Tam o anda, yarın uyandığımda keşke yazmasaydım diye hayıflanacağımı düşünerek bir an tereddüt edeceğim, ama büyük ihtimal devam edeceğim. Her kimsen sana, bu gece bir hikaye anlatacağım:

Annem çok düzenli bir kadındı. Her gün bir ritüeli yerine getirir gibi evi toparlar, temizler, sonra da kendisini kurban ettiği o Hijyen Tanrısı'ndan mükafatını almış gibi o tertemiz evden çıkıp, deniz kenarında çay içmeye giderdi. Öyle düzenliydi ki, evde düzensizlik yaratan ıvır zıvır ne varsa her şeyi tıktığı, mimarların ikinci bir tuvalet olarak tasarladığı ama onun teklemeden çalışan bir arabanın egzosuymuş gibi kullandığı o ufacık oda bile kendi içinde kusursuz bir düzen taşıyordu. Onun Hijyen Tanrısı'ndan aldığı akşamüstü mükafat, kedi tanrıça Bastet'in bana yüklediği merak lanetinin başlangıcıydı. Milimetrik ahenklerini ezberlemeye çalışarak kurcaladığım kitaplıklar, gazetelikler, çekmecelerden sonra o ufak odaya girer, o bir yığın eşyayı teker teker kurcalayarak en alttaki alaturka tuvaletin deliğine ulaşıp Harikalar Diyarı'na düşmeye çalışırdım. İşte o odada, bitmiş Johnny Walker şişelerini, çamaşır makinesi kolisine sığdırılmış eski ama yepyeni gibi gözüken ve kokan kıyafetleri, içi kahverengi fotoğraflar ve mürekkepleri silinmiş mektuplarla dolu albümleri katman katman soyup aradığım o şeye ulaşır, cilası gitmiş, süsleri kırılmış, iki teli kopmuş ve ihtimal ki en son Orpheus tarafından akord edilmiş bir mandolin bulurdum. O mandolin, koca torbalara sığmayan GI-Joe'larımdan, birbirine karışmış metreküplerce LEGO parçalarımdan çok daha eğlenceli bir oyuncaktı benim için. Her ne kadar o ince hesaplanmış düzeni ezberlemek için o odadan dışarı çıkmasam da oyuncağımla oynarken, annem her seferinde ne yaptığımı anlar, bir dahaki gün o odaya girdiğimde o koca yığını kendi bıraktığım şekilde değil, annemin kusursuz düzeniyle bulurdum tekrar. Bir süre sonra o mandolin o yığının içinden çıkacak, telleri değiştirilecek, Orpheus'a değil de meyhanelerde içki içip meşk etmeye bayılan, kelini başının bir tarafından diğer tarafına attığı bir kaç ince telle kapatmaya çalışan, tıknaz, göbekli, çabuk terleyen ve terlediği zaman da kıpkırmızı kesilen, üzerinden de kat'i suretle yeleğini çıkarmayan bir adama akord ettirilecek, ben de o adamın bana gösterdiği eciş bücüş notalarla en sevdiğim oyuncağımdan çok da sevimli olmayan sesler çıkarmayı öğrenecektim.

Kel olduğunu kabullenmek istemeyen bu göbekli tıknaz adam, günün birinde bana daha güzel sesler çıkarabileceğim koyu kahverengi bir enstrümanla birlikte, uzun ince bir yay getirecek, o mandolin yerine bununla oynamamı isteyecek, nasıl oynanacağını öğretirken de daha heyecanlı, daha şevkli olacaktı. Adına keman derler bu oyuncakla oynamayı öğrendikçe hem kel hem fodul üstadımın şevki bana geçmekle kalmayacak, benden de babama tesir edecekti. Babam ne zaman sıkılsa kemanımı kutusundan çıkartacak, ben reçineyle yayın tellerini okşarken o da bir tomar nota kağıdının içinden keyfine göre olanları seçecek sonra önüme koyacaktı. Es kaza bir iki yanlış nota basar, elim titreyip yayı kaydırır olursam da bozuntuya vermemeye çalışarak "Yeter bu kadar" diyecek, sonra eski müzik setine bir kaset koyup Veda Busesi oradan dinleyecekti.

O eski müzik setinin bir tarafında babamın Zeki Müren'i biterken, annem gelip Sabahat Akkiraz kasedinin play tuşuna basacak Ne Ağlarsın'ı dinlemeye başlayacaktı. İşte o kaset yuvaları, evin sadece bana ait olduğu akşamüstlerinde değişmeye başlayacak, içlerine Black Sabbath'lar Metallica'lar sokulur olacaktı. Rolleri değiştiğimiz, annemin mükafatını alamayıp evde kaldığı benimse kim bilir hangi sebepten dışarı çıkmak üzere olduğum bir günde, o kasetlerden biri annemin nazar-ı dikkatini çekecekti. Şarkıları repeat'e almanın tek yolunun, aynı şarkıyı bir başka kasede üst üste çekmek olduğu o günlerde, diğer kaset yuvasına 90'lık boş bir kaset koyacak, anneme Nothing Else Matters'ı sevdirmenin getirdiği ufakça bir gururla evden çıkacak, yol boyu bu tadı dilimde damağımda döndürüp eskitmemeye, tadını daimi kılmaya çalışacaktım. Çok keskin bir kesinlikle hatırlıyorum, o güne kadar çaldığım hiç bir şarkı, bastığım hiç bir nota, birine böyle tesadüfi, ani bir şekilde başka bir şarkıyı sevdirmenin tadını vermemişti. O günden çok değil, kısa bir süre sonra, annemin ince ince hesaplayarak yarattığı o düzen tek bir işlem hatasıyla birbirine girecek, çekmeceler, kitaplıklar, torbalardaki oyuncaklar asla toparlanamayacak sonsuz bilinmeyenli bir denklemin dağınık rakamları gibi etrafa saçılacaktı. Mandolinin telleri kopmuş, keman kutusundaki notalar paramparça olmuşken, ses çıkarabilen tek şey Walkman'in içinde, kendime hazırladığım karışık bir kaset olacaktı. Varsa eğer, o gün Araf'ı görmüş, koklamış, dokunmuştum. O düzensizlikten, değişmeden çıkan tek şey müzikti.

Müzik herkes için önemli, ama neredeyse kimsenin önemini keşfedemediği bir şeydir. Nasıl oldu bilmem ama, bir sınav sonrasında, sayısız adım attığım o yolda yürürken müzikten bahsetmeye karar verdim. Kasetleri ayrı bölmelere koyup karıştırmanın üzerinden discman'ler, mini-disc çalarlar, mp3 player'lar, okunup anlatılmayan bir çok sayfa, yazılıp gösterilmeyen çokça kelime, bir ömür izolasyon, bir de 90'lık kasetlere sığmayacak uzunluktaki sessizlik geçmişti ki, müzikten bahsederken aslında uzun zamandır yapmadıklarımı yaptığımı fark ettim. Her defasında anneme çektiğim o kasedin masumiyeti, heyecanı ve gururunu yaşadığımı hissettim. Bunun ne denli özlem duyduğum, ne çok aradığım bir his olduğunu her defasında yeniden keşfettim. Bu hissi mühürlemek ancak kalıcılaştırmakla mümkündü, her yazıdan sonra kendi çekincelerime ruhumu satıp o anın içine hapsolma ödülünü alan Faust gibiydim.

Artık tüm sınavlarımın bittiği, yolların değiştiği bu zamanda, o yollarda attığım adımlardan tam üç yıl sonra, bu yazılarıma belki kısa bir son, belki uzun bir ara veriyorum. İnce ince hesapladığım, ölçüp biçtiğim hayatımda bu sefer hiç bir sonuca ulaşamazken, aniden, önceden gözden kaçırdığım tek bir işlemle sonuca çok yaklaşmış olduğumu görüyorum, hissediyorum. Artık yine kaset çalarda değişen birbirinden farklı kasetler ve kasetlere sığmayacak sessizlikler var, biliyorum ki bunlar bana yine ninni olup uykuya yatıracak, uykumdan uyandığımda bir başka ben yaratacak. Şunu da biliyorum ki ben yine yazacağım, bir şarkının zihnimde yarattığı kubbelerden, İkarus'un taksi çevirmesinden, kurtların ağır adımlarından bahsedeceğim. Burada mı, burada değilse nerede, ne zaman, bilmiyorum. Gerçek şu ki bunu çok da düşünmek istemiyorum. O yüzden bu yazının bir veda hüviyeti taşıdığını düşünebiliriz.

Ben birazdan saman renkli paketten son bir sigara çekip yakacağım, o sigara kül olurken önce Veda Busesi'ni, sonra Ne Ağlarsın'ı, en son da Nothing Else Matters'ı dinleyecek ve son bir kaç saatte hissettiklerimi mühürleyip saklamış olmanın getirdiği ferahlıkla uykuya dalacağım. Ama ondan önce, her kimsen sana teşekkür etmek isterim.

Hoşçakal.