20100712

Limbo Pillow Mixtape #04.



















Tükenip giden zamanın acısını çeken tek canlı türü biziz. Zannetmiyorum ki bir kedi, bir tavşan, bir yılan geçmiş yıllara özlemle baksın, derince bir ah çekip hülyalara dalsın. Olsa olsa üç yıl öncesinin fevkalade parlaklıktaki havuçlarını, etine dolgun ve bir o kadar da yavaş tarla farelerini yahut ekonomik krizin baş göstermediği dönemlerde hane halkının çöp tenekelerine yaptığı yatırımları düşünüp hüzünlenebilirler. Bizim türümüzün de bu tip soyut dayanaklara sahip özlemleri yok değil tabii ki. Bilhassa ülkemiz genelinde gözlemlenebilecek dedelerin çok zengin olduğu dönemde şu arsayı ucuz fiyata kapatma şansını elinin tersiyle itmesi ya da para içinde yüzülen dönemlerde şehirlerarası yolculukları ticari taksilerle yapmak gibi özgün sebeplerimiz var sigaramızdan aldığımız kocaman nefesi yavaşça verirken uzaklara dalan gözlerimizin ardında.

Ama bunlardan daha kadim, daha derin, bir türlü tanımlanamayan, teşhis konulamayan, tedavi edilemeyen bir özlem türü de mevcut. İnsanoğlu binlerce yıl boyunca içinde bir anda hasıl olan ve nereden geldiği belli olmayan, tam olarak nereye tesir ettiği muallak, küçük ve etçil bir solucan gibi oradan oraya kıvranan bu acıyı tanımlayamadı. En sonunda 17. yüzyılda buna bir isim buldu, "eve dönüşün acısı" dedi ona; nostalji.

İşin Freudyen analizini yapacak ve "ev"in en sade anlamda ana rahmi olduğunu iddia etmeyeceğim ama ne kadar geriye gidersek zamanda, o "ev"e daha da çok yaklaştığımız bir gerçek. Evin rahatlığı, huzuru ve acıdan muaflığı öyle bir özlem yaratıyor ki, zamanla geçmişe -yani mevcudiyeti şimdi'den daha fazla olan "ev"e- dönmeyi arzuluyoruz. Kaybettiğimiz biri var orada: daha masum, daha az kirlenmiş, daha basit biri. Tekrar o olma isteğimizi, bir zamanlar o olduğumuzu düşünerek bastırıyoruz.

Öte yandan geride bıraktığımızdan da bir o kadar utanç duyuyoruz. "Ne kadar salakmışım, ne kadar yanlış kararlar almışım, nasıl böyle yapmışım" diye sorgulamaktan da geri kalmıyoruz. Bu durum da geçmişteki ben'den daha muteber bir ben olduğunu gösteriyor insana; en azından o zaman sorgulamayarak yaptığın şeyi sorgulayabiliyor, eleştirebiliyor ve yanlışını görebiliyorsun. Daha fazlasısın artık, aferini hak ediyorsun.

Tüm bu karmaşık mekanizma eve dönüşün acısında, nostaljinin katmanlarında gizli. Belki bunları düşünmüyoruz, bunların muhasebesini yapmıyoruz ama her şey ufak birer sembol olup doluşuveriyor kafamıza. Bunu kastediyordu işte Edip Cansever dün akşama doğru gördüğü turuncu buluttan bahsederken. Bir yatak örtüsü, bir yastık, hiç olmadık yerde aldığın bir koku, altı notalık bir dizi; mağara taşlarının açıl susamı gibiler.

Şimdi çok daha iyi anlıyorum, şimdi çok daha net görebiliyorum bunun ehemmiyetini, ve müzik dediğimizin bu mekanizmadaki yerini. Arzu ettiğimizde kullanabileceğimiz zaman makinesinin parolaları arasında en kolay hatırlanabileni, en kolay taşınabileni, en yaygını müzik çünkü. Yaygınlığı ona öyle bir işlev kazandırıyor ki, istediğin anın üzerine zarfa mum damlatırmış gibi müzik damlatıp, o anı mühürleyebiliyorsun; anı anıya çeviriyorsun.

Bu sabah ben de zaman makinemle 20 öncesi yaşlarıma döndüm. Evine daha yakın ama kendime daha uzak birini buldum. Onlarca farklı koku, tad hatırlıyorum, binlerce fotoğraf karesi düşüyor aklımın duvarlarına. Düşündüm ki benim parolalarım sizin için işlevsiz nasılsa, benim olan yine sadece benim, anılarım yine bana ait. Ama eski bir fotoğrafı başkalarına göstermek gibi bir durum da söz konusu aynı derecede.O yüzden o yaşlarımın müziğini toparlamak, sizlere göstermek istedim.

Biliyorsunuz çok sevmiyorum bu mixtape hazırlama işini aslında ama kabuğu içine saklanıp yağmuru bekleyen sümüklüböcekler gibi hissettiğim şu mevsimde, ne çıkacaksa yine kabuğun içinden çıkacak. Hem böylesi bir işlev taşıyor olması da mixtape'lere yönelik katılığımı kırmam için yeterli.

Geleyim sadede.
Göreceksiniz ki epeyce indie-rock, post-hardcore dinlemişim geride bıraktığım yıllarda. Janr tartışması değil ama, iki cümleyle değineyim janrları ölçüt olarak görme alışkanlığımıza. Her nedense müziği ayraçlaştırma huyuyla birlikte yerleşen bir "iyi janr, kötü janr, salakça janr" algısı mevcut hepimizde. Bu durumda kullanılan uç örnekler ile eleştirilen dinleyici kitlesi her müzik için geçerli. Bu blog'un takipçisi olduğunuza göre kulağınızın şimdiye ait alışkanlıklarını az çok biliyorum, aynı şekilde metalciler için "terli ergenler", indieciler için "amerikın apperılcılar", emocular için "yamuk saçlılar" diye tanımlar ürettiğinizin de bilincindeyim. Gel gör ki Efrim diye taptığımız adamı şu ülkede devlet dairesine sokmayacaklarını, Jonsi denen arkadaşın saç şeklinin Avcılar apaçilerinden farksız olduğunu hatırlamanızı isterim. Hiç bir müzik türü, bir diğerinden daha çirkin ya da daha güzel değil.

Wikipedia'lık ya da last.fm'lik yapmayı sevmiyorum ama iki çift laf edeyim söz konusu mixtape'e dahil ettiğim gruplar hakkında. Jack's Mannequin ve Something's Corporate Andrew McMahon'ın sesi ve parmak uçlarıyla şekillenmiş gruplar; Limbo Pillow'un harfe düştüğü andan beri hakkında yazmak istediğim iki grup. Saosin ve Circa Survive da aynı temelden çıkan gruplar, Anthony Green'in inceldiği yerden kopmayan sesiyle. Thrice her albümünde evrilmiş, her albümünde farklı ve muteber bir şeyler ortaya koyabilmiş bir grup. Emery benim nezdimde kullan-at fotoğraf makineleri gibi ama çektiği fotoğrafların renkleri hala canlı. Dead Poetic şarkısı Paralytic'de Deftones'un Chino Moreno'su yine bin Styx'ten su getirse de arındıramıyor, daha da kirletiyor. Social Distortion punk-rock terazimin kantarında Bad Religion'ı dengeleyebilecek yegane grup. Silverstein şarkısının dahil olduğu Discovering The Waterfront albümü şüphesiz ikinci binyıldan sonra çıkan albümler arasında çok kıymetli bir yere sahip, muhakkak dinlenilmeli. Waterdown maalesef Impress Me haricinde etki yaratamamış bir Alman grubu, Ozma ise kesinlikle müzik dünyasının en naif müzik topluluklarından biri. From Autumn To Ashes'ın şarkısı ise her şeyiyle bir klasik, post-hardcore'un kırmızı Cadillac'ı. Felaket bir hikayesi var, Google'dan faydalanmanızı salık veriyor ve açıl susam diyorum.


1- Jack's Mannequin - The Mixed Tape
2- Thrice - Of Dust And Nations
3- Saosin - Seven Years
4- Something Corporate - Break Myself
5- Social Distortion - Dear Lover
6- Circa Survive - The Greatest Lie
7- Emery - The Ponytail Parades
8- Dead Poetic - Paralytic
9- Silverstein - The Ides Of March
10- Ozma - Baseball
11- Waterdown - Impress Me
12- From Autumn To Ashes - Short Stories With Tragic Endings


DOWNLOAD.

20100705

Panzehir.












Kötüler, ana rahminde filizlenir. Doğduklarında yoldan çıkar, yalanı konuşurlar. Zehirleri yılanın zehiridir, kulakları sağır eder. (Mezmurlar, 58:3-4)


Yazmayı çok özledim.
Yazları zaten yazılmıyor, biliyorum, alıştım. Gel gör ki sessizliğinin gazını kaçırmak ya da çok gizli bir örgütün sırlarını fısıltıyla ifşa etmek güdüsüyle yazmaya şartlanan bendeniz, dilimi tutmayı bir türlü beceremediğimden yazamıyorum çok uzun bir zamandır. Jurnalciliğe bile yakışmayacak bir gevezelik halindeyim, benden içerideki ben ne düşünüyorsa, kopasıca dilim çıkarıveriyor her şeyi dışarı. Pek de kızamıyorum kendime, çünkü bu gevezeliği yaparken, kendimin sırlarını ifşa ederken inanılmaz haz alıyorum yaptığımdan. Anlattığım tek bir kişi de olsa fark etmiyor, çünkü yavaş yavaş daha çok anlıyorum aslında "olmayan kişiye anlatmak" kavramındaki namevcutluğun ete kemiğe büründüğünü. Hal böyle olunca anlatımın şartları ve sınırları daha da daralıyor, defalarca yazıya başladıktan sonra (hatta bazen bitirdikten sonra bile) o şartlara ve sınırlara kurban edebiliyorum söylediklerimi. Bitmeyen bir döngü halini almaya başladı bu alışkanlık, öyle ki şimdi bile yazarken acaba bu kelimelerin ipini hangi noktada çekeceğimi, hangi boğumun tam üstüne hançeri saplayacağımı düşünüyorum bir yandan.

Madem öyle, alışkanlığı bozmak adına yöntemi değiştireyim, bir mesel anlatayım:

Uçsuz bucaksız bir ormanda, yılanın teki yumurtasının kabuklarını kırmış, doğasına boyun eğip sürünmeye başlamış. Kahrolası doğası yüzünden yine, önüne ne gelirse evvela ısırmış, sonra da zehiriyle felç ettiği kurbanını yemiş. Yedikçe büyümüş, büyüdükçe daha çok acıkıp daha çok yemiş. O kadar büyümüş ki, ormanın tüm hayvanlarının içine zifiri bir korku çöker olmuş. Bu korkuyla daha fazla yaşamaya akıl sağlıkları el vermeyen ormandaki hayvanlar bir toplantı yaparak, ormandaki düzeni tarumar eden bu yılandan nasıl kurtulacaklarını tartışmaya kanaat etmişler.

Talihin cilvesi bu ya, tam da toplantıyı yaptıkları yerde, bir ağacın kocaman gövdesine sarılmış olan yılan, karın tokluğuyla kestirmekteymiş. Ahüvah eden orman ahalisinin sesleri yılanın keyfini bozunca, ağacın gövdesinden aşağı süzüle süzüle inmiş, bir gölgeye saklanıp söylenenlere kulak kabartmış. Korku içindeki hayvanlar, önüne gelen her şeyi yiyen, yedikçe büyüyen ve büyüdükçe daha fazla yiyen bir canlıdan bahsettikçe, yılanın da içini bir şeyler kemirmeye başlamış. Uzun zamandır bu ormanda yaşıyor olmasına rağmen anlatılan bu canavarla hiç karşılaşmadığı için kendini şanslı hisseden yılan, söylenenleri daha da ciddiye almaya karar vermiş. Saatler süren tartışmalardan sonra, ormandaki hayvanlar hiç bir kesin çözüme ulaşamayacaklarını anlayıp umutsuzluğa kapılmışlar. Zira önüne gelen her şeyi yiyen ve herkesin yüreğine korku salan bu canavar o kadar hızlıymış ki ondan kaçmak mümkün değilmiş, öte yandan kimse bu hayvanın yerini yurdunu da bilmediğinden topluca saldırıp onu alt etmek de imkansızmış. Velhasıl en sonunda düşünmüşler, taşınmışlar ve bu lanet olası şeyle karşılaşırlarsa ne pahasına olursa olsun ona saldırmanın daha doğru olduğu hususunda mutabık olmuşlar.

Artık ormandaki herkes gibi dehşet içinde olan yılan da, diğer hayvanlar gibi gizli gizli ayrılmış toplanılan yerden. Bir yandan açlığını bastırmak için av ararken, bir yandan da söylenenleri düşünmüş ve eğer o hail yaratıkla karşılaşırsa ne yapması gerektiğini kendi kendine defalarca tekrar etmiş. Bir süre sonra kırmızı gözlü, bembeyaz kürklü bir tavşanı gözüne kestiren yılan, açlığını bastırmak için tavşana hamle etmiş. Fakat beyaz tavşan daha çevik çıkıp yılanın üzerinden atlayarak kaçmaya başlamış. Yılan, avını kovalamak için hızla arkaya doğru kıvrılınca kocaman kuyruğuyla burun buruna gelmiş. Tam o an, içindeki kaygan korku hükmünü ilan etmiş ve habis canavarla karşı karşıya olduğunu düşünen yılan, kendi kuyruğunu tüm kuvvetiyle ısırıvermiş. Yumurtadan çıktığı o ilk andan itibaren vakıf olduğu bilgiyle, bir şeyi yok etmek için onu tamamen yutması gerektiğinin farkında olan yılan, canavarı, yani kendisini çiğnemeye, sindirmeye başlamış. Gel gör ki, bu kocaman hayvanın metabolizması o kadar hızlıymış ki, ne yerse yesin, yediğini anında kana kemiğe çeviriyormuş. Hal böyleyken bir yandan kuyruğunu yerken, bir yandan da büyüyormuş. Ne içindeki korkuyu, ne doğasını yenebilecek olan yılan, böylece sonsuza kadar kendi kendisini yemekle lanetlenmiş.

Her hikayede bir yılan var. Yıllarca uzak durmamızı öğütledikleri, eğer karşılaşırsak ne yapılması gerektiğinin tembihlendiği bir yılan. O hikayedeki yılan her zaman kendimiziz, kimimiz bunu bilmeden kendi kendimizi yemeye devam ediyoruz, kimimiz bir süre sonra çenelerini gevşetip kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu yazıyı hala bir yerlerinden asmadığıma, sırtından bıçaklamadığıma bakılırsa, bugün ben çenemi gevşetip çiğnemekten vazgeçiyorum.

Evet, yazmayı çok özlemişim. Yine başlıyorum.