20100325

Katatonia - The Longest Year




















Yaşadığınızı zannediyorsunuz ama aslında ölüsünüz; bilmiyorum kaçınız bunun farkında. Ölüm, yani yaşamama hali tam olarak kalbinizin kan pompalamıyor olması mı, bilincin yok olması mı ya da. Bilinci açık birinin koltuğundan, beyin ölümü gerçekleşmiş ama makinalara bağlı olarak hayat denen parantezlerin içinde olan biri ne kadar ölü gözüküyorsa ya da kalbi dakikada yaklaşık doksan defa atan birinin gözlerinde, kalbi durmuş biri ne kadar ölüyse aslında biz de yukarıdan bir yerden, yeşil bir şahinin gözünden mesela, o kadar ölüyüz. Çünkü ölmek kalbin duruşu ya da beynin sessiz kalışı değil; Boğaziçi Köprüsü'nden kendini aşağı bıraktığın anda, yani parmak uçlarında metalin o buzunu artık hissetmediğin anda ölüsün. Barut kurşunu ateşlediğinde ölüsün, frenlerin tutmadığın zaman, evin duvarları kreşendoya başladığı zaman, gaz kokusunu aldığın zaman ölüsün. Geri dönüşün yok artık; yere çarpacaksın, o kurşun beynini dağıtacak, arabanın ön camından fırlayıp 50 metre ileri uçacaksın, ucuz inşaat demirleri kaburganı delip geçecek, ciğerlerin karbonmonoksit dolacak. O an biliyorsun aslında sonun ne olduğunu, sona geldiğini yahut. O yüzden ölüsünüz hepiniz, çünkü o zemine çarpacaksınız ve paramparça olacaksınız işte, şimdilik havada süzülüyorsunuz aşağı doğru, yer çekiminin asla engel olamayacağınız gücüyle birlikte ölümünüze ilerliyorsunuz.

Doğduğumuz an ile öldüğümüz an ne kadar aynıysa, aşık olduğumuz an da ayrıldığımız an ile aynı aslında. Memento mori'nin, yani Ecel'i düşünüyor olmanın, o engellenemez korkunun bir benzeri mevcut aşkta. Eninde sonunda kaldıracak göğsünden başını, elini çekecek elinden, alnındaki buse soğuyacak. Yalan söyleyeceksin ya da yalan söyleyecek, bıkacaksın ya da bıkacak, öleceksin ya da ölecek ve her zaman da hissedilecek o düşüş anı. Kurşunun namludan çıktığı an gibi, trenin ışıklarını gördüğün an gibi. Mahvolacaksın, evet. Ama olan olacak.

Tam da bu anlar için, kurşunun namludan çıkarken çıkardığı sese eşlik edecek, trenin uyarı düdüğünde yer alabilecek, düşüşe yaren olabilecek bir müzik var. Yüreğin ısısı düşerken, güzel şeyler avuç içinden kum taneleri gibi kayarken ne yapmak gerekir diye sorsaydınız bana bir kaç ay evvel, oturup Killing Me Killing You dinlemenizi önerirdim. Bugün bu soruya vereceğim yanıt, The Longest Year ep'sini dinlemeniz olur.




Dört şarkılık bu ep'de, The Night Is The New Day albümünün klip şarkıları olan Day And Then The Shade ve The Longest Year haricinde bence albümün en iyi şarkısı olan Idle Blood ve daha önce yayınlanmamış Sold Heart yer alıyor. Idle Blood ve Day And Then The Shade elektronik dozu hayli yüksek remix aşamalarından geçmişler; bilhassa Idle Blood fena halde Depeche Mode kokuyor ve şarkıya çok yakışmış bir remix ortaya çıkmış; gel gör ki şarkının en can alıcı bölümünün kanatlanıp uçması pek hayırlı olmamış. Sold Heart ise alışılmadık derecede sakin ve çok basit bir şarkı olmasına rağmen, bir kaç dinlemeden sonra kanca gibi ruha saplanan bir şarkı.

Katatonia gibi oturmuş, kadim grupların dinleyicileri genelde sıkı statükocudur, her birini seyrek saçlı, cam dibi gözlüklü emekli öğretmenler olarak hayal edebilirsiniz. Bu arkadaşlar özellikle elektronik soslu müzikten hoşlanmazlar ve grubun özüne ihanet ettiğine inanırlar; bu yüzden doğdukları kıyafetler ile gömülürler ve topraklarından açan çiçekler tek renklidir. Eğer öldüğünüzün farkındaysanız ve toprağınızda rengarenk çiçeklerin filizlenmesini istiyorsanız, ölümüne tavsiyemdir The Longest Year.



Sanatçı: Katatonia
Albüm: The Longest Year

Şarkı listesi:
1- The Longest Year

2- Sold Heart
3- Day And Then The Shade (Frank Default Remix)
4- Idle Blood (Linje14 Remix)



DOWNLOAD.

20100323

Linkler Kurbağa Oldu.




















Last.fm'den attığım mesajı buradan da paylaşıyorum.
Vatan millet savunmasında gönüllü olanlar, link'leri profildeki mail adresine yollayabilirler.



Sevgili Limbo Pillow dostları, Araf eşrafı, yastık bakterileri;

Uzunca bir süredir, blog'da yer alan linklerden ötürü şikayetler işitiyorum. Rapidshare'in gözü doymaz, karnı dolmaz politikaları çerçevesinde yürüttüğü yasak kardeşimci anlayış, üye olmayanların download alternatiflerini yok etmek üzere kurulu.

Link'lere ehemmiyet yüklemediğim malumunuz. Gel gör ki bu link'leri canlı tutabilmek için de Rapidshare'in otopark mafyasından hallice ekonomik sistemine katkıda bulunmak, aylık bir ücret ödemek gerekiyor. Blog üzerinden erişen ve bu link'lere tıklayıp bir yudum müzik dinlemek için çabalayan insanların önemli bir yüzdesinin de Rapidshare premium account sahibi olmamasından mütevellit, bu link'leri canlı tutma çalışması da Rapidshare'in avuçlarını avuşturup hahahahaha diye kahkaha atmasından başka bir amaca hizmet etmemekte.

Boynumuzdaki ilmeği giderek sıkan ve temelde desteklediğim parasız müzik paylaşımı düsturuna mugayir olan Rapidshare şaşkolozluğu yüzünden Rapidshare'e daha fazla para akıtma ve akıtılmasına yardımcı olma niyetinde değilim. Bu yüzden blog'daki linklerin tamamı kendilerini 10 gün içinde imha edecekler.

Bu yüzden sizlerden bir ricam var:
Ülkemizin internet erişim kısıtlamaları göz önüne alındığında yaklaşık 100 albümü tekrar upload etmek, beyhude bir çaba olacaktır. İlkokul kitaplarında tanıştığımız ve fonetiğine vurulduğumuz İMECE usulü bu noktada devreye giriyor.

Sözün özü, blog'da yer alan albümlere dair link'leri, Rapidshare harici bir hosting firmasına yüklemeniz (ya da üçüncü şahısların uploadlarını bulmanız) ve bunu benimle paylaşmanız, hasat şenliklerinde elele dans eden köylüler gibi şen olmamıza üstelik Rapidshare'e vereceğimiz parayla da bir kilogram buğday almamıza yardımcı olacaktır.

İlgi ve alakanız için teşekkür eder, mutlu günler dilerim.

20100312

Müziği Yazmak.















"Yazmak" kavramıyla, daha doğrusu bu kavramı algılayışımızla ilgili bir problemim var. Bunun bir meziyet, olumlu anlamda bir kopukluk olarak idrak edilmesini doğru bulmadığımı anlatmaya çalıştım bir önceki yazımda. Elbette burada "yazarlık" kavramına yönelik bir eleştirim yok, daha çok meseleyi sadece tuşa basma ya da kağıt üzerinde kalem oynatmaya şartlayan algıyla çatışıyorum. Mesele aslında daha efsunlu ve ulvi bir vetire. Meziyet olarak görülmesi gerekenin, düşünce yapısı olduğu kanaatindeyim. Yani herhangi bir konu üzerine dişe dokunur bir fikir yaratabilme yahut yoktan bir konu yaratıp onunla ruha temas edebilme yetisi esas olan. Ne yazık ki artık şeyleri "olduğu hali" ile değil, "göründüğü hali" ile değerlendiğimiz için, yazının görünüşü yani yazının varlığı, düşünce yapısından bağımsız bir meziyet haline bürünüyor. Bu sebeple de yazma halini, düşünme halinden daha çok ciddiye alıyoruz; yazı oranı yükselirken düşünce seviyesi azalıyor.

Bu genel kavramdan daha dar kapsamlı ve ilgimi daha fazla çeken bir başka hususa, "müzik üzerine yazma" meselesine geçebilirim. İlk önce net bir biçimde şunu söylemek istiyorum ki eleştirmenlikten ikrah ediyorum. Kullandığımız anlamıyla, eleştirmenlik şu tip bir tanım aralığı içine giriyor: Başkasının o ya da bu şekilde ürettiği ve sonucu iyi ya da kötü olan bir şeyi, kendi beğeni normlarına göre değerlendiren, sonuç olarak da kendi filtresinden geçirdiği bu üretimi diğer herkesin normlarına etki edecek bir şekilde anlatan kişi. Burada sizce de bir problem yok mu? Yani herkesin farklı beğeni ve algısına göre bir değerlendirmeye gidip ardından da salt kendisine ait olan kriterlere uyuyor ya da uymuyor diye, tüm insanlara yönelik bir önerme ya da önermeme işi sorunlu değil mi?

Hayatını bu şekilde kazanan binlerce insan var. Bu adam müziği şu şekilde seviyor, kitabın böyle yazılmışından hoşlanıyor diye, müziğin ya da kitabın o kriterlere uyup uymamasına göre bir değerlendirmede bulunuyor ve tüm insanlar bu adamın beğenilerini esas alarak kendi seçimlerini yapıyor. Bu işin skor belirleme gibi artık iyice çığrından çıkmış boyutları dahi var ve kişinin beğenisini nominal bir değere dökmesiyle oluşan bu skor, insanlar için satın almak ve almamak arasındaki o kafa karışıklığını giderme işlevi görüyor. Bugün insanlar Metacritic puanlarını, Mtv chartlarını, Pitchfork derecelerini bir standart olarak kullanıyorlar. Beğeniyi rakamsal bir değere dökmenin anlamsızlığı bir tarafa, sanat endüstrisi tamamen bu beğeniler ekseninde şekilleniyor.

Henüz bir kaç gün evvel, altı bin insanın verdiği oylar ile 2010'un en iyi filmi, en iyi yönetmeni, en iyi kostümü, en iyi karpuzu "resmen" seçildi. Önemli dergilerin, gazetelerin eleştirmenleri edebiyat yahut müzik dünyasında peygamber muamelesi görüyor ve beğenilerini manipüle etmek için onlarca yöntem kullanılıyor. Patlamak ya da sönmek, tamamen bu insanların beğenilerine göre şekilleniyor. Bu insanları sokaktaki adamdan farklı kılan hiç bir şey yok. Yani o kitabı okuyan, o albümü dinleyen, o filmi izleyen yanisinin yanisi cebinden parası çıkan adamla, bir gazetede yazı yazan adamın beğenisi arasında bir uçurum yok. Eğer bir farktan bahsetmek gerekirse, bir tanesi tad alma organını daha keskin bir biçimde kullanmaya şartlandırıyor kendini; yemeği çiğnemekten çok tad almaya odaklanıyor ve bunun neticesinde tadı anlatmak istiyor. Ama bu tamamen bir seçim meselesi, insani bir meziyetten ziyade. Son kertede, sokaktaki Simitçi Kasım ile Metacritic skoru veren Jeffrey'nin arasındaki tek fark, Jeffrey'nin kendini beğeni standardı belirlemeye şartlandırması.

Bilhassa müzik endüstrisinin bu beğenileri istismar ettiğini düşünüyorum. Müzik dünyasının devamlı değişen trendlerinin arkasında da tamamen bu yatıyor. Bir sene boyunca tüm dünyanın nu-metal'le yatıp kalkmasının ardından ertesi sene tüm beğeniler indie çerçevesine ulaşıyorsa örneğin, bunun tek sebebi şu televizyon kanalında ya da bu radyo istasyonunda çalışan üç beş kişinin "Bu sene ağırlıklı olarak şunu izletelim/dinletelim" demesinden kaynaklanıyor. Bu adamların beğenilerinin neticesinde de insanlar kararlaştırılmış müzik türlerine yöneliyor. Daha önce de belirttiğim gibi, bu adamların beğeni standartlarının tanrı vergisi bir yönü yok. Buna rağmen karar makamı işlevi görmeleri son derece saçma ve rahatsız edici. En fazla da işin saflığına zarar veren bir durum bu. Ben buna kendimce "beğeni faşizmi" diyorum.

Benzer bir durumu blog'larda da yaşıyoruz. Bir kaç hafta evvel, Kuanta'nın SirensSound isimli -eminim hepinizin varlığından haberdar olduğu- blog'da yer almasının ardından, FriendFeed'de bu beğeni faşizmi üzerine dönen bir tartışma hasıl oldu. SirensSound, çokça kişi tarafından takip edilegelen bir blog ve takip edildiğin güçlü olduğunun bir göstergesiyse eğer, bu yönüyle güçlü olduğunu da söyleyebiliriz. En nihayetinde, kendi halinde müzik yapan ve kendi ülke sınırlarında bile kısıtlı bir dinleyiciyle buluşmuş bir grubun kaderi, SirensSound'da yer aldıktan sonra değişebiliyor. İnsanlar genellikle "bu beğenilmiş ve burada yer almışsa benim de dinlemem için bir nedenim var" diye düşünerek gruba kulak kabartmaya başlıyorlar. Temel paydada, bunun radyo istasyonunda ya da televizyonda yılın müzikal trendlerini seçen, top 100 hazırlayan yahut skor veren adamın yaptığından bir farkı yok.

Bir kaç defa daha söylemiş olduğum gibi, düşünce yapısına yönelik hiç bir şey barındırmayan fakat buna rağmen beğeni makamı haline gelen, link'lediğine itibar edilen bu müzik blog'larını ciddiye almıyor ve saygı beslemiyorum. Herhangi bir albümü, bir hosting servisine upload edip ardından link dağıtmak bana fazlasıyla anlamsız geliyor. Burada hiç kimseyi aşağılama ya da eleştirme niyeti taşımıyorum kesinlikle, yalnız bu link yapıştırmaktan ibaret müzikal beğeni gösterisine hiç bir şekilde anlam veremedim, geçen onca zamana rağmen.

Gel gör ki, işin farklı bir boyutu var. Yazabilmek veya yazamamak üzerine kaleme aldığım bir önceki metine, 13melek kendi sitesinde şöyle bir yanıt vermiş:

"Bu yazıyı fırsat bilip bir müzik post’u içerisinde kendi açımdan birtakım şeyleri açık etmek isterim. The Tingling Dongs’un yeni albümünün müzikalitesi benim derdim, hem de fazlasıyla derdim. Daha doğrusu müzikalitesi değil de The Tingling Dongs’un albümünü dinlerken düşündüklerim, anımsadıklarım, hissettiklerim, bir The Tingling Dongs şarkısı üzerinden anlamlandırdıklarım fazlasıyla derdim. Bu albüm olmasaydı, şu albüm kaydedilmeseydi savrulur giderdim, o albümler var diye hayatımı düzene benzer bir şeye oturtabiliyor, kafamın içinde uçuşanları bir dizgeye sokabiliyorum."

Aslında kendisi, müziğin esasını değerlendirmediğimiz fikrime muhalefet ederken beni doğruluyor. Çünkü bir grubun gitar tonundan, davul tuşesinden ya da vokalistin entonasyonundan değil, o müzikle kurduğu kişisel bağdan bahsediyor. Yani, gün içinde yaşadığı can sıkıcı bir olayın, kız arkadaşının öpücüğünün, kaybettiği en sevdiği kalemin özleminin yarattığı o kümülatif ruh halini anlatmak için bir albümü kullanıyor, içindeki o ruha bir kılıf bularak kelimeleştiriyor, şekil kazandırıyor kimliğine.

Belki sizler bunun farkında değilsiniz, belki ben bile değilim ama burada Isis'ten, The Black Heart Procession'dan, Subheim'dan, Exxasens'ten bahsetmiyorum ben de. Çok güzel bir aşktan, çok kuytu bir korkudan, çok hazin bir özlemden, tırmalayan bir kıskançlıktan, hayvani bir şehvetten, sinir bozucu bir havadan bahsetmek aslında yaptığım tek şey. Bu haliyle kendi adıma eleştiri yaptığımı ve beğenilerimi ortaya koyduğumu söyleyemem, daha ziyade o müzikle en yalın halimle kendimi bağdaştırıyor ve kendimi o müzik üzerinden anlatıyorum. 13melek, Deuss Ex Machina, Marxist Clubber, rahmetli Proodos gibi blog'larda da müzikten çok kişiyi okuyoruz aslında. Ortada bir melodi tantanasından çok kişisel bir durum var. Yanisi, filtreden geçen şeye değil filtreye odaklanmak daha cazip bir hal alıyor, olması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda mixtape yapan ve bunu paylaşan blog yazarları da (Sel gibi, Ychorus gibi, Amme-Hizmeti gibi) tamamen kendilerine münhasır bir şey yapıyorlar. Daha da önemlisi, o linklerin arkasında 0 ve 1'lerin değil bir düşüncenin, bir emeğin yatıyor olması.

Sözün özü; bir televizyon kanalındaki, bir radyo istasyonundaki, bir blog'daki üç beş kişinin beğenilerini deniz feneri olarak nitelendirerek, müziğin saflığına ve kişiselliğine zeval getirdiğimizi düşünüyorum. Bir kaç kişinin beğenisinin, genel geçer kanun haline gelmesini engelleyebilecek tek şey de kendi beğenilerimizi idrak etmeye çalışmak. Tabaktaki, bize önerilen yemeği bir an önce bitirmekten çok, yediğimizin tadını çıkarmaya çalışmamız halinde tad alma duyumuz daha da genişleyecek ve karakteristik bir hal kazanacaktır. Öyle ki, en sonunda ne istediğimizi ve ne tercih edeceğimizi biliyor ve bu tercihi sadece kendimiz yapıyor olacağız. Bu haliyle, sanatı endüstrileştiren "eleştirmen" kavramını tekrar tarihe gömmemiz ve sanatı olduğu gibi değerlendirmemiz mümkün.

Biliyorum ki bir çoğunuz da bu blog'u benim beğenilerim ile kendi beğenileriniz arasında kurduğunuz bağ sebebiyle takip ediyorsunuz. Bunu yapmanıza gerek yok, last.fm sizin için daha büyük bir kolaylık sunuyor. Beğenilerinizi rafine eden, benzer beğeni profilleri sunan ve bu şekilde size yeni önerilerde bulunan çok geniş bir sistem varken blog takip etme ya da forum kurcalama gibi nispeten daha meşaketli işlerle kendinizi meşgul etmeniz lüzumsuz. Şahsen ben müzikal içeriğe sahip blog'ları ihtiva ettiği müzikler için değil, yazarının müzik ile kurduğu kişisel bağların eşsizliği sebebiyle takip ediyorum ve bu şekilde dinlediğim müziğe çok daha farklı bir anlam yükleyebilmeye muvaffak oluyorum. Hepinize de bu gözlükleri tavsiye ederim, Avatar'dan daha eğlenceli ve daha göz kamaştırıcı olduğunun garantisini verebilirim.

20100311

Yazabilmek veya Yazamamak.











Blog camiasına üye olan, kendi aralarında bir çeşit iletişim köprüsü kurmuş insanlar var. Kurdukları bu köprülerle, siberboşlukta salınan adaları birbirine bağlıyor ve oluşan bu -artık tekil- sisteme "blogosfer" diyorlar. İşte bu blogosferin nevi şahsına münhasır kuralları, oyunları, paranoyaları, güç savaşları, ihtirasları var. Ben bu farklı farklı ayrımdan, neler dönmüş neler fasiküllerinden, iletişim köprüleri arasında son sürat ilerleyen göz alıcı arabalardan bihaberim genelde. Bırak siberboşlukta iletişim köprüleri kurmayı, otobüs yolculuklarında iletişim kündesine gelmeyeyim diye en sapa saatleri seçmeye çalışan biriyim nihayetinde. Yine de gözlemlediğim, takip ettiğim şeyler yok değil. Mesela bu blogosferin, birbirini mimleme üzerine kurulu bir oyunu mevcut ki, bunu da Fenasi sayesinde öğrendim. Sağolsun, kendi yazısında Limbo Pillow'u takibe şayan bulduğunu yazmış -oyunun tabiriyle mimlemiş- ve şimdi de benim takip ettiğim blog'ları sayarak, yani mimleyerek, bir yazı yazmam için topu bana atmış. Yani beni ebe yapmış.

Ben uzun bir süredir tatildeydim, dolayısıyla oyunu devam ettirecek bir yazı karalayamadım. Lakin gözün gözü görmediği kadar karanlık mağara girişlerinde oturup kurbağa konçertosu dinlemekten arda kalan vaktimde blog'lar üzerine, daha da genel bir bakışla yazma üzerine düşünme fırsatım oldu.

Fenasi'ye verdiğim cevap bu bağlamda belirleyici bir temel hazırlıyor düşünceme. Yani biz, aslında müzik yazarken, futbol yazarken, erotizm yazarken sadece kelamımıza bir kılıf uyduruyoruz. Aslında hiç birimizin derdi The Tingling Dongs'un yeni albümünün müzikalitesi değil yahut upuzun bacakları bileklerinden kavrayıp hırlayarak sevişmenin menkıbesini yazma gibi bir misyon yüklemiyoruz kendimize, Galatasaray da bu maçta niye yenildi diye analiz yaparken aslında Sabri Sarıoğlu'nun basiretsizliğinden bahsetme zorunluluğu hissetmiyoruz. Tek derdimiz, içimizde kıvranıp duran o şekilsiz sözleri karıştırıp bulamaç haline getirdikten sonra bir kek kalıbına dökmek ve ortaya afiyetle yenebilecek bir şey çıkarmak. Kekin şekli ya da ağırlıklı tadı ne olursa olsun umrumuzda değil pek, esas olan kendi elimizle, kendi enerjimizle yaptığımız bir şeyi yenebilecek bir kıvama sokabilmek. The Tingling Dongs'un davulcusu, ayak parmağındaki siyah ojeler ya da Frank Rijkaard'ın oyunu okuyamayışı sadece önemsiz birer detay bu yüzden.

Gel gör ki hepimiz yaptığımız şeyi fazlasıyla ciddiye alıyoruz. Örneğin, blogosferin reklamcılar tarafından da keşfiyle birlikte, reklamcılar artık klasik iletişim araçlarının yanı sıra bloglara da meyletmeye başladılar. Bu sebeple yaptıkları promosyonlar ile insanların kendilerine ne kadar fazla değer yüklediğini görebiliyoruz. Mesela bu promosyonlardan yararlanamayan blog yazarlarının "yazarlık yeteneği / blog kalitesi / promosyondan yararlanma meyli" gibi 3 boyutlu diyagramlara girmesi bana fazlasıyla acıklı geliyor. Ya da yaptığı tek şey klavyenin tuşlarına basmak olan ve bunu da oldukça zayıf bir şekilde yapan, fakat kılıfını renkli bir şekilde seçtiği için bir çok kişi tarafından takip edilen, bu yüzden de kendisine ulaşılamaz bir kıymet yükleyen birinin söylemlerinden bahsedebiliriz. Bunlar bilhassa son zamanlarda sıkça karşılaştığımız ve kanıksamaya başladığımız olaylar haline gelmeye başladı.

Ben bu durumu olabildiğince basit görmeye çalışıyorum. En nihayetinde her insan gibi düşünüyor, düşündüğümüzü ama doğru ama yanlış, ama edebi ama karmaşık bir şekilde yansıtıyoruz. Bu yansımanın blog vasıtasıyla olması ya da bir şehirler arası otobüs yolculuğunda vuku bulması arasında da hiç bir fark yok. Ama zihnimizdeki yazar imgesi, bizi bu basitliği sorgulamaya itiyor. Yani delice yazan bir Hemingway, yazdıklarını yakması için arkadaşına teslim eden -ama arkadaşının bu isteğe uymayacağını da köpek gibi bilen- bir Kafka, ölülerle konuştuğu öne sürülen Stephen King; hepsinin o tanrısal meziyetleri, toplumdan soyutlanmalarına yol açmış altın ruhları, hayatlarını kalem ve kağıttan ibaret görmeleri bizim kafamızı karıştırıyor. Kendimizi bu mertebeye uygun görüyor olmalıyız istemeden de olsa, bir kaç paragraf boyunca klavye tuşlarına bastığımız için "diğerleri ve ben" gibi bir ayrıma gidiyoruz. Üst perdeden konuşabilmek için herhangi bir sitede herhangi bir şeyler yazabilmek yeterli gibi gözüküyor. Üstelik bu sadece blog'lar ile alakalı bir durum da değil. Yani oturup bir kitap yazabilmek ve bu kitabı bir şekilde bastırabiliyor olabilmek de gerçekten büyük bir meziyet değil. Çok kısa sayılabilecek bir sürede çok saçma bir kitabın yazımını gerçekleştirdikten sonra hala soğan kestiğimi düşündüğümde, kitap yazmanın bohemleşme ve toplumdan soyutlanma için yeter bir kıstas olmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

Ama bu yine de blog yazarlarının kıymetsiz olduğu anlamına gelmiyor. Meseleyi daha geniş bir çerçevede değerlendirebilen ve bu şekilde okuyucuya artı değer kazandıran bir çok blog var. Yazının başında bahis konusu ettiğim mimleme oyununu devam ettirmek istesem de, başka blogları açık bir şekilde değerlendirmeye tabi tutmaktan çekinmeye çalışıyorum. Yani en başından beri burada başka blogların linkini vermeme gibi bir prensip belirledim, her ne kadar severek takip ettiğim onlarca kişi olsa da. Şimdi burada eğer sınırlı bir sayıda övgüye mazhar bulduğum bloglardan bahsedersem, bahsetmediğim fakat saygı beslediğim diğerlerine büyük bir haksızlık yapacağımı düşünüyorum. Bunu yapmayacağım.

Bloglar üzerine edeceğim bir kaç kelam daha var. Ama müzik-blog ilişkisi gibi daha dar bir çerçevede yer alacak bu bir kaç kelimeyi daha farklı bir yazıya saklamak istiyorum.

20100303

Emancipator - Safe In The Steep Cliffs






















İnsan hiç bir zaman "oldum" dememeli, diyememeli de. Ne olduğumuzun, ne aşamaya geldiğimizin kendi içinde bir değerlendirmesini yapmak bütünüyle imkansız çünkü, saçma da aynı zamanda. Ama şu an ne olduğumuzu, geçmişte ne olduğumuza göre değerlendirdiğimizde değişkenliğin damarına girebiliyor, bunu hissedebiliyoruz. Belki de bu yüzden, geçmişteki halinden utanç duyma dürtüsü, nasıl yapabildim sorgusu değişimin sureti haline geliyor. Rölativizmin hüküm sürdüğü bir Einstein evreninde salınıyoruz zira, değişim dediğimiz şey de bir hologram gibi; resmin kendisi değil değişen, senin nereden baktığın.

Emancipator'a olduğu haliyle, dümdüz karşıdan baktığım zaman bir hayli etkilenmiştim. İlk albümü Soon It Will Be Cold Enough için yazdığım yazıda Efterklang'in bile adını alacak kadar hem de. Oysa Emancipator resmini farklı bir aşamadan, farklı bir yönden, yeni bir albümle değerlendirdiğimde geçmişte ne kadar yanıldığımı anlıyorum. "Olmuş" dediğim Emancipator'ın olacak ne kadar çok şeyi varmış, bizzat şahit oluyorum.

Ancak bu değişimin muhasebesini yaparken çok da katı olmamak gerekiyor. Nihayetinde Emancipator, yani Doug Appling, ilk albümünü çıkardığında sadece 19 yaşındaydı. Bu tamamen altyapıda yetişmekte olan bir oyuncunun zamanla üst ligin tozunu attırmasına şahit olmak gibi bir şey, değişime tanık olmanın belki de en güzel tarafı bu. Öte yandan, kendisiyle ilgili özel malumatım olduğu için, ne gibi sıkıntılarla ne gibi finansal zorluklarla karşılaştığını bildiğim için, Emancipator'a duyduğum saygı katmerleniyor.

Nihayetinde Safe In The Steep Cliffs için geçmişe kıyasla bir hayli yol kat etmiş, olmasa da büyük ölçüde pişmiş bir müzisyenin elinden çıktığını söylemem lazım. Yaklaşık 3 sene içerisinde Emancipator kendisini felaket derecede geliştirmiş, artık sadece elektronik müzik icracısı olarak anılacak noktayı aşmış. Bilhassa şarkılarda önemli bir yer alan yaylı kompozisyonları gerçekten takdire şayan. Bir önceki albümde yer alan Anthem'in yaylı partisyonunu TRT-2 jeneriklerinde duyduğum zaman yaşadığım o tuhaf heyecanı şimdi neredeyse her şarkıda yaşayabiliyorum bu albümde. Çok da sık ortaya çıkmayan ve boşu olmayan albümler vardır; Safe In The Steep Cliffs kesinlikle bu tanıma uyuyor.

Evvelce Emancipator için "ismini daha sık duyacağız" demişim, şimdi bu savımı daha da güçlü bir şekilde yeniden dillendiriyorum. Gerek başka sanatçıların albümlerindeki prodüksiyonları, gerek kendi ismi altında biteviye ilerlettiği müziğiyle Emancipator'ın sadece önemli değil, çok önemli bir figür olacağına yönelik inancım arttı diyebilirim.


Sanatçı: Emancipator
Albüm: Safe In The Steep Cliffs

Şarkı listesi:
1- Greenland
2- Black Lake
3- Jet Stream
4- Kamakura
5- All Through The Night
6- Old Devil
7- Nevergreen
8- Ares
9- Rattlesnakes
10- Bury Them Bones
11- Vines
12- Hill Sighed
13- Siren
14- Safe In The Steep Cliffs

DOWNLOAD.